30 Ekim 2010 Cumartesi

Yüz yüze bakamaz olmak bu mu?

Pazarlarda tezgâhlar toplandıktan sonra akşam üzerlerinde
Sokaklarda dolaşıp yere atılan sebze ve meyvelerden toplayan kadınlar,
Hiç kimsenin yüzüne bakmazlar…
Utanç onları kocaman dünyada yalnızlaştıracak kadar keskindir.
Bizde onların yüzüne bakamayız aslında…
Yoksulluğun gözlerine bakılmaz çünkü…
Usulca yere eğilip yerde duran sebzelerin arasından seçtiklerini,
Koyu renk pazar çantalarının içine koyarlar…
Öyle zannediyorum ki o kadınların komşuları da
Bu durumdan habersizler.
Belki çocukları,
Belki yatağa bağlı altı temizlenmeye muhtaç babaları da
Bu durumdan habersizler.
Bundan kimsenin haberi yok belki…
Evindeki yıpranmış kilimin, duvar saatinin de haberi yok.
Duvardaki zülfikarın, Ali’nin resminin,
İçinde göz olan avuç içi resminin de haberi yok.
O kadınlar insanlığın günahlarını toplamak için,
Akşamüzerleri yeryüzüne inen mitolojik varlıklar gibi.
Abartmıyorum…
Düpedüz gerçekler işte…
Utancımdan böyle söylüyorum…
                                                     

Tarık TUFAN



29 Ekim 2010 Cuma

Babadan kısa olmak kader değil

Gazi Üniversitesi Pediatrik Endokrinoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Aysun Bideci, büyüme-gelişme geriliği sorunu olan çocukların nasıl egzersiz yapmaları gerektiğini anlattı.
  • Kilosu yerinde ve boyu uzun olan bir çocukta büyüme geriliği olabilir mi?
    Bazı durumlarda ağırlığı yaşıtlarına göre fazla olan çocuklar, yaşıtlarına göre daha uzun boylu ve iri olmalarına rağmen erişkin çağa ulaştıklarında daha kısa boylu olabilirler. Şişman çocuklarda, uzun kemiklerdeki büyüme hatları daha erken kapanacağından anne ve baba boyuna göre daha kısa olabilirler. Aslında bu durum kader değil, geç kalmaktır.
  • Nasıl yani?
    Büyümeyi anlık değil, belirli aralıklarla değerlendirmek gerekir. Örneğin; okul çağı döneminde çocuğun gelişimini aileler altı ay ya da yılda bir kontrol ettirmelidir. Bazen de kilosu iyi ya da yaşıtlarına göre fazla olan bir çocuğun boyu yaşıtlarına göre daha kısa olabilir. Çocuğun gelişimini durduran büyüme hormonu eksikliğiyse, bu düzgün bir yeme planı ve hormon takviyesiyle desteklenmelidir.
  • * Masrafı Sosyal Güvenlik Kurumu karşılıyor mu?
    Evet. Bu konudaki tüm tedaviler SGK kapsamındadır. Yani boy kısalığı artık bir kader olmaktan çıkmış, tedavisi mümkün hale gelmiştir.

    * Büyüme hormonunun salgılanması için çocuklar hangi yaş diliminde ne kadar uyumalı?
    Beş yaş ve altı çocuklar için 10-12, beş yaş ve üzerindeki çocuklar için ise 8-10 saat gece uykusu şarttır. Özellikle gece 24.00- 04.00 arasında uykuda olmak çok önemlidir. Anne ve baba çocuğun gelişimini gözardı etmemelidir.
  •  * Pilatesin boy uzattığı söyleniyor. Pilates boy uzatır mı?
    Pilatesin boy uzattığına dair kanıtlanmış bir bilgi yok. Ancak duruş bozukluklarını düzelterek, dik durmaya yarar. Siz de dik durunca belki iki santim boyunuzun uzadığını düşünebilirsiniz. Fakat boy uzunluğu sabah ve akşam bile ölçüldüğünde farklı çıkabilir. Bunun nedeni gün boyu yanlış duruşlar ve yorgunluktur. Duruşunuzu, boyunuzun ölçüldüğü yer bile etkiler. Bu nedenle pilatesin boy uzatma konusunda etkili olduğunu söyleyemeyiz.
  • * Ergenlik döneminde ve boyu yaşıtlarından kısa olan çocukları tedavi ederken en çok hangi spor dalından destek alıyorsunuz?
    Ergenlik döneminde grup sporları ergen için psikolojik ve fiziksel destek sağlayıcıdır. Bu dönemde sıklıkla yapılan sporlar; basketbol, voleybol, sıçrama hareketleri ve yüzmedir. Hiçbir sporla uğraşmıyorsa bile ergenin en azından gün aşırı 45 dakika yürüyüş yapması sağlıklı bir gelişim için yeterlidir.
  • * Basketbol oynayan çocuğun boyu uzar mı?
    Çocuğunun uzun boylu olmasını isteyen aileler için en efsane olmuş konu basketboldur. “Uzun boylu olsun diye basketbola gönderdik” cümlesini hepimiz ebeveynlerden sık sık duyarız. Halbuki çocuk basketbol oynarsa boyu uzun olmaz. Ama eğer basketbolu seviyorsa, gerçekten mutlu olduğu bir sporla uğraştığı için huzurlu olur. Bu da hayatına yansır.
ÜÇ SAAT BİLGİSAYAR ÇOCUĞU OBEZ YAPAR 

