23 Ağustos 2018 Perşembe

İnsan tabiatının kötü tarafına dair

Kur’an’ın açık beyanına göre insan tabiatında iyilik kadar kötülük de verilidir, yani her ikisi de yaratılıştan gelir. Şems 91/7-8. ayetlerdeki “ve-nefsin ve-mâ sevvâhâ fe-elhemehâ fücûrahâ ve-takvâhâ” şeklindeki ifadeler belki de bunun en açık delilidir. Burada zikri geçen “nefs” kelimesi tasavvuf geleneğinde “şeytanın işbirlikçisi” olarak telakki edilen, hatta bazen “pisboğaz domuz”a, bazen “cadı”ya, bazen de “kişiyi/erkeği baştan çıkaran kadın”a benzetilen ve sonuçta süflî arzuların kaynağı olarak gösterilen lanetli bir varlık değil, bir bütün olarak insanın ta kendisidir. Bununla birlikte “insan” denen varlığın tabiat/fıtrat açısından kötülük (şer) ve günahkârlığa daha yatkın olduğunu söylemem gerekir. Kuşkusuz bu benim şahsî kanaatimdir. Çünkü ben insan söz konusu olduğunda “eşref-i mahlukat”çı değilimdir. Daha açıkçası Kur’an’ın beyanlarını az çok anlamaya başladığım zamandan beri işbu “eşref-i mahlukat” tabirinin aslında bir terane olduğu fikrine kailimdir.
H H H
Kur’an’ın gerçekte ne dediğini takvim yaprağının arka sayfasından okuyup öğrenenlere bu meyanda söyleyecek bir sözüm yok; fakat Kur’an bilgisine ve tefsir ilmine az çok hürmeti olanlara derim ki gerek altmış küsur ayette geçen “el-insan” kelimesi, gerek Tîn suresi 4. ayetteki “ehsan-i takvîm” tabiri, gerekse İsrâ suresi 70. ayetteki “ve-lekad kerremnâ benî âdem” ifadesi, daha yaratılış aşamasında peşinen bahşedilmiş bir “eşref-i mahlûkat, izzet, onur” payesine mi yoksa ehl-i küfür, nankör, şükürsüz insan tipolojisine mi işaret ediyor, buyrun biraz araştırın ve neticeyi kendiniz görün. Mesela, açın Kurtubî ve İbnü’l-Cevzî gibi müfessirlerin tefsirlerini ve bu ayetlerin ilk müslüman nesillerce nasıl anlaşıldığını bizzat kendiniz öğrenin.
Ben insanoğlunun tabiatı konusunda kötümser biriyim. Bu yüzden, “Kime iyilik ettiysen ondan sakın kendini” sözünü epeydir kulağıma küpe etmiş biriyim. Batılı bir filozof “İnsan Doğası Üzerine” adlı eserinde mealen şöyle der: Bizim sözde medeni dünyamız şövalyelerle, askerlerle, eğitimli insanlarla, avukatlarla, rahiplerle, filozoflarla, akademisyenlerle [not: bu benim eklememdir] ve daha bilmediğim daha başkalarıyla karşılaştığınız büyük bir maskeli balo gibidir. Bu insanların birçoğunun göründükleri gibi olmadıkları bir vakıadır. Aslında pek çoğunun suratında bir veya birkaç maske, onun arkasında da servet veya tazminat avcısı vardır… Kadınlar nispeten daha önemsiz görünen seçimler yaparlar ve genellikle derin sevgi, sadakat, uysallık, evcimenlik, hizmet ve mahcubiyet gibi maskeler takarlar.
Malum, nice kadın ve erkek ömür boyu bir yastıkta kocamak üzere kendilerine mahrem bir dünya kurarlar ve hele de bu dünya dillere destan bir aşk üzerine kurulmuşsa, ilk zamanlar birbirlerine çok büyük sözler veren çiftler kendi özel dünyalarında tüm mahremiyetleri yaşar, sırlarını paylaşırlar. Ama yine bir gün gelir, eşler ve/veya birbirlerini sevenler arasında birtakım sorunlar baş gösterir; derken onca yıllık yaşanmışlığa ortak olan bu insanlar birbirlerine karşı içten pazarlıklı hesaplar yapmaya, en az birkaç hamle sonrasını öngören hesap görme satrancını kurmaya başlarlar. Bu durum kimi zaman sözüm ona derin muhabbet ve sadakatin “artık bitti, tükendi” gibi ifadelerle noktalanması şeklinde son bulur ve bu safhanın akabinde geçmişteki sözde büyük sevginin yerine çok kere nefret ve hınç ikame olunur. Kimi zaman da sorunlar zaman içerisinde bir şekilde bertaraf olur, ardından sanki hiçbir kötü şey yaşanmamışçasına, “Nerde kalmıştık?” der gibi tekrardan yola revan olunur. Fakat ne tuhaftır ki bütün bu kir ve kirliliğe rağmen yine sevgiden, sadakatten ve eski zamanların güzelliklerini tekrar yaşamaktan dem vurulur. Hâlbuki bazen küçük bir sorunda dahi birbirlerini kırıp dökmek veya alabildiğine hırpalayıp bîtap düşürmek üzere konuşlanan eşler ve sevgililerin onca kirli hesap kitaptan ve birbirlerini alabildiğine yıpratmışlıktan sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi yola devamdan söz etmeleri insan tabiatındaki baskın çiğlik ve çirkinliğin tipik göstergelerinden biridir.
***
Buna benzer çiğlikler yıllar boyu büyük emek verdiğiniz, tüm birikiminizi kendisinden esirgemediğiniz insanların birtakım ümit ve beklentileri vaktiyle hesaplanan zaman ve zeminde karşılanmadığında da kendini gösterir. Yine bu tür çiğlikler ve çirkinlikler kimi zaman da saygısızlık, hoyratlık ve nobranlık şeklinde gerçekleşir. Hâsılı, insan denen varlık ham ve pişmemiş hâliyle sanki vahşi bir hayvan gibidir. Bencillik ise insan tabiatındaki kötülüğün kubbesini ayakta tutan fil ayağı sütun/kolon gibidir. İnsan tabiatı muazzam bir hodbinlikle bezelidir. Nitekim Meâric 70/19. ayetteki “innel insâne hulika helûâ” ifadesindeki geniş semantik de insan tabiatıyla ilgili olarak açgözlülük, sabırsızlık ve hodkâmlık gibi birçok kötü vasfı içerir. Fıtrat ve tabiatımıza kodlanmış bencilliğin yanı sıra pek çok insanın iç dünyası tıpkı bir yılanın dişinde depolanmış zehir gibi nefret, öfke, kin ve haset de içerir. Bütün bunlar zehirlerini akıtmak ve sonra da tıpkı zincirinden boşanmış şeytan gibi dört bir yandan saldırmak için sadece bir fırsat bekler haldedir.
İşte bu yüzden riyakârlık, yalancılık, düzenbazlık, hilekarlık, sahtekârlığın üzerine örtülen örtüyü kaldırıp atmak, dünyada hakiki sevgi, sadakat, vefa ve dürüstlükten ne kadar az kaldığını ve zahirde sevgi, sadakat gibi görünen birçok davranışın ardında birçok ahlaksızlık ve günahkârlığın sinsice pusuda bekler vaziyette olduğunu ortaya koymak, adiliğin bini bir para denebilecek bu devr-i âlemde neredeyse imkânsız bir iştir. Belki sadece bundan dolayıdır ki iç dünyalarında iyiliği kötülüğe baskın kılmaya çalışan pek çok insan kendilerine dört ayaklı dostlar edinmişlerdir. Bitmek tükenmek bilmez riyakârlıklar, yalakalıklar, sahtekârlıklar ve düzenbazlıkların adeta kol gezdiği bu dünyada halis muhabbet, sadakat ve vefadan artık büyük ölçüde ümit kesmiş insanlar için hayata iyimser bir nazarla bakmak hakikaten çok zor olsa gerektir.
18 Ağustos 2018
Karar Gazetesi

19 Ağustos 2018 Pazar

Gemi battıktan sonra


İsmet Özel
İsmet ÖzelGazete Yazarı
Yenişafak Gazetesi

Şimdiye kadar bir çok ağızdan işittik: Biz Türkiye ahalisi aynı gemide imişiz. Türküyle Kürdîyle, Alevîsi Sünnî''siyle, sağcısı solcusuyla aynı geminin yolcularıymışız. Gemi batarsa hepimiz mahvolurmuşuz. İşte bu yüzden ne yapıp yapıp gemiyi yüzdürmeye çalışmalıymışız. Türkiye''de yaşayan insanlar olarak bu tespiti ve ardından gelen tavsiyeyi kabullenmekte hiç zorluk çekmeyiz. Eğer gerçekten bir gemi içindeysek bizi boğulmaktan alıkoyan vasıtaya neden zarar verelim?
Ne var ki geminin sağlam kalmasına itina göstermemiz gerektiğini ileri sürenler bu güne kadar bize bu vasıtanın hangi tehlikeyle yüz yüze kaldığını hiç söylemedi. En azından şunu bilmiyoruz: Türkiye gemisinin dibi delindiği ve bu sebeple su aldığı için mi batma tehlikesi geçirmektedir; yoksa Türkiye''nin varlığını geminin rotası iyi tespit edilemediği için kayalara çarpıp parçalanma ihtimali mi tehdit etmektedir? Eğer birincisi ise millî bir seferberlik tehlikeyi savuşturmamıza kâfi gelecektir. Elbirliği ederek, işbölümü yaparak bazılarımız su boşaltmakla uğraşırken bazılarımız da deliği küçültme ve tıkama işiyle meşgul olur. Gemi mürettebatı ve yolcular su alan gemiyi yüzdürmek için dayanışmakta zorluk çekmez. Ve lâkin mesele geminin rotasındaysa ve birileri kayalara çarpıp parçalanma tehlikesinden söz ediyorsa mürettebat ile yolcular arasında sağlam bir dayanışma zemini bulmak hiç kolay değil. Yolcular rotanın değişmesini talep edebilir; ama bu değişikliği kendilerinin yapmaya ehil olmadığını bilebilirler. Mürettebat nerede yanlış yaptığını keşfedemediği için rotanın yanlış olmadığı inancını koruyabilir. Giderek mürettebatı, yolcuları, rotayı aynı hizaya getirememek (kayalara çarpmaktan bağımsız olarak) başlı başına bir tehlike olabilir.
Türkiye''nin bir gemi olduğu benzetmesi kimlerin işine geliyor? Öncelikle mevkiini koruyabilmek için çok sayıda insanın "niçin?" sorusunu sormaksızın itaat göstermesine muhtaç olanların. Toplumun işleyiş düzeneğinde iyi durumda olanların niçin iyi durumda olduklarının sorgulanması istenmiyorsa işin içinden "hepimiz aynı gemideyiz" deyip çıkıveriyoruz. İyi de, hangimiz geminin, ne sebeple, neresinde? Gemi benzetmesi bir de geminin gerçekte çoktan beri karaya oturduğu halde yüzer gibi durduğunu düşünenlerin işine geliyor. Gemi yüzer gibi durduğu için onlar hem gemide bulunmanın zevkini çıkarıyor; ama geminin karaya oturduğunu, asla sefere çıkamayacağını bildikleri için de kıymetli saydıkları ne varsa hepsini geminin dışında bir yerde muhafaza ediyorlar.