26 Ekim 2011 Çarşamba

Hüzünlü durma....

Yalnız ve kalbin boş ise,
Baktığın camların bir faydası yok,
Kaçan gemi gibi düşün mutluluğunu,
Arkasından baka kalırsın faydası yok,
İyisi mi elinde ki ile mutlu ol.

Ne yaparsın kader denen örümcek
Ağalarını örer,
Sen göremezsin, o örer
Pişmanlığının ve içine akıttığın göz yaşın
Artık faydası yok.
Ömür dediğin az kaldı bitiyor.
Bu gidişle sana bir faydası yok.

Hüzünlü durma,
Ben de hüzünlenirim seninle
Ama sana faydası yok.
Kader fırsat verir,
Değerlendirmez isen sana faydası yok.

Yalnızlığın,
Sana maskeler taktırmasın
Maskelerin,
Kalbinin sesine faydası yok.
Ah o küçük hesaplı hokkabazlıkların geçince,
Sana faydası yok.

Hüzünlü durma,
Takılan maskelerin faydası yok......
Serdar KARAMANLI
25EKİM2011

17 Ekim 2011 Pazartesi

Kur'an Mesajı/Meal- Tefsir (Muhammed ESED)

Kur'an Mesajı/Meal- Tefsir 
Muhammed ESED

Çeviren: Cahit Koytak/ Ahmet Ertürk
Yayın Yılı: 2006
Orjinal Adı: The Message of The Qur'ân

Bitiriş tarihi : 16 EKİM 2011


OKU,  yaratan Rabbin adına, insanı bir yumurta hücresinden yaratan! Oku, çünkü Rabbin Sonsuz Kerem Sahibidir, [insana] kalemi kullanmayı öğretendir, insana bilmediğini belleten!

Okuyucuya takdim ettiğim bu çalışma, ömür boyu süren incelemelerin ve Arabistan’da harcanan yılların bir mahsulüdür. Bu çalışma Kur’an mesajının bir Avrupa diline tam deyimsel ve açıklamalı olarak çevrilmesi yönünde atılmış bir adım, belki de ilk adımdır. Yine de Kur’an’ı, mesela Platon ve Shakespeare tercümelerinde ulaşılan sıhhat derecesinde “tercüme” ettiğimi iddia ediyor değilim. Diğer herhangi bir kitaptan farklı olarak Kur’an’ın anlamı ile dilbilimsel cephesi ayrılmaz bir bütün oluşturur: Bu cümledeki tek bir kelimenin konumu, deyimlerinin ritmi ve sesi ile sözdizimsel yapısı; bir mecazın farkedilmeyecek şekilde pragmatik bir ifadeye dönüşmesi; sadece belâgat için değil, fakat aynı zamanda söylenmeyen fakat açıkça kastedilen fikirleri ima etmenin bir aracı olarak sese ilişkin vurguların kullanılması.. İşte bütün bunlar Kur’an’ı son tahlilde eşsiz ve tercüme edilemez kılar. Nitekim bu gerçek, birçok eski mütercim ve bütün Arap alimleri tarafından vurgulanmıştır. Ancak Kur’an’ı diğer dillerde aynen “yeniden üretmek” imkansız olsa da, Kur’an mesajını, çoğu Batılılar gibi Arapça’yı hiç bilmeyen veya -Arap olmayan, eğitimli Müslümanlar arasında örneğine sıkça rastlanan- yardım görmeden yollarını bulabilecek kadar iyi bilmeyen insanların kavrayabilecekleri bir biçimde aktarmak mümkündür. (Ön sözünden)

Ben ne düşünüyorum; Esed için çeşitli suçlamalar olmuştur, olmayada devam edecektir. Derdiniz hakikati aramak ise bunlara kulak asmadan yolunuza devam etmeniz lazımdır. Akıl tutulması yaşayan ve kendi fikirlerinden başkalarının düşüncelerine saygı duymayanlar için söylenecek söz çoktan bitmiştir. Farklı bir Meal okuması yapmak isterseniz, okumalısınız, okumaya devam etmeli, okumayı kapatan tüm garip zihinleri ve dayatmaları red etmelisiniz. Eğer samimi iseniz, Rahman olan Allah c. sizi muhakkak bir yola çıkaracaktır.
Allah c. samimiyetle çalışanların mükafatını zayi etmeyeceğini bildirmiştir. Çıkacağımız bu kutlu yolda Allah yar ve yardımcımız olsun.AMİN.
Unutmamalı ki Kur'an en doğruya ulaştırır.(İNANLAR İÇİN) ve en doğrusunu Allah c. bilir.

Kitaplara küsmeyin dostlar...
Selam ve kalbi hürmetlerimle
Serdar Karamanlı

15 Ekim 2011 Cumartesi

O, mukayyet kültürünün son temsilcilerinden


O, mukayyet kültürünün son temsilcilerinden
O, mukayyet kültürünün son temsilcilerinden

Şevket Hüner’in pekçok özelliğine dikkat çekebilirsiniz.
13:42, 15 Ekim 2011 Cumartesi

Mukayyet olma; bir kültür olarak bugünlerde yitirilmiş bir duruma işaret ediyor. Müslümanlaşmanın heyecanla buluştuğu demlerde Müslümanlar birbirlerine mukayyet olmak için özel bir çaba harcarlardı. Bu çaba içinde bir beklenti içinde olmazlardı. Böylece ellili yaşlarda olan bizler mukayyet olma şuuru ile bir nesli yetiştirme imkânı bulduk. Ama bizden sonra bu mukayyet olma kültürü biraz arkaik olarak değerlendirildi ve terk edildi. O yüzden bir nesil heba oldu. Şimdilerde ise bu mukayyet olma kültürü neredeyse tamamen ortadan kalktı. Cemaatler ve vakıflar bile mukayyet olmayı geride bırakmış, daha çok konferans ve seminerler aracılığı ile bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Elbette ki konferans ve seminerlerin bir katkısı olacaktır, buna kimse karşı çıkmaz. Ama kişi ile her türlü durum ve olayda ona sahip çıkma, kendi aile bireyiymiş gibi davranabilmeyi içermesi bağlamında “mukayyet olma” önemli bir boşluk haline gelmiştir...
1992 yılı idi sanırım bir dost meclisinde ilk kez karşılaştık… Sıcaklığı ve yakın duruşu ile hemen gözüme çarpmıştı. Çok içten ve samimi aynı zamanda güleç bir yüz ile karşılaşmak bu ilk karşılaşma için bayağı iyi gelmişti. Ateşli ve heyecanlı anlatımı, acelesi varmış gibi duruşu, insana sokuluyormuş hissi veren yaklaşımı ile zihnimde hep canlı kalan bir portre oldu Şevket Hüner
En güzeli ise Şevket ile ne zaman karşılaşsak sanki hiç ayrılmamış gibi bıraktığımız yerden devam edebileceğimiz bir vasatımızın olmasıydı. Yirmi yıllık dostluğumuz süresince öyle çok fazla görüşemesek bile sürekli bir araya geldiğimizde yeniden başlamamanın hazzı benim açımdan önemliydi. Çünkü onunla bıraktığımız bir yer vardı ve o oradan yeniden başlayabileceğimiz kırattaydı. Bu onun güzel hasletlerinden sadece biriydi.
Önce hocasını tanıtmalıyım…Ahmet Sarıoğlu
Bayrampaşa denince bir hoca akla gelirdi o yıllarda… Murat Camii imam hatibi Ahmet Sarıoğlu Hoca… Aynı zamanda Seyyid Sabık’ın harika kitabı ‘Fıkhu’s-Sîre’nin mütercimlerindendi. Bayrampaşa dâhil yakın yerlerden gelen yüzlerce talebeye kol kanat geren; yani mukayyet olan bir hocaydı. Genç sinemacılardan Ümmügülsüm Sarıoğlu’nun babası, hepimizin zevkle dinlediği Ömer Karaoğlu’nun da kayınbabası idi… İşte bu yüzlerce talebeden biri de Şevket Hüner idi. Şevket bir gün anlatıyordu: “Hocamla Buhari dersleri yapardık. Bize hadisi anlatırken sanki İmam Buhari orada arkada duruyor ve hocam ondan alıp bize taze taze anlatıyordu…” Bu bize hocanın nasıl bir heyecan ve dinamizme sahip olduğunu gösterir. Şevket de bu konuda hocasına benziyor. Çünkü onu Liman Gençlik Merkezi’nde ders anlatırken görmelisiniz… Çocuklara nasıl heyecanla anlatır. Ve hocası gibi o da daha çok hadis dersi yapmayı seviyor. Yolunuz düşerse bir gün Liman’da onu Riyazü’s-Salihin anlatırken dinleyebilirsiniz…
İnsan ve Medeniyet Hareketi
Şevket Hüner, bir Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik bölümü mezunudur. Yıldızlı olması hasebi ile Yıldız Mezunlar Derneği’nin kurucu üyeleri olan Fahrettin Kültür, Dursun Özcan, Emin Batur veCengizhan Atakul gibi camianın sevilen halkasının hemen altında Şevket Hüner’i bulmak zor olmasa gerek… Ayrıca Yıldızlı Elektrik Mühendisi olması hasebiyle de Yıldız mezunları toplantılarının müdavimlerinden biriydi… Sonra o camia bugün İnsan ve Medeniyet Hareketinin oluşumunu sağladı… O camiada sevilen ve sayılan biri olmakla birlikte medyatik olmadığı için bugüne kadar biraz göz ardı edilmiş önemli bir değerimizdir.
Çevresine mukayyet olur
Şevket’in anne sevgisi bir başka… O her zaman annesini hayırla yâd eder ve “cennetim” diye betimler. Sanki dünyada cenneti yaşamak isteyenler anne kucağını terk etmemeliler diye inanır. Ben anneme gidiyorum dediğinde akan sular durur. Onu herhangi bir yere götüremezsiniz…
Şevket sadece dost canlısı değil, aynı zamanda dostluğun getirdiği sorumluluğu üstlenen ender insanlardan biridir. O yüzden çok fazla kişi ile tanışma isteği hep eksik olur. Bunda da haklı nedenleri var… Aile olarak yardımlaşmayı çok sever… Etrafına sürekli mukayyet olur. Bulunduğu mahalde muhakkak fakir fukara varsa onları tespit ederek yardımın ulaşmasına vesile olur. Şehremini’nin mukimidir. Sürekliliği orada da kendisini gösterir. İlgilendiği kişilerle de bu süreklilik üzerinden ilişki kurar.
Şevket’in ısrarla söylediği bir şey var: “Mukayyet kültürünü yeniden diriltmeliyiz, yoksa çocuklarımız heba olur. Birbirimize değer vermeliyiz. Değer üretmeliyiz ki yaptıklarımız değerli olsun…” Yani saygınlık üretmeliyiz ve ilişkilerimizin mihenk taşını bu saygınlık oluştursun… Aslında hepimizin yaşadığı temel sorunlar üzerine kendince önemli bulduğu bu saygınlık ve mukayyet olma kültürünü diri tutmanın çabası içindedir. O yüzden o bir yere gidiyorsa veya bir yere gitmiyorsa belirleyenleri bu saygınlık ve mukayyet olma kültürüdür…
Şevket Hünerİlkelerin insanı
Dilinden düşürmediği “Sözün anlamı amelle, yani eylemle belirlenir” ifadesi onun nasıl bir eylem adamı olduğunu da ortaya koyuyor. Çok örnek bir davranışı daha var: Çok geç yaşta yazıya merak sardı. Yaptığı farklı ve yoğun okumalarının hâsılasını şimdi herkese olmamak kaydıyla özel bir okur profili ile paylaşmaktadır. Haftada birkaç yazı yazar ve arkadaşları olan okurları ile paylaşır. Yazı üzerinden de olsa fikirlerini arkadaşları ile paylaşarak yeni duruma uygun bir mukayyet olma kültürünü yine canlı tutar. Arkadaşları ile istişare ederek yaptığı eylemler ona büyük bir haz vermektedir. Ama kendisi ile istişare edilmeden atılan bir adıma da bigâne kalacak kadar bu konuda tavizsizdir. İlkelerinden ödün vermeyen biri… Faiz meselesine herhangi bir analiz ve eleştiriye gerek duymadan banka ve banka sistemlerinin kapitalist özelliğine dikkat çekerek açık tavır alır…
Harama karşı duyarlılığı yüzünden harama bulaşmış biri ile ilişkilerini hemen keser. Bu konudaki tavizsizliği çok memnuniyet verici aynı zamanda… Aslında bu durum da mukayyet olma kültürünün taşıdığı olumluluklardan biridir. Arkadaşları da kendisi gibi pırlanta insanlar. En yakınındaki üç ismi sayacak olursam, benim muttali olduğum, Arif Arcan, Doktor Baki ve Mustafa Karakaş’tır. Elbette ki onlarca, belki yüzlerce arkadaşı var…
Eleştirel okumalar
İyi bir sinema izleyicisidir. İran filmlerinin neredeyse tamamını izlemiştir. Dünya sineması ve Türk sinemasını da izler. Sadece izlemekle yetinmez, eleştirel bir tutumla arkadaşlarına da önerir. Özellikle Liman Gençlik Merkezi’ndeki sinema okumalarında yaptığı yorumlar izleyiciler için önemli dersler  içeriyordu. Her meseleye iman nazarından bakması ve yorumlarını bu çerçeve içinde yapması ayrıca mukayyet olma kültürünün nasıl şahsiyetini oluşturduğunun da göstergesidir.
Aliya İzzetbegoviç’i hem okur, hem sever. Akif Emre’yi de okur, tavsiye eder ve ayrıca sevdiğini de bilmekteyim. Gökhan Özcan gibi eleştirel yazılar yazan kişileri takip etmeyi önemser ve kendisi de mühim ayrıntılar üzerinden yazılarını temellendirir.
Şevket Hüner, başlı başına bir mukayyet olma kültürünün ayakta kalan temsilcisi olmayı fazlasıyla hak etmektedir. Sevgisinin ve nefretinin sebebinin bizzat dini gayret olduğu ender kişilerden biridir… Ve ben onu çok seviyorum…
Abdulaziz Tantik bir dostu anlattı
13:42, 15 Ekim 2011 Cumartesi


http://www.dunyabizim.com/?aType=haber&ArticleID=7654

12 Ekim 2011 Çarşamba

Kırmızı Pazartesi

Kırmızı Pazartesi
Yazarı : Gabriel Garcia MARQUEZ
Yayınevi : Can Yayınları
Çevirmen : Faik BAYSAL
Basım Yeri / Tarihi : İSTANBUL / 1998 - Ocak
Sayfa Sayısı : 111 
Bitiriş Tarihi : 12 EKİM 2011

KİTAP HAKKINDA
ŞİDDET, TARİHİMİZİN EN BÜYÜK DOĞURGANIDIR
Evet Marquez yukarıdaki gibi bahsediyor 1981 yılında yazdığı romanından. Aslında sıradan sayılabilecek polisiye bir olayı; akıcı, sürükleyici bir romana dönüştürerek ustalığını gösteriyor.

Kitaba başlarken olayı biliyorsunuz. 1951 yılında,Kolombiya’nın küçük bir kasabasında bir cinayet işlenmiş... Ölen belli, öldüren(ler) belli,sebep belli... Fakat daha o zamanlar sadece birkaç öyküsü yayımlanmış genç bir gazeteci ve olayların tanığı olan yazar bu cinayeti araştırıyor,annesine verdiği söz sebebiyle bazı röportajları yıllar sonra yapsa da her şeyi ilmek ilmek işleyerek önümüze harika kurgulanmış ve bize olayı hem mekanıyla, hem kişilerle, hem de kişilerin içinde oldukları ruhsal durumlarla birebir yaşattığı bu romanı ortaya çıkarıyor. Olay gerçek olmasına ve kayıtlara dayanmasına rağmen, yüksek olasılıkla özel sebeplerden, isimlerin büyük bir çoğunluğu(kendi ailesinden olanlar hariç) ve olayın olduğu yer değiştirilmiş. Sadece olayın yapısı aynı kalmış.

MARQUEZ in okuduğum ikinci kitabı ne yalan söyliyeyim Kayıp Denizciyi daha fazla beğendim. Buna rağmen okumanızı tavsiye edebilirim..Keyifli okumalar...
Kitaplara küsmeyin Dostlar....
Serdar Karamanlı

7 Ekim 2011 Cuma

Benim Devletim Timur: Tüzükat’ı Timurin ve Cengiz Yasası

Benim Devletim Timur: Tüzükat’ı Timurin ve Cengiz Yasası
BİTİŞİ TARİHİ : 7 EKİM 2011
Benim Devletim Timur: Tüzükat’ı Timurin ve Cengiz Yasası hakkında : İçinizden çoğunuz Tanrının yardımı ile benden sonra hükümdar olacaksınız. bunun için sizlere armağıan olarak kendi kurallarımı bir araya topluyorum. Bu kurallarıma uymak, çocuklarıma, vaktiyle benim katlanmak ve devirmek zorunda olduğum bir çok güçlüklere, yorgunluklara Allah’ın lutfü ve Muhammed dininin etkisiyle atlattığım tehlikelere karşı bir baht kaynağı ve gelecek olsun.

Bizler Timurlenk hakkında hep olumsuz bilgiler edindik veya kasıtlı olarak öğle öğretilmiş. Bu kitap Timur Han ile ilgili kısa ama giriş olması bakımından iyi bilgiler vermektedir. Ayrıca, Türklerin yasaları İslam ile nasıl iyileştiğinide bu süreçte görebiliz. Özellikle Timur Han ile Yıldırım Beyazıt Han arasında ki konuşma aktarıldığı gibi ise tarih bilgilerimizi yenilememiz gerekecek.
Dostlar Kitaplara Küsmeyin
Serdar Karamanlı

3 Ekim 2011 Pazartesi

AKLETMEK üzerine


Bismillahirrahmanirrahim,
Kentin en uzak ucundan bir adam koşarak geldi [ve] "Ey kavmim!" dedi, "Bu elçilere uyun!
Sizden hiçbir karşılık beklemeyen ve kendileri doğru yolda olan bu kimselere uyun!"
"[Bana gelince,] neden beni yaratmış olan ve hepinizin dönüp varacağı Allah'a kulluk etmeyeyim?
(Neden) O'ndan başka ilahlar edineyim? [O zaman] Rahmân bana bir zarar vermek isterse ne onların şefaati zerre kadar fayda getirir, ne de (bizzat kendileri) beni koruyabilirler:
işte o zaman ben apaçık bir sapıklığa düşmüş olurum!"
"[Ey kavmim,] ben sizin Rabbinize iman ediyorum: öyleyse bana kulak verin!"
[Ve] ona: "Cennete gir[eceksin]!" denildiğinde "Keşke" dedi, "kavmim bilseydi,
Rabbimin beni[m geçmişteki günahlarımı] bağışladığını ve beni saygın kişiler arasına dahil ettiğini!"
(Yasin Suresi, 20, 21, 22, 23, 24, 25, 26, 27. Ayetleri)
 
AKILDIŞI BU DÜNYADA, KENTİN EN UZAK UCUNDAN KOŞARAK GELEN ADAM OLMAK; AKLETMEK BİR NİMETTİR.      

Ozan, yüzü gözü tüm bedeni başkalarının kanı ile boyanmış savaşçıya övgü dolu dizeler döktürdü. Savaşçı, zırhına yapışıp kalmış bir göz ile bir yüreği nefretle silkelerken bu savaşta da ölebilmeyi beceremediğine lanetler okudu. ‘Niye öldürüyorum ki?’

Tapınağın merdiven basamaklarından zirveye doğru tırmanan rahip, dizlerinin ağrısını tüm bedeninde hissetti. Tanrılarına yönelttiği ve ıstıraptan kitlenmiş dişlerini zorlayan galiz bir küfrü ancak içine doğru sarkıtabildi. Son basamakta durdu, soluklandı. Teatral bir dönüş yaparak aşağılarda birikmiş olan halka uzun uzun baktı. Yüzünü ekşitti. ‘Pislik yığını’ diye mırıldandı. Sesine ahenk vererek bağırdı: ‘kurbanınız hazır mı?’

Kan kokan sunak, kendisine uzatılan güzel başı derin bir kayıtsızlıkla kabul edince kör baltanın hışmı, dua diye haykırılan esrik kahkahaların eşliğinde bu güzel başı bedeninden ayırıverdi. Sıçrayan kan, rahibin ruhunu kirletti. Bir kral, ablak yüzüne yerleştirdiği alık gülümsemesini, ağzından akan salyası ile şehvete dönüştürdü.  Büyük put ve onlarca küçük totem başlarına hacet gideren kuşları hissetmediler. Bir anne ağladı, bir baba gururlandı. Toprağa diri diri gömülen küçümen bir kız bunu bir oyun zannederek gülücükler dağıttı.
       
Bir adam gökdelenin son katında batan güneşi keyifsizce seyretti. Geliştirmiş olduğu yer tespit cihazı ile donatılmış silahının tahrip ve hedef bulma gücünün büyük başarısından dolayı tertip edilen partide içkiyi fazla kaçırdığından dolayı oldukça tatsızdı. Adam, ceketine yapışıp kalmış bir göz ile bir yüreği nefretle silkelerken eski bir savaşçının kendince bulduğu bir erdemi dahi gösteremedi.    

Dünyanın binlerce izbelerinde binlerce şırınga damarlara zehir akıttı. Damarlardan sıçrayan kan, saygıdeğerlerin ruhunu kirletti. Bir yardım balosunda bol sıfırlı çeklerden kan kokusu yükseldi. Bay başkanın ablak yüzüne yerleştirdiği alık gülümsemesi, narkotik büro şefinin ağzından akan salyası ile şehvete dönüştü. Kamyon kasasına yüklenmiş irili ufaklı oy sandıkları, üzerlerindeki kuş pisliklerinden habersizlerdi. Bir anne ağladı, bir baba ağlayan anneye sinirlendi.

Halkını büyük bir zulümden kurtaran kahraman taç giydi. ‘Eski kral öldü, yaşasın yeni kral’ nidaları ile sarayın balkonundan halkını selamladı. Bir arkadaş hislendi, bir yoldaş ‘yaşa’ diye bağırdı. Komşusu gururlandı. Kahramanın başındaki taç parıl parıl parladı. Eski kralın gözdesi yeni kralın koluna giriverdi. Kalabalıktan bir kız ağladı, perişan elbisesinin eteği ile gözlerini sildi, kalabalıktan sessizce ayrılıverdi.
   
Balkondan zafer konuşması yapan adam; ‘Sizlerden biriyim. Sizlerin temsilcisiyim. Demokrasinin zaferidir bu.’ Diyordu. Bir arkadaş hislendi, bir yoldaş ‘yaşa’ diye bağırdı. Komşusu gururlandı. Balkon ile avlunun aynı hizada olmadığı ve olamayacağı gerçeği kalabalığın arasından sessizce sıvışıverdi. 

Yedi dolgun başak ve yedi cılız başak rüyasını yorumlayan güzel yüzlü adamın gömleği günahtan kaçarken arkadan yırtıldı. Yedi dolgun başak ile yedi cılız başak evreler olarak aynı ellerde kaldı. Yedi dolgun başak, yedi cılız başağa karşı tedbir aldı. Yedi dolgun başak evresindeki şükür, yedi cılız başak evresindeki sınavda kimseyi aç ve açık bırakmadı. Bu eller ve şükür, güzel yüzlü, güzel huylu, güzel sözlü ve rabbinden nimet bulmuş Yusuf’undu.      

Ağlamaya dahi mecali olmayan bir bebek annesinin kucağında açlıktan öldü. Trilyonlarca dolar paranın döndüğü ışıltılı bulvarlardaki kayıtsız gülüşmeler, birkaç kuruşu dahi denkleştiremeyen Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin sinirini bozmadı. Yedi dolgun başak ile yedi cılız başak, şimdi ayrı ellerin, ayrı ayrı başakları olduklarını anladılar. Açlıktan takati kalmayan gerilla, son model silahını baston gibi kullandı. Yusuf’u hayatlarından çıkaran güruh, canlı bomba paranoyası ile uyuyamadılar ve rüya göremediler. Yusuf olmayınca yorumlanacak rüya niye olsundu ki…

Alırken eksik, satarken fazla tartan terazi sahipleri, terazilerini adaletin simgesi yaptılar. Erkeğin erkeği arzuladığı kavim iyice azıttı. Kurtuluş gemisine bir oğul binmedi, zirvelere doğru tırmanmayı tercih etti. Yüksek bir medeniyet lütfedilmiş refah ve bolluk içinde yaşayan kavim, Allah’tan birazcık bedevilik isteyerek şımardı. Kudret helvasından bıkan kavim, niye soğan sarımsak ve pırasa yok diye mızıldandı, bir zamanlar köle olduklarını unuttular. Nebi ve Resullerinin Allah’tan aldıkları sahih öğütleri ve emirleri dinlemeyen bu kavimlerin üzerine azap çöküverdi.

Yeni başkan konuklarını selamlarken kadınsı tavırlarını iyice abarttı. Üçüncü cins denilen sapkınlığa hoşgörü, toplumsal olgunlaşma ölçütü sayıldı. Kadın son bir şans diyerek tamamen soyundu. Üçüncü cins elleri ile gözlerini kapattı, başını yana çevirdi ve haykırdı; şunu atın çöpe, şu estetikten yoksun et yığınını. Kadın çöpe atıldı. Çöpteki kadın bu işe şaşırmadı.  Hassas bir kalp taşıdığı zannedilen üçüncü cinsin, rujlu dudaklarındaki keskin gülümsemesi donuklaştı. Bir erkeğin ve bir kadının toplamından daha fazla zalim oldu. Para babaları, tek düze ve macerasız hayatlarından bıktılar. Birazcık bedevilik olsun diye kendilerini dağlara, taşlara, kuytu ormanlara, çöllere vurdular. Alırken eksik, satarken fazla tartan terazi, banka oldu, borsa oldu, fabrika oldu, tüketimi çılgın gibi kamçılayan paranın süvarisi oldu. Bir oğul kurtuluş gemisine binmedi, zirvelere tırmanmayı tercih etti. Zirvelerde ancak saygıdeğerlerin uşağı olabildi. Kendilerince aşağıda olan babasına ve onun kurtuluş gemisine, efendileri ile birlikte küfürler etti. Hür bir insandı, köle oldu ve zirvelerde boğuldu.  
        
Kentin en uzak ucundan koşarak gelen adam, kentin merkezinde, kamusal alanında iktidar tarafından oluşturulan siyasetin üretmiş olduğu toplumsalın bu akıl dışılıklarına karşı akletmeyi öneren Allah’ın elçilerine tabi olunmasını istiyor. Allah’a tabii olmanın büyük bir nimet olduğunu söylüyor. Allah’ın elçilerini destekleyen bu adam kentin toplumsalından uzaktır. Kamusal alan içinde değildir.   

Siyasetin yüzü daima dünyaya dönüktür. Siyasetin metafizik kurgulamaları onun bu yüzü dönüklüğü gerçeğini ortadan kaldırmadığı gibi hafifletici bir sebebi de sayılmamalıdır.
Siyaset, toplumsal iş bölümü ve kamusal alan rollerinin belirlendiği yani eşitsizliklerin dağıtıldığı bir alandır. Bu alanın insanı çepeçevre sarması; insanoğlunun toplumsala müptela derecesinde bağımlı olma zorunda olduğu sanrısıdır. Toplumsala getirilen her beşeri eleştiri, karşı bir siyasi niyet ve iradeyi ifade eder. Mevcuda yönelik dünyevi itiraz ve talep kendiliğinden bir siyasi eylemdir.

Buradaki itiraz ve talebin siyasi bir eylem olarak değerlendirilmesi, mevcut iktidar örüntüleri tarafından bir tehdit olarak algılanmaktadır. Bu algılamanın getirmiş olduğu reaksiyonun şiddeti, mevcut iktidar örüntülerinin ne kadar adil olduğuna da delalet eder. Azgınlaşma ve zalimlik iktidar örüntülerinin potansiyelinde vardır. Bunun kuvveden fiile geçmesini sağlayan şey; akletmeyi bırakmış, dolaysıyla Rabbi ile olan sahih bağını koparmış insanın, maksimal ve minimal iktidar alanlarındaki akıl dışılıklara karşı serdetmiş olduğu önce tepkisizlik sonra da onu meşrulaştıran uyma iradesidir. Bu, iktidarın kamusal alanlarda üretmiş olduğu meşruiyet payandalarıdır ve toplumsallık bunu sağlamaktadır.  
 
Kamusal alanlarda üretilen meşruiyet payandaları, eylemsizliğe yol alan tepkisizliği ve nihayetinde uyma iradesini meydana getirmektedir. Bunlar;

1-      Beklenti: İktidar örüntüleri etrafında bulunmak, dünyaya ait nimetlerden faydalanma imkân eğrisini yükseltmektedir. Bu yandaşlıktır. Halbuki rızkı ve imkânı veren de alan da Allah(c.c)’dır. 
2-      Umut: Gerilimlerle dolu bu dünya hayatının daha yaşanılabilir hale dönüşmesi ümidini taze tutmak ve dışsal bir dinamik ile rahatlamayı umut etmektir.
3-      Korku: Bütün beklenti ve umutları sönmüşlerin itirazına ve taleplerine yönelik salınan şiddettir. Artık burada bütün öncelik, biyolojik bütünlüğü koruma refleksidir.

İktidar odaklı siyaset güdenler, kendilerini iktidara taşıyan süreçte ve iktidarları boyunca bu meşruiyet payandalarını sonuna kadar kullanırlar. Beklenti ve umut istikbale dair bir önerme barındırmak zorundadır. Her istikbale ait önerme tabiatı gereği metafizik olmak durumundadır. Sahih bir din için fizik ve metafizik ayrımı yoktur. Bu dünyayı gerçek bir zemin olarak görenlerin sanrıları içinde üretilmiş bulunan bu ayrımda iki ayrı durumdan bahsedilmektedir. Bu durum, sahih dinin oturmak zorunda olduğu tevhide aykırıdır.   
Korku, ancak yakın bir tehlikeye tedbir alabilecek yetenekte olabilen insan fıtratı için derin bir acziyettir ve bunun giderilmesi ancak rahmani bir dokunuşa muhtaçlıkla mümkündür.
Bu dokunuşu Allah (c.c),  Raman ve Rahim sıfatı ile yapar. Vahiy nimeti 'pek cahil ve pek zalim' insana dosdoğru yolu gösterir.

Allah (c.c.) nebi ve resullerine hep hicreti emretmiştir. Hicret basit bir kaçış ve bir terk ediş midir? Hicret; mevcut iktidara ve onun tutarsızlığına karşı yapılan sahih itiraz ve taleplerin ardındaki niyet ve iradede, yeni bir iktidar örüntüsünün daha doğrusu yeni bir tutarsızlığın oluşturulmayacağının ifadesi ve ilanı vardır. Her terk ediş esasında bir dönüştür. Ama hicretin dönüşü, tutarsızlığa karşı derin tutarlılığın müjdeleri ile yankılanan bir sarsma, bir sıçrama ve bir örneklik barındırır. İnsanoğlunun yaşamak zorunda olduğu bu dünya hayatının gerilimine karşın derin tutarlılığının yaydığı ılık nefes, her türlü umut, beklenti ve korkuyu aşan bir çıkış yolu olarak insanlığa yol gösterir. Tek ve şaşmaz bir yol. Bu yol bizleri doğruca derin tutarlılığın yaşandığı asıl yurdumuza, asıl zeminimize götürür.

Tutarlılık eşitler zemininde aranılır. Eşitsizliklerin dağıtıldığı siyaset alanı irrasyonel olmak zorunda olduğundan bizatihi olgunun kendisi tutarsızlıkla maluldür. Dünyanın ve dünya eylemlerinin nihai mertebede irrasyonel olması onu bir 'imtihan vesilesi' yapar. İmanın değeri ve imtihanın gerekliliği işte tam da buradan doğmaktadır. Zaman, mekân ve nihayet ölümle malul bir sonlunun bizatihi kendisinin varlıksal tutarsızlığı, onu sonsuzluğa taşıyacak ile olan ilişkisindeki derin tutarlılık, her türlü umudu ve korkuyu aşan bir durumdur. Allah (c.c) bunun 'iman' olduğunu buyuruyor. İnananların azlığı; bu tutarlılık/tutarsızlık ayırımındaki ince çizgiyi atlayıverenlerin oldukça çok olmasından kaynaklanmaktadır. Toplumsala müptela derecesinde bağımlı olduğunu zanneden 'pek cahil ve pek zalim' insanın, nihai hüküm gününde vereceği hesabın bireyselliği; irrasyonel toplumsallık zemininde teklife muhatap bir mükellef olarak ‘yapıp ettiklerinin’ bir şahıs olarak sayılıp dökülmesi ve karşılığını almasıdır. Vahiy nimetine muhatap tutulan mükellef şahıs, 'akletmek' vazifesini yerine getirmek ile bu dünyanın gerçek bir zemin olmadığının beyanına iman eder. İman; bu dünya hayatının irrasyonalitisine yani ' tutarsızlığına karşı ancak sonsuzlukta bulabileceği derin tutarlılıkla bağını canlı tutabilmedir.

Kentin en uzak ucundan koşarak gelen adam, aciz sonluyu, sonsuzluğun derin tutarlılığa taşıyacak vahiy nimetine kulak verilmesini istiyor. Koşarak geliyor çünkü bizler mühlet verilmişleriz ve zaman doluyor. Din günün, sonsuzluğun, derin tutarlılığın sahibine şükürler olsun. Bizi zikrinden ayırmasın, unutulanlardan kılmasın. İşittik ve itaat ettik. Amin.       
   
Arif ARCAN