20 Aralık 2012 Perşembe

Mevlana’ya Muhtaç Olmak…



Şeb-i Arus törenleri bu sene büyük bir görkem içinde yapıldı. Konya’dan kopartılarak İstanbul’a taşındı Mevlana görkemi. Yeni yetme burjuvanın sponsorluğunda metafizik bir kurgulama, daha doğrusu bir gövde gösterisi yapıldı. Ben gitmedim. Son yıllarda Mevlana’ya olan ilgi katlanarak artıyor. Sağcısı, Solcusu, İslamcısı, İlericisi, Gericisi, İşvereni, İşçisi, Amiri, Memuru, Siyasetçisi, Batıcısı, Doğucusu; hâsılı bütün bir fikriyat ve sınıf erbabının dilinde Mevlana’nın ilahi aşka, insan doğasına, bu dünya hayatının özüne ait vb. özlü sözleri pelesenk olmuş. Mesele, Mevlana’yı anlayıp anlamamak meselesi değil. Mesele Mevlana’ya bu denli muhtaç olmaktaki garabet…
Mevlana’ya muhtaç olmaktaki bu garabetin Mevlana’nın şahsı ile bir ilgisi yok. Garabet; toplumsal ve siyasal bütün kesimler olarak dünü anlamakta, bugünü yaşamakta ve yarını kestirmedeki içine düştüğümüz kısırlık veya kısır döngü…
Bölünmüş bir toplum olduğumuz bir vakıa. Fakat bu bölünmüşlüğümüzü etraflıca tartışmaktan kaçınıyoruz ve kaçındıkça da topu Mevlana’ya atıyoruz. Toplumsal barışı, hakça bölüşümü, devlet millet kaynaşmasını, kamudan aktarılan sermaye transferlerini (yolsuzluğun teknik ismi bu) sanal korkularımızı, siyasal alan açmalarımızı, kul hakkı yemelerimizi vb. gittikçe uzayan sorunlar ve ahlaksızlıklar listemizi Mevlana’ya havale ediyoruz. Mevlana hakemimiz, çözüm merkezimiz olamıyor ama netice de duygudaşlık kurabiliyoruz; sanal çözüm ya da vicdan temizleme daha doğrusu vicdan bastırma arenası.
Toplumsal Barış mı? Mevlana’dan iki beyit, barışa ait. Fakat toplum cinnet geçiriyor. Güne onlarca ölüm ile uyanıyoruz, onlarca ölüm ile uyuyoruz; şayet ölen biz değilsek. Bir gerilim var toplumun üzerinde, bir açmazlık, bir tedirginlik. Mevlana beyitleri muska gibi… Her şeyi erteliyoruz, semazen dönüyor, eteği uçuşuyor. Uçup gidiyor aklımızdakiler, gönlümüzdekiler. Kursağımızda kalıveriyor heveslerimiz. Metafizik kurguda hınçlarımız, öfkelerimiz, beklentilerimiz eriyip gidiyor. İslam âlemi kan ve gözyaşı içinde. Sünni-Şii eksenli güç savaşını yaşıyoruz. Dinin arkasına saklanmış caniler yaşama hakkımızı elimizden alıyor. Can almada “Allah-u Ekber” nidaları, ey şehit diye başlayan edebiyata dönüşüyor. Ama durumu Mevlana’ya havale ediyoruz. İki beyit, bir özlü söz ile. Çözüm? Yok.       
Hakça Bölüşüm mü? Bu dünya hayatı geçici azizim. “Can cananı bulmuşsa kovanım yağma olsun.” Ama nedense hep balı yağmalanan fakir fukara… Zengin ya da zenginleşen bal tutan parmağı yalamakla meşgul… Bir şeyler saklıyoruz Mevlana’nın ardına; ahlaksızlıklarımızı, aşırılıklarımızı, zalimliklerimizi… Konuşmuyoruz, konuşamıyoruz. Üstümüze abanan güç, hiçbir şey konuşturmuyor. Konuşmanın hiçbir meşruiyeti kalmamışsa ve konuşulacak bütün alanları iktidar doldurmuşsa kim neyi, kiminle ve hangi zeminde konuşacak. Buğulu bir ney sesini dinlemek iyi gelir bu konuşamamalar üzerine. İç çekişlerimizle, yaşaran gözlerimizle, bizden uçup giden değerlerimize el sallarken, değerlerimize sahip çıktığımızı sanmak ne büyük bir budalalık.  
Mevlana’ya en büyük haksızlığı ve saygısızlığı herhalde ona bu denli muhtaç kalarak yapıyoruzdur. Hiçbir şeyini çözememiş ve çözmek niyetinde olmayan, kısırlaşmış bir beyin ve körelmiş bir vicdan ile ona bağlılık gösterisi yapmak. Bir de yeni yetme burjuva etik ve estetik kaygılarımızı yüklediğimiz  Mevlana var. Dünün yığını bugünün asilzadesi, Mevlana’dan asil bir geçmiş üretmeye çalışıyor. Merhum bir dirilse diyeceği şudur: “Allah rızası için bırakın yakamı. Zalimi ve mazlumu bir arada, bir potada ve sanallaştırılmış birlik zemininde görmek beni bile aşıyor.”
Selam ve dua ile.

Arif Arcan
İstanbul, 17.12.2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder