28 Kasım 2015 Cumartesi

Ahzab Suresi Bağlamında Salavât Getirmenin Anlamı-2

Zıhar,
Çocukların babalarına nispet edilmesi, yani evlatlık,
Peygamberin eşlerinin müminlerin annesi olması,
Akrabalık bağlarının mirasta manevi kardeşlik bağlarından daha öncelikli olması.
Sonra, ayetler Hendek ve hemen ardından Kureyzaoğullarıyla yapılan savaşa değinir ki bu savaşların en önemli özelliği, imtihan konusu edilen bütün güçlüklerine rağmen savaşılmamış olmasıdır. Daha doğrusu bu olaylar psikolojik bir harp şeklinde ilerlemiş ve sonuçlanmıştır. Ancak ayetler, savaşa hazır olmak, bunu göze almak ve şehit olmayı arzulamak üzerinde durur. Savaşılmamasına rağmen bu hengâmede korkmadan hazır beklemek ve bedel ödemeyi göze alabilmek savaşmak kadar önemli kabul edilmiştir. Hendek savaşında Kureyzaoğullarının arkadan şehri kuşattığına dair haberler tam anlamıyla bir imtihana dönüşmüştür. Ayrıca Haşr suresi bağlamında anlatıldığı gibi elde edilen ganimetlerin dağıtımı da yine bu imtihanın bir parçası durumundadır.
Hendek muhasarası ve devamında meydana gelen olaylar, kâfirlerin tuzak içeren bütün çetrefilli uğraşılarına ve özellikle münafıkların birliği bozmaya çalışan gayretlerine rağmen müminlerin birleşmiş ordular karşısında nasıl cesaretle durduklarını gösterir. İşte müminlerin yapılan kötü propagandalara kanmayıp sağlam durarak kazandığı asıl savaş budur. Bu özellikle münafıklara karşı kazanılmış bir zaferdir. Dolayısıyla birlik ve beraberliğin ne kadar önemli olduğunu kanıtlamıştır. Toplumsal olaylar ele alınırken araya bu savaşlarda gösterilen başarının girmesinin sebebi budur. Başka bir ifade ile Hendek savaşı ve sonrasında gelişen olaylar, münafıklara karşı imanın bir zaferidir ve bu başarı bütün sosyal olaylarda hatırlanmalıdır. Zira toplumu ilgilendiren sosyal olayların pek çok zaman savaşta gösterilen cesaret ve sabrı gerektirecek kadar ciddi sorunları ve sonuçları olur. Nihayet toplumun birliğini, yani barışını ve huzurunu koruyamayan milletlerin savaşta da bir esamesi okunmaz.
Hendek savaşı sırasındaki o uzun bekleyiş ve yine bu sırada şehrin arkadan Yahudiler tarafından sarıldığı ve evlere saldıracakları bilgisi, çoluk çocuğun helak olduğu veya olacağı yönünde gelen haberler ve çaresizlik içinde ne yapacağını bilemezken tam bu aşamada münafıklardan şöyle bir ses duyulmuştur:
“Allah ve Resulü bize sadece boş vaatlerde bulundu.” ve “Burada düşmana karşı konulmaz, evlerimiz saldırılara açık durumda!”
Münafıklar savaştan kaçmak ve kardeşlerine de “Bize gelin!” diyerek savaştan alıkoymak yoluyla müminlerin gücünü kırmaya çalışmışlardır. Fitne çıkarmaya yarayan bu yaklaşımların savaşın sonuçlarından daha fazla zarar vereceği açıktır. Ancak müminlerin sabır ve sebat göstermesi sayesinde bu gerçekleşmemiştir.
Aynı şekilde müslümanlar arasında fitne çıkarmaya ve onların birliğini bozmaya çalışanlar, toplumu ilgilendiren önemli konularda da zihinlerde şüphe uyandırmaya çalışmaktadırlar. Savaş şartları ile toplumu ilgilendiren ağır konuların bir arada verilmesinin sebebi, muhtemelen her iki durum arasındaki benzerlik ve sonuçları itibariyle yol açabilecekleri büyük sorunlar dolayısıyladır. Buna göre münafıkların Peygamber (sav)’in evlilikleri, zıhar gibi çok uzun süre toplumda yer etmiş ama zulme yol açan geleneksel uygulamaları kaldırması vb gibi meseleleri tartışma/eleştiri konusu yaptıkları bellidir. Onlar, bu şekilde muhalefet oluşturmaya yeltenmektedirler. Bu durumun Hendek’te yaşananlardan farkı yoktur. Nitekim savaşlar bir milletin birleşmesine yol açarken bu tür fitneler toplumu parçalamaya sebep olabilmekte, yani çok fazla zarar verebilmektedir.
Hendek muhasarasında savaşılmadığı hâlde münafıklar marifetiyle doğan sıkıntılı hâl, toplumu ilgilendiren konularda da yine bu hasta tipler elinde benzer zorluklara yol açmaktadır. Bu nedenle her iki durum peş peşe anlatılarak aralarındaki benzerliklerden ders çıkarılması ve ibret alınması istenir. Bu şekilde bir mukayese müminlere içinde bulundukları toplumsal paydayı ciddiye almayı öğretir. Eğer elçiye gerekli destek verilmezse toplumda kötü haberleri yayanların yol açacağı tahribat, savaşta yaşananlardan az olmayacaktır. Bu sebeple toplumumun barış ve huzuruna gerekli itinayı göstermek bir zarurettir.
Buradan itibaren ayetler, başta olduğu gibi tekrar içe yönelir.]

26 Kasım 2015 Perşembe

Yazının Evrimi....


Öksüz ve yetim çocuklarımızın faydasına olabilir. ...

ARKADAŞLAR , BÜYÜKŞEHİR BELEDİYEMİZ YETİM VE ÖKSÜZ ( İLK OKUL, ORTA OKUL, LİSE ) OKUYAN KARDEŞLERİMİZE KİŞİ BAŞINA NAKİT 200 TL VERİYOR.

GEREKLİ EVRAKLAR :
1- ÖLÜM BELGESİ
2- ÖGRENCİ BELGESİ
3 - ÖGRENCİ VE VELİNİN KİMLİK FOTOKOPİSİ

YER: EDİRNEKAPI'DAKİ BÜYÜK ŞEHİR SOSYAL HİZMET BİNAMIZ.

SON GÜN : 4 ARALIK

ETRAFIMIZA SÖYLEYİP VESİLE OLALIM SAYIN ARKADAŞLAR.

Ahzab Suresi Bağlamında Salavât Getirmenin Anlamı-1

Ahzab suresi, şu ayetlerle başlar:
“Ey Peygamber! Allah’a karşı gelmekten sakın. Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Rabbinden sana vahyolunana uy. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. Allah’a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter.”
Kâfir ve münafıklara itaat edilmemesinin gereğini vurgulayarak başlayan bu sure Medenî bir suredir ve bu girişten sonra surenin içeriği özetle şu şekilde ilerler:
Kişinin eşi, annesi gibi (zıhar); evlatlıkları da gerçek çocukları gibi değildir (4).
Çocuklar, babalarına nispet edilerek isimlendirilmelidir (5).
Peygamber, müminlere canlarından ileridir. Eşleri de müminlerin anneleridir. Akrabalık bağları, miras açısından manevi kardeşlik bağından daha fazla hak doğurur. (6).
Allah, sadıklara sıdkından sorabilmek için Nuh, İbrahim, Musa, Meryem oğlu İsa ve son olarak Muhammed’den söz (misak) almıştır. Kâfirlere ise acı bir azap hazırlamıştır. (7, 8).
[Sekizinci ayette لِيَسْپَلَ الصَّادِقٖينَ عَنْ صِدْقِهِمْ “Sadıklara sıdkından sormak” tan bahsedilir. Yani insan, toplum içinde sosyal dokuyu ilgilendiren her konuda dürüst ve her hâlükârda doğru adımlar atmak zorundadır ve bundan sorumludur. Bu sözleşme (misak alma) bahsinden hemen sonra konu, daha önce yaşanmış savaş şartlarına getirilir ve az önce sözü edilen sosyal meselelerle bunlar arasında verilen mücadele ve zorluk açısından bir bağ kurulması istenir.]
Bir zaman üstlerinden ve altlarından üzerlerine ordular saldırınca gözleri kayıp yürekleri ağızlarına geldiğinde, hatta Allah hakkında zanlarda bulunmaya başladıklarında müminler, Allah’ın düşmanlarının üzerine bir rüzgâr ve görülmeyen ordular göndererek kendilerini nasıl kurtarıp nimetlendirdiğini hatırlamalıdırlar (9, 10).
O an orada müminler denenmiş, şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmış, münafıklar ve kalplerinde hastalık (maraz) bulunanlar, “Allah ve Resulü bize sadece boş vaatlerde bulundu.” demiş; bazıları da kaçmak için “Burada (düşmana) karşı konulmaz, evlerimiz (saldırılara) açık durumda!” diyerek Peygamber (sav)’den izin istemişti. (11-13).
Eğer şehirleri gerçekten saldırıya uğrasa ve düşman tarafından fitne çıkarmaları istenseydi, (o kalpleri hasta olanlar) tereddüt etmeden bunu hemen yaparlardı (14).
Oysa dönüp kaçmayacaklarına dair Allah’a söz vermişlerdi ki Allah’a verilen söz sorumluluk gerektirir. (15).
Onlara “Ölmekten yahut (savaşta) öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmak size bir fayda vermez; bunu başarsanız bile hayatın zevkini ancak çok kısa bir süre tadarsınız!” denilmelidir. Çünkü Allah bir zarar vermek istese, kimse O’ndan kaçamaz. Yahut rahmetini bağışlamak istese buna kim mani olabilir? Onlar, Allah’tan başka bir yardımcı ve koruyucu bulamayacaklarını da bilmemektedirler. (16, 17).
Allah, savaştan kaçanları ve kardeşlerine “Bize gelin!” diyerek (savaştan) alıkoyanları bilir. Böyleleri müminlere yapılan yardımı kıskanır. Ama bir tehlike ile karşılaşınca ölecekmiş gibi korkuyla gözleri dönmüş bir şekilde müminlere bakarlar. Tehlike geçince de inananları sivri dilleri ile incitmeye devam ederler. Bu insanlar, iman etmiş değildir ve bu yüzden Allah onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır (18, 19).
Bunlar, korkudan ordunun çekilmediğini zannetmektedirler. Ordu geri dönse çölde bedeviler arasında kalıp uzaktan haber almayı tercih ederler; aranızda bulunsalar bile savaşır görünmekten başka bir şey yapmazlar (20).
[Burada müminlerle münafıklar arasındaki psikolojik çatışma (harp) gündemdedir. Münafıklar savaş şartlarında korku ve vehim üreterek yaptıklarını şimdi toplumsal meselelerin hâllinde dedikodu ve iftira ile yapmaya çalışmaktadırlar.]
Oysa Allah’ın elçisi, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah’ı çok anan kimseler için çok iyi/güzel bir örnektir. Buna göre müminler düşman ordularını gördükleri zaman korkmaz, bu onların sadece imanlarını ve teslimiyetlerini artırır ve “Bu Allah ve Resul’ünün, bize vadettiği zaferdir. Allah ve Resulü doğru söylemiştir.” derler (21, 22).
Müminler, Allah’a verdikleri sözde dururlar. Onlardan kimi şehit düşmüş kimi de şehit olmayı beklemektedir (23).
Allah, sadakat gösterenleri sözlerini tutmalarından dolayı ödüllendirsin, ikiyüzlüleri de -dilerse- azaba çarptırsın yahut (pişmanlık duyarlarsa) tövbelerini kabul etsin diye insanları bu tür sınamalara tabi tutmaktadır (24).
Allah, savaşta müminlere yardım edip inkâr edenleri ise hiçbir hayra eremeyecekleri şekilde öfkeleriyle geri çevirmiştir. Kitap ehlinden onlara yardım edenleri de kalelerinden indirip kalplerine korku düşürmüştür. Onlardan bir kısmı ölmüş bazıları da esir alınmıştır. Böylece Allah, onların topraklarını, evlerini, mallarını ve henüz ayak basılmayan nice yerleri müminlere miras olarak vermiştir (25-27).
[Baştan itibaren buraya kadar bir özet yapmak gerekir. Çünkü savaştan bahseden ayetlerden hemen sonra buradan itibaren ayetler tekrar içe yönelir.
İlk altı ayette toplumsal (sosyal) meseleler sıralanır.

25 Kasım 2015 Çarşamba

Ahzab Suresi Bağlamında Salavât Getirmenin Anlamı- Giriş

-ümmete rahmet-

Bağlamın sure bütünlüğü açısından oynadığı rolü göstermesi açısından en önemli örneklerden biri de Ahzab suresinin 56. ayetidir. Anlam verilirken siyak-sibak ilişkisinin dahi yetmediği ve mutlaka sure bütününde yer alan mananın da dikkate alınması gerektiği, bu ayetle ortaya çıkmaktadır. Başka bir ifade ile bu ayet, sure bütünü dikkate alınmadan kastın tam anlamıyla ortaya çıkarılamadığını gösteren iyi bir örnektir. Ayet, salavât getirme diye isimlendirilen eyleme de kaynaklık etmektedir ki burada bütün mesele, salât kelimesi çevresinde ilerler.
Salât kelimesi, namaz, dua, istiğfar, rahmet, bağışlama, tebrik, senâ, hayırla anmak, yüceltmek, yanmak gibi manalara gelir.(1) Çoğulu salavâttır ve bu şekilde ifade edildiğinde genellikle Allah için senâ (övgü), Peygamber (sav) için de dua anlamını çağrıştırır.(2)
Salavât, kendisine namazda iki şekilde yer bulur.
Birincisi teşehhütte, yani son oturuşta okunan tahiyyat duasındadır. Bu dua da  “…ve’s-salavâtu….” ifadesiyle bütün salavâtların Allah’a ait olduğu dile getirilir.(3) Bunun anlamı, genellikle “Bütün övgüler Allah’a aittir.” şeklinde verilir.(4)
İkincisi, yine namazda Peygamber (sav)’e ve müminlere dua etmektir ki bu dua;
“Allahumme salli alâ Muhammed ve alâ âli Muhammed kemâ salleyte alâ İbrahim ve alâ âli İbrahim, inneke hâmîdun mecîd.” veya “Allahumme bârik alâ Muhammed ve alâ âli Muhammed kemâ bârekte alâ İbrahim ve alâ âli İbrahim, inneke hâmîdun mecîd.” şeklinde ifade edilir. Bu sözler, Allah’tan bütün peygamberlerin atası durumunda bulunan İbrahim (as)’e ne verdiyse Muhammed (sav)’e de de aynısını vermesini talep eder. Bununla da kalmayıp her iki elçinin âlini de içine alır.
Namaz dışında;
Salavât, Ahzab suresinin ilgili ayetinden hareketle müslümanların fiili anlamda hayatlarına yansıtmaları gereken bir emirdir ki muhtemelen ‘salât’ın namaza yansıması da söz konusu surenin nüzulünden sonradır. Salavât, sözlü olarak “Allahumme salli alâ Muhammed ve alâ âli Muhammed” şeklinde ifade edilir ve bunun yanı sıra isminin geçtiği her yerde kısaca “Sallallahu Aleyhi ve Sellem” demek, Muhammed (sav)’in manevi şahsını selamlamak anlamına gelir. Bu şekilde mukabelede bulunmak bir nevi ümmetinin kendisine şahadetidir ve onun rehberliğine duyulan saygıdan kaynaklanır. Peygamber (sav) hayattayken gerek namaz içinde gerekse namaz dışında onu sevmeyi, korumayı, yüceltmeyi ve rehberliğinden faydalanma kararlılığını ifade eden bu samimi yaklaşım, o öldükten sonra da devam ettirilmiştir. Fakat zamanla anlamı ve söylenme kastı unutulmuş sadece vird şeklinde tekrarlanan kuru bir söze dönüşmüştür. Nitekim bu dua, günde beş vakit Nebi (sav)’nin arkasında namaz kılanlar için anlamlıdır. Ama karşısında elçiyi bizzat göremeyenlerin bu sözle ne kastettiklerini anlamaları hususu zihinlerde yeterince açıklık kazanamamaktadır. Zira Peygamber (sav)’e bunca salavât getirmek sadece onun pak ruhuna yardım istemek veya Allah’tan onun için bir makam (makâm-ı mahmûd) talep etmekle sınırlandırılabilir mi?
Salavât getirmek diye tabir edilen cümlenin içinde geçen en önemli kavram salât kelimesidir. Bu kelimenin Kur’an’da pek çok yerde kullanıldığı bir vakıadır. Bilindiği gibi Kur’an’da bir kelimenin birden fazla anlama gelmesine vücuh denir. Farklı vecihleri bulunan eş sesli kelimelerden biri olan salât, diğer çok sesli kavramlar gibi kullanıldığı yere, yani siyak sibak ve içinde bulunduğu bağlama göre anlam kazanır.
Salât kelimesinin geçtiği ayet şudur:
“Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salevât getirirler. Ey müminler! Siz de ona salevât getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin.”
Ayetin mealinde يُصَلُّونَ (yusallûne) fiilinin salavât getirirler şeklinde çevrilmesi hatadır. Zira Allah’ın ve melekelerin salavât getirmesi söz konusu olabilir mi? Elbette hayır. Allah’ın Resul’üne dua ettiği de düşünülemez. Allah’ın salât etmesi, Rasulullah (sav)’a rahmet etmesi, melekleri nezdinde onu tezkiye edip övmesi veya rızası; meleklerin salât etmesi, Nebi için dua edip ve af talep etmeleri; müminlerin salâtı ise Peygamber (sav)’in Allah katındaki makamının yüceltilmesi/yükseltilmesi için dua etmeleri şeklinde anlaşılmıştır.
Ancak surenin içeriği ve bağlamı bilinmeden bu kelimeye yüklenecek mana, akim kalır. Yani salât kelimesinin hangi bağlam içinde geçtiği ve bu kelimeyle özel ya da genel bir anlamın kastedilip kastedilmediği ancak bağlam yardımıyla ortaya çıkarılabilir. Bu nedenle önce surenin içeriğinden hareketle baştan aşağı bağlamını görmek bir zarurettir.

24 Kasım 2015 Salı

21 Kasım 2015 Cumartesi

SOĞUK DAĞ..

İç Savaş'ın başlarında, 
Kuzey Carolina, Soğuk Dağ bölgesinin erkekleri, orduya katılmak üzere yola koyulurlar. Ada (Kidman), orduya 
katılan Inman'ı (Law) dönüşünü beklemek üzere uğurlar. 
Fakat savaşın dehşeti arttıkça yazdığı mektuplara yanıt 
alamayan Ada, savaşın getirdiği yoksulluk ve yalnızlığın içinde

tek başına mücadele vermek zorundadır.

Her yönü ile seyredilesi bir film. Cinsel içerikli sahneler olduğunu belirtmeliyim.
Savaş, savaşan insanları ne hale getiriyor.
Ya geride kalanlar, neler ile ve mücadele ediyorlar. 
"Ben bir insanın keçi ile bile hayatta kalabileceğini öğrendim. Bir keçi sana dostluk yapar, süt verir ve peynir ihtiyacın olduğunda da et olur."(FİLM'DEN)

Ya İNSAN evet insan ne olur? 

20 Kasım 2015 Cuma

Kurulamayan, Kaotik ‘Yeni Dünya’da İnsan Feryadına Kulak Kesilmek

Kâbil’de bombalar patladı, Bağdat’ta bombalar patladı, Beyrut’ta bombalar patladı. İstihbarat zafiyeti var mıydı yok muydu tartışılmadı. Kanıksanmış bir durum. Türkiye’de bombalar patladı. İstihbarat zafiyeti var mıydı yok muydu tartışıldı. Zira alışılmadık bir durum. Fransa’da da bombalar patladı. Türk Milli İstihbarat Teşkilatı derin bir nefes aldı; dünyanın ileri ülkelerinden birisinde de olabiliyordu.

Her gün savaş uçakları havalanıyor, bombalar patlıyor, füzeler uçuyor, gürbüz komandolar kasları ile düşmana korku salıyor, dosta güven telkin ediyor. Her gün, her saat, her dakika, kendinden emin takım elbiseli adamlar, mikrofonlara, anlamsız, gaddar, soğukkanlı daha çok mekanik diplomatik gevezelikler ediyor. Ateş düştüğü yakıyor.

İnsanlar öldürülüyorlar. İnsanlar yaşamları için değil, ölüm biçimlerinin hayırlısı olması için dua ediyorlar. Herhangi bir sınırda hiçbir şeymiş gibi vurularak toprak olmak ya da uluslararası sularda yitip gitmek; en azından mazlum olduğuna şahitlik edecek üç beş kişilik bir cemaat olsun istiyorlar. Nasıl bir dünya, nasıl bir düzen ki; insanlar hayati zorunluluklarla sınırlarını terk edip, farklı sınırlara yığıldıkları zaman ‘öteki’ olmanın derin kimsesizliğini yaşıyorlar. Çoğu zaman insan olmayan iki ayaklı mahluk muamelesi görmek belki ölümden de beter. Neler oluyor? Hayır;

Derin stratejik analizlerde bulunmayacağım.

Kurgulanmış siyasal teorilerden bahsetmeyeceğim.

Sosyolojik çözümlemelerde bulunmayacağım.

Kahredici bir nefreti kuşanmış bölünmüş insanımıza, birlikte yaşamanın yaşanmış pratiklerini de aktarmayacağım. Birlikte yaşamanın ne olduğuna dair tarihsel birikimlerimizi, tarihe ait olanları, siyasal anlamlar yükü altında taammüden öldürdüğümüzden beri tarih, bu yönüyle zaten bir anlam ifade etmiyor. Tarihe her bir bakış; bugünümüze ait kavgalarımıza bir meşruiyet kılıfı bulmak, nefretimize bir haklılık kazandırmak için inşa edilmeye çalışılan kaygan bir zeminden başka neyi ifade ediyor ki…

Devlet ve ulusal güvenlik; ötekisini insan olma vasfından çıkarıp, iki ayaklı, konuşabilen, tehlikeli ve yırtıcı bir canavara dönüştürüveren sihirli kelimeler. Devlet kimin devleti, ulusun güvenliğinden kasıt kimlerin da ha doğrusu nelerin güvenliği? Pek de entelektüel derinliği olmayan sorular değil mi? Hemen şuracıkta, cesetler soğumadan yaşama dair bir nutuk atmak dururken. Ya da havaya uçurulan mazlumların hangi taraf ait olduğuna dair çentik hesabını bilinçaltlarında yapmak, terör saldırılarında canlarını vermiş mazlumları fişlemek varken.

Dost toplantılarında kendisine ait olmayan zaferlere kısık seslerle sevinmek utanmazlığını istikbale ait mesut rüyalarla süslemek, kendi cenahındaki stratejistin haklı çıkmasının gururunu onunla birlikte yaşamak: Müslümanlar ne zamandan beri ‘Ey İnsanlar’ diye nida eden Yaratıcısını unuttu da yaşanılmayacak bir dünya düzenine ayak uydurarak bu kaotik dünyanın ahvalinden bir şeyler devşirmek istemektedir.

Fransa’daki bomba Paris’in merkezinde patlamadı. Avrupa sınırlara yığılan Suriyeli kardeşlerinin başında patladı. Avrupa’nın hümanist sınırları artık aşılmaz kalelere dönüşmüştür. Avrupa’da yaşayan Müslüman kardeşlerin rehindi şimdi ise mahpus. Hem de varsıl Avrupa şehirlerinin yoksul gettolarındaki kendi hücrelerinde.

Devlet ve ulusal güvenlik bültenlerine değil, İnsan feryatlarına kulak kesil, imtihan edilmediğin şeyler hakkında yüksek sesle ve emin konuşma Müslüman!

17 Kasım 2015 Salı

Dua'ya farklı bir tanım...

“Dua, dillerinizle söylediklerinizden çok ellerinizle yaptıklarınızdır.”
Mustafa İslamoğlu

14 Kasım 2015 Cumartesi

Sukut için Sabretmelisin....

“Dağlara sinmiş huzur, 
En küçük kıpırdanış yok ağaç dallarında 
Kuşlar ormanda suskun
Sabret!
Yakın bir gün 
Sen de sukut bulursun.”

-J.W. von Goethe

(Kendinden Öte bir yol Kitabından- Salih Özaytürk)

12 Kasım 2015 Perşembe

Devlerin Gazabı


Jack Higgins'den güzel bir macera romanı.
Emmet Keogh adında eski bir IRA mensubu, Meksika'da yaşarken kendisine gelen bir iş teklifini kabul eder. Ancak bu dakikadan sonra bütün hayatı değişir.

Yanına eklenen bir rahip tiplemesi ile birlikte Meksika'nın tehlikeli yerleşim yerlerinde maceradan maceraya koşar.

Macera romanları severlerin zevkle okuyacağı bir roman. 



Kitabın bitiş tarihi 12 Kasım 2015


İstanbul 2015/31

10 Kasım 2015 Salı

İdealin Realize Edilmesi: Gençlik… (3)

Bugün gençlikle nasıl bir bağ kurulabilir?
Öncelik, içinde yaşadığımız kültürel kodların doğru bir betimlemesini yapmak ve bizi ne kadar etkilediği üzerine bir idrak ve bilinç sahibi olmaya çalışmayı irade etmektir. Yaşadığımız kültürel çağ ile düşünsel duruşumuz üzerinde bir farkındalık oluşturduğumuzda neyi nasıl yapacağımız konusunda bir açık fikre sahip olabilmeyi başarabiliriz. Bunun içinde en temel şart: mevcut düşünsel ve eylemsel boyutumuz ile yüzleşecek ve hesaplaşacak bir cesareti gösterebilmektir. Bu cesaret aynı zamanda o çok övdüğümüz değişimin de mihenk taşıdır. Çünkü değişime açık olamama zaten bazı şeyleri fark etmeyi engelliyor. Bunu itiraf dahi edemiyoruz. Yani sahip olduğumuz düşünce ve pratiklerimizin ne kadarı batılı düşünsel kodlar tarafından belirleniyor ve ne kadarı da İslami düşünce kodlarından besleniyor. Düşüncelerimiz oluşurken etkilendiği ana mecra neresi? Batı mı yoksa batı üzerinden elde edilmiş dini düşünce mi? Bu ikisi arasındaki fark ve bu farkın oluşturduğu ahlaki yapının sahihliğini tartışmadan meseleyi özümleme ve çözümleme mümkün görünmemektedir.
Ayrıca gençliği salt biyolojik bir boyut olmaktan kurtarmak şart! Öbür türlüsü sadece biyolojik gereksinim ve geçicilik üzerinden temelleneceği için yanlış yönelime neden olacaktır. Ahlaki yapı, dinamik eylemlilik, geniş görülülük mevcut durumun ve konumun sihrinden kurtulmaya başladığımızda ve kendimizle de olmak üzere her şeyle araya mesafe koymaya başladığımızda sahip olabileceğimiz değerler olacaktır. Böylece bu değerlere yaslanan kesimle ilişki kurmamız daha rahat olacaktır.
Yaşanan kültürün bir muhayyilesine ve bu muhayyilenin sahip olduğu bir dile ve bu dilin kavramsal çerçevesine haiz olmadan yol kat etmek zor olacaktır. O yüzden dillere pelesenk hale gelmiş ‘yeni bir dil’ inşa etmeliyiz veya ‘yeni bir dile’ ihtiyacımız var, söylemlerinin altını doldurmak gerekir. Bunun içinde yeter şart: mevcut gidişatın kavramsal şemasını doğru algılayabilmektir. Yani algı düzlemimizin nasıl değişip dönüştüğünü kavramakla işe başlamalıyız. Gence ulaşmak öyle hadi ulaşalım dediğinizde ulaşılacak bir durum değil! Ciddi anlamda felsefi bir alt yapıya ihtiyaç hissettiriyor. Bunun içinde mevcut kazanımlarımızın bir kısmından vazgeçmeyi göze alabilmeyi de içermektedir. Yani yeni bir dil yeni bir duygu ve anlam arayışını da içerecektir. O yüzden post modern kültürün başat öğesi olan parçalanmış kimlik ve parçacı yaklaşım ile bu mesele çözüme kavuşturulamaz!
Detaya inmeden bu meseleyi üç temel kavram üzerinden yeniden okumaya davet ediyorum.
İstikamet üzere olma:
İstikametin sahihliği; buna yönelik Kuranî vurgunun keskinliğini ve derinliğini dikkate sunarım. İstikamet olmadan herhangi bir şeyi doğru ve sahici bir şekilde ortaya koymak mümkün değildir. Çünkü bir şeyi kıymetlendiren ve ona anlam yükleyen şey bizzat istikametin kendisidir. El hak doğrudur Müslümanlar kendilerini istikamet üzere kabul ederler. Ama Kuran açık bir şekilde istikamet üzere olmayı Allah’tan dua ile dilemeyi emretmektedir. Ve ayrıca sürekli bir şekilde ‘yöneliminiz nereye’ sorusunu da sormaktadır. İnsanların kendilerini istikamet üzere görmeleri mümkün ama yeter şart değildir. Önemli olan sağduyulu bir yaklaşımla sizin dışınızdaki bir bakışın sizin istikamet üzere olduğu yönündeki beyanıdır. Bu tabii ki yalandan ve ideolojik maskelerden uzak bir yaklaşım içinde olanların dikkate alınabileceği bir vasatı işaret eder.
Kendi istikametini sorgulayan bir kişi ne kadar değerlidir biliniyor mu acaba! Belki şöyle de söylenebilir: bugün kendi istikameti konusunda bir şüphe taşıyan var mı? Yani istikameti konusunda kendi kendisiyle yüzleşmeye cesaret bir kişi, kurum ya da hareket söz konusu mu? Yaşadığımız bunca yanlışa rağmen hala bu soru eğer bir cevaba duçar değilse neyi nasıl konuşmaya başlayacağımız konusunda bir karamsarlık üretebilir. Mevcut verili kültürel yapıdaki tartışmalara vakıfım ve bu tartışmalar sahihlik tartışmalarını içermekle birlikte gerçek anlamda bir istikamet eleştirisine ulaşamamaktadır. Ve bir çok tartışma kendi zemininin dışında gerçekleşmektedir. Hatta bir adım ileri giderek bu tartışmalar maalesef bizi istikamet üzere olmaktan sadece uzaklaştırıyor. Çünkü o saflığımızı oluşturmaya yönelmediğimizde istikametimizin sahihliğini sağlama konusunda hep bir zaaf taşıyoruz. Ve bu zaaf sadece Müslümanları bölüp parçalamaktan başka bir işe yaramamaktadır. Selefi, sufi, gelenekçi, modernist, ılımlı, radikal vesaire daha da çoğaltılacak ayrışmalar bir istikamet sorusuna ve sorununa tevdi edilmedikçe sağlıklı bir zemini işaret etmiyor. Bu parçalanmışlık gençlik ile bir bağ kurmada da zaaf oluşturuyor. Bu bağlamı hesaba kattığımızda istikamet üzere olmak aynı zamanda bütünlüğü ve tamlığı da içermektedir. Yani güncel deyim ile vahdeti sağlayan önemli bir etkendir.
Bir istikamet sahibi olmak mevcut durumu ve olabilecek şeyleri nasıl yorumlayacağımızı ve anlamlandıracağımızı aşikar kılarak onu eleştiriye tabi kılmayı kabullenmeyi ve kendimize olan güveni işaret eder. Elde etmek istediğiniz şeyin ne adına elde edileceğini belirlemek açık bir yapıyı inşa etme konusunda da güvenilirlilik sağlar. Böylece eldeki mevcut dedikodu ve eleştirileri bertaraf ederek varlık sahasında şüpheye mahal kalmaz. Bunun sağlayacağı emin olmanın toplumsal zemindeki kıymeti harbiyesini ise ehline bırakalım…
(Makalenin devamı gelecek hafta pazartesi günü yayınlanacaktır.)

Kur'an günlüğümden....

Fatır Suresi 5- Ey insanlar! Allah'ın vadi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytan) da Allah hakkında sizi kandırmasın!
10- Kim izzet ve şeref istiyor idiyse, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah'ındır. O'na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah'a amel-i salih ulaştırır. Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzağı bozulur.
19- Körle, gören bir olmaz.
20- Karanlıkla aydınlık da bir olmaz.
21- Gölge ile sıcak da bir olmaz.
22- Dirilerle ölüler de bir olmaz. Şüphesiz Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirlerdekilere işittiremezsin!
37- Onlar orada: Rabbimiz! Bizi çıkar, (önce) yaptığımızın yerine iyi işler yapalım! diye feryad ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? (Niçin inanmadınız?) Şimdi tadın (azabı)! Zalimlerin yardımcısı yoktur.


9 Kasım 2015 Pazartesi

Kur'an günlüğümden..

Sebe Suresi 46 De ki: Size bir tek öğüt vereceğim: Allah için ikişer ikişer ve teker teker ayağa kalkın, sonra da düşünün! Arkadaşınızda (peygamberde) hiçbir delilik yoktur! O ancak şiddetli bir azap gelip çatmadan evvel sizi uyaran bir peygamberdir.
47 De ki: Ben sizden bir ücret istemişsem, o sizin olsun. Ücretim yalnız Allah'a aittir. O, her şeye şahittir.

48 De ki: Kuşkusuz, Rabbim gerçeği ortaya koyar. Çünkü O, gaybı çok iyi bilendir.

8 Kasım 2015 Pazar

Zalim ve cahil olan kim? Ve buna en büyük Şahit Kim?

Ahzâb, 72. Ayet: Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.

7 Kasım 2015 Cumartesi

"Hayata Kal"manın ahlakı olmalı değil mi?

Filmin bilgisi ve Konusu:Uçak kazası sonrası, Pasifik adalarında ıssız bir adaya düşen Amerikalı futbol takımı oyuncuları, sınırlı kaynaklara sahip adada kurtarılmayı beklerlerken,kaynakların sınırlılığı ve çeşitli anlaşmazlıklar sonrası takım ruhunu kaybedince gruplaşmalar baş gösterir.Şiddete meyilli ve dengesiz tavırlar sergileyen ve takımın özverili oyuncularından arasında alfa erkek olma yolunda ayrıca bir mücadele başlar.Takım oyuncuları ıssız adada mahsur kaldıkları süre boyunca hayatta kalmak için zor seçimler yaparak yaşam mücadelesini sürdürmek durumundadırlar.

Filimde uygunsuz sahnelerin olduğu bilgisini hemen başta vereyim. Şimdi başlıkta ki soruyu soralım.
"Hayata Kal"manın ahlakı olmalı değil mi?
Evet olmalı işte bu filim buna bir yerde cevap vermiş.
Bizde kendi cevabımızı vermeliyiz.

Paylaşarak kardeşçe hayatta mı kalacağız?
Yoksa bencilce davranıp teker teker yok mu olacağız?

Değişime kendinden başlamalısın...


Demokrasi kimin malı?


3 Kasım 2015 Salı

1 Kasım 2015 Seçim Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme…

Bu seçim bir kez daha bize gösterdi ki bu halk bu ülkenin aydınından, entelektüelinden, gazetecisinden, bürokratından, siyasetçisinden, sanatçısından, sinema yıldızlarından, sahne sanatçılarından, televizyon programcılarından veya starlarından daha ileri düzeyde bir bilince sahiptir. Ve bu seçimde de ideoloji yerine ontolojik güvenliği esas alarak nasıl bir rasyonelliğe sahip olduğunu gösterdi. O yüzden bu halkı çok seviyorum; nerede, nasıl bir tavır belirleyeceğini çok iyi gösteriyor. Bu bir halk güzellemesi değil, bilakis; cumhuriyet tarihi boyunca sistem nerede tıkanmışsa -olumsuz anlamda- orada devreye girmiş ve bütün mühendislik oyunlarını boşa çıkarmıştır. Demokrat Parti’den tutun Ak Parti’ye kadar bütün muhafazakâr partilere verilen destek bu çerçevede okunabilir…

Hatadan dönmek erdemliliktir. Ak Parti, bir önceki seçimde yaptığı hataların bir kısmından geri adım attı. Şiddet ve teröre karşı ise dirayetini ve kararlılığını gösterdi. Ayrıca bu seçimde ekonomik vaatleri ön plana alarak o katı ideolojik varyasyonlara dayalı politik propagandadan kendini kurtardı. Bu da bir önceki seçimde kaçan seçmeni yeniden sandığa götürdü. Ama Ak Parti bunu mutlak bir destek olarak algılarsa ciddi bir hataya düşmüş olur. Çünkü bu gelen oylar, geçici özelliğini taşıdığı gibi başka oyları taşıyacak potansiyeli de bünyesinde barındırıyor. O yüzden Ak Parti bu kesimin temel tercihlerine ve beklentilerine dikkat kesilmek zorundadır.  

Aslında son yerel seçimlerden sonra Hilal TV’de seçim sonuçlarını değerlendirirken dikkat çektiğim şeyleri, bu süreçte yaşadık. Benzer şeylerin tekrar yaşanmaması için tam bir kırılma noktasında bulunan bu ülkenin geleceği bağlamında artık Ak Parti’den kendisine yüklenen bu sorumluluğun gereğini yerine getirmesini beklemek herkes gibi benim de hakkımdır. Dikkat çekmek istediğim temel yaklaşımların neler olduğunu hem Ak Parti yöneticileri hem de okuyucularımla paylaşmak istiyorum…

  1. Toplumsal mutabakata dayalı yeni bir anayasa yapılmalı. Bu, sadece çoğunluğun değil azınlığın haklarını da dikkate alan bir mutabakatla sağlanmalı. Çoğulculuğu eksene alan Anayasa, niceliği az niteliği fazla, kapsayıcılığı en geniş noktada olmalıdır. Burada mutabakat sosyal tabakalarla yapılmalı, yoksa temsilci niteliği ile öne çıkan ama ideolojik yaklaşımdan başka bir yol bulamayan kişileri dikkate alma gerekliliği yoktur. Ayrıca toplumsal tabakaların arzu ve istekleri ve onları güvenli kılacak bir zemini işaret edecek hukuksal, ekonomik ve siyasal bir zemin kendiliğinden mutabakatı oluşturacaktır da…

  1. Şımarmadan sevinen ve kaybedenlerin haklarını ve saygınlıklarını dikkate alan bir dile ihtiyaç var. Çünkü barış dediğimiz güzellik ancak bu şekilde olur. Kibir yerine tevazuu eksene almalı... Yıkıcı olmak yerine onarıcı olunmalı... Ben kazandım demek kibir; kazanmayı kendine ve çalışmasına bağlamak; tekebbürdür. Tekebbür ise bütün kötülüklerin anasıdır. O yüzden halkın gösterdiği ilgiyi kendi gücünün ve iktidar olmanın bir avantajı değil, bilakis halka hizmet etmenin ve ondan mutluluk çıkarmanın bir vesilesi kılmalıdır. Yeni bir dilin inşası ise kaçınılmazdır. Üstten bakıcı, inkâr edici ve küçük gören bir dil yerine diyalog öneren, saygınlık üreten ve ilişkileri değerli hale getiren bir dile ihtiyaç vardır. Bu dil ise parçacı, sığ, silik, sinik, ayrıştırıcı ve yok sayıcı olmamalıdır. Hakkı gözeten, hakikati önceleyen, birleştirici ve doğruyu eksene alan, muhatabını dinleyen ve sadece gerçeğe yaslanan bir dil olmalıdır.

  1. Özgürlüğün ve eşitliğin toplumsal tabana yayılmasını sağlayacak anayasal ve yasal düzenlemeler bütün açıklığı içinde gerçekleştirilmelidir. Özgürlüğün hiçbir şekilde vazgeçilmeyeceğine dair ciddi bir algının yerli yerinde oluşturulması çabasına kurumsal ve kişisel destek verilmelidir. Yani tam ahlaki bir tavır... İsyan Ahlakı diyebileceğimiz bir zemini siyasal alana taşıyarak, bugüne kadar gösterilen ve yapılan siyasallığın dışında, ona isyan ederek, yepyeni bir ahlaki kriteri gündeme taşımalıdır. Ve bilinmelidir ki bütün idrak özgürlük ve eşitlik üzerine bina edilmiştir. Çünkü bu iki kavram modern kültürün başat öğesidir ve eğitim bunun üzerine kurulmuştur.

  1. Sosyal adaletin tesisi konusunda yeni bir düzenlemeye gidilmesi elzemdir. Haksızlığı çağrıştıracak eylem ve söylemlerden uzaklaşıp, bölüşümü ve adaleti ikame edecek bir idrak ile hareket edilmeli. Toplumda oluşmuş yanlış kaygıların giderilmesi için gerekli olan düzenlemeler yapılmalıdır. Ayrıca paylaşımı yandaşlıktan çıkararak toplumsal paydaşlılığa dönüştürülmelidir. Toplumsal barışın temeli bunun üzerine kurulmuştur. Tarihten bu tarafa çatışmaların, savaşların ve kaosun en temel sebebi sosyal adaletin bir şekilde zedelenmesidir. Bu yüzden toplumsal adaleti zedeleyecek her şey tehlikeli ve ontolojik güvenliği tehlikeye atacak bir tutum olur.

 
  1. Bir medeniyet hamlesine ve bu hamleyi yapacak düşünsel ve kültürel bir ayaklanmaya olan ihtiyaç izahtan varestedir. Bu çerçevede yeni dönemde düşünceye ve kültüre büyük bir ağırlık verilmeli, sanatsal yaratıcılıklar desteklenmeli ve düşünsel boyutu ihmal etmek cezalandırılmalıdır. Bu ülke sığlıktan kurtarılmalıdır. Bugüne kadar ne çektiysek sebebinin bu sığlık olduğu unutulmamalıdır. Kendi varlığını ve öz benliğini idrak etmenin yegâne yolu, tarihsel köklerinden devraldığımız bu medeniyet perspektifini ilkeleri üzerinden yeniden kodlamak ve hayatı bu kodlar üzerinden yeniden inşa etmeye çalışmaktır. Bunu gerçekleştirebilmenin yolu bilgi ve bilginin doğru bir yöntemle edinileceği yerli bir damarın ortaya konmasıdır. Bu arada medeniyet hamlesi derken kastettiğim şey; İslam Düşüncesi’nin temel kodları üzerinden bugünü yeniden yorumlayacak düşünsel karakteri gösterebilmenin sonucunda elde edeceğimiz hayata dair tecrübelerimizdir.

  1. Kuşatıcı ve yapıcı bir onarım hamlesini başlatmalı, hemde her sahada... Sadece bu ülkeyi değil, önce ümmeti sonra bütün insanlığı kurtaracak olan şey adalet ve hakikat bağlamında herkesin kendini bulacağı bir düzenin inşasıdır. Bu da ancak kuşatıcı ve yapıcı olmaktan, yani ötekini düşünmek ve onların haklarını sağlayacak bir güveni tesis edebilmekten geçer. Eğer sadece kendinizi düşünür ve öyle davranırsanız aslında kendinizi tehlikeye atıyorsunuz demektir. Bunun örneklerini tarihte de günümüzde de bulabiliriz. Ancak içinde yaşadığımız ve Anadolu Kültürü dediğimiz İslami düşünmenin yansıması ve uygulaması olan bakışı hesaba kattığımızda kendimizden çok başkasının varlığının ontolojik güvenliğini hesaba katma zorunluluğumuzdur bizi barışa taşıyacak olan ve daha çok insan kılacak olan…

  1. Şimdi işin bam teline geldik. Çünkü yukarıda dile getirdiğimiz şeyleri yerine getirebilmek için ihtiyacımız olan şey eğitimdir. Eğitimin, bu yüzden yeniden gözden geçirilmesi ve yeni bir hamleye ihtiyacı vardır. Özellikle modern eğitimi yeniden gözden geçirmeli ve doğru teşhislerle doğru adımların atılmasını sağlamalı, özellikle de davetçi kişilikler, yani ideal şahsiyetlerin yeniden kıymetlendiği bir zemin inşa edilmelidir. Belki bu uzun zamanlar alacak bir süreçtir. Ama asla göz ardı edilmemesi gereken temel bir yaklaşımdır. Bunun ehli olanlar bu süreci dikkatli bir şekilde planlamalıdır.

 
Sonuç itibarı ile bu seçimin sonucunun hayırlı olabilmesi için siyaset, entelektüel dünya, düşünce ve öncü hareketlerin birlikte hareket ederek daha doğru bir zeminde yol almaya, sulhu ve selameti toplumsallaştırmaya yönelmesi, çatışmayı, reddetmeyi ve yargılamayı bir tarafa bırakması gerekmektedir. Anlamayı öne çıkarmaları ve her haklının haklılığını kabul edecek erdemliliği göstererek birlikte onun hakkını verebilecek siyasi, iktisadi ve düşünsel zemini de inşa etmeye çalışmaları vicdani sorumluluklarıdır.
Abdulaziz Tantik