* Hareketsizliğin etkilerinden bahsettiniz. Çocuk televizyon ve bilgisayara günde ne kadar vakit ayırmalı?
Gün içinde televizyon ve bilgisayatara iki-üç saatten fazla zaman ayrılırsa çocuğun şişman olma riski yükselir. Bile bile oyalansın diye aileler tarafından bu alışkanlığa izin verilmesi en büyük yanlıştır. Aşırı ve kalorili beslenme şişmanlığı artırır. Şişman çocuklar da dönemde beklediğimiz boy potansiyeline ulaşamayabilirler ve Tip2 diyabet, kalp ve damar hastalığı gibi riskler taşırlar. En kötüsü ise çocuğun yetişkinliğinde de çok aktif olamaması ve hareketsizliği bir yaşam akışı haline getirme tehlikesidir.
 EVDE İP ATLASIN 

* Sporun çocuklar üzerindeki yararından bahseder misiniz?

Yalnızca kilo koruma açısından değil, kemik sağlığı açısından da spor çok önemlidir. Aşırı egzersizden ve ağır sporlardan kaçınmak gerekir. Bazı ailelerde ise çocuk yaşı uygun olmadığı halde sırf ebeveynler spor salonunda olduğu için saatlerce spor yapıyor. Bu durumda tamamen ters etki olabileceğinden bu hatadan da kaçınmak gerekir.
* Çocukların gelişimi açısından evde yapılabilecek en kolay ve sağlıklı egzersiz nedir?
Evde ip atlama ve yer jimnastiği gibi sporlar yapılır. Evde aletlerle yapılan yürüyüş, çocukluk yaş grubunda gelişim açısından çok doğru değildir. Evin önünde uygun alanlar yaratılmalıdır. Çocuk oyunları bahçede ya da sokakta grup olarak oynanmalıdır. Sabah-akşam yarımşar saat ya da haftada üç gün yapılması bile çocuk için yeterlidir.
ÜÇ GÜN BEDEN EĞİTİMİ ŞART
Yüzme:
3 yaşından itibaren
Voleybol, basketbol: 6-7 yaşından itibaren
Tenis: 9 yaşından itibaren
Step: Denge açısından önemli ancak çok önermiyoruz. Dizlerde kayma, eklemlerde dejenerasyon yapabiliyor.
Atletizm: 7 yaşından itibaren
Jimnastik: 7 yaşından itibaren
Artistik Buz Pateni: 7 yaşından itibaren
Güreş: 11 yaşından itibaren
Ağırlık egzersizleri: Yükle ilgili egzersizleri 11-12 yaşından sonra öneriyoruz.
Aerobik: Her yaşa uygun.
Beden eğitimi derslerini kesinlikle öneriyoruz. Çocuklar en ufak bir rahatsızlıkta beden dersinden muaf tutuluyor. Oysa bu doğru değil. Beden dersi özendirici olmalı. Biz hekimlere göre haftada üç gün, ikişer saat kesinlikle beden eğitimi dersi olmalı.
ESRA TÜZÜN / DİDEM SEYMEN / SAĞLIK SERVİSİ /SABAH GAZETESİ 29Ekim2010

27 Ekim 2010 Çarşamba

Sessizliğime geri dönüyorum

Sessizliğimin ve
Sukutumun içine
Bir ses geldi
Seni göremiyor ve Duyamıyorum!
Ben de görünür ve Duyulur oldum
Baktım ki,
Duyulmak ve görünmek
Bir şey ifade etmiyor.
Ben yeniden
Sessizliğime ve
Sukuta geri dönmek istiyorum.

Garip bir duygu,
Kaplıyor sersemce beni
Nedenim yok kalmaya diyorum.
Seslerin birbirine karıştığı
Duyguların insanı içine
çektiği Sesli Dünya
Sessizlik iyidir gitmek istiyorum

Geçmiş hayatım çıkıyor önüme
Sanki bir kelepçe
Tuttu beni
Bırak beni artık
20 dakikalıklardan değilim
Vaktim azaldı.
Ama ha gayret ya
Nedenler
Nasıllar
Niçinler
Hep kovalamadalar
Ve Dedim ya
Devir susma devri
Kendine oyuncak arayan
Ve buldukları ile oynayana gelince
Ölümün ayak seslerini
Duyuyormusun?
Bu duyduğun Yalnız ölümün sesi değil
Bilki bu ses hesap gününün sesi
Dua edeceğim uzaklardan
Dostlara, dost gözükenlere ve
Vefasız olanlara.....

27ekim2010
serdar karamanlı

Ağlaya Bilmek

Ağlayan bir Adam görmek,
Beni hep hüzünlendirir
Bende onla ağlarım,
Ağlayan bir Anne görsem,
İçim Yırtılır.
Ağlayan bir çocuksa eğer,
Dayanamam hiç
Dizimde bağ kalmaz
Eğer ağlayan
Anna ve Baba Mezarın başıda ise
Kavrulan ciğerleri ise eğer
Döküyorlarsa göz yaşlarını
Evlatlarının karıştığı toprağa
Ben de ağlamak isterim
Nuh'un tufanına denk
Ağlayan bir kız ise
Üniversite kapısında
Sormak isterim Ağlatana
Vicdanın nerede?
Ağlamayı unatan ile işim olmaz
İşim olmaz Vicdanını unatan ile
Mümkün olsa ağlamasa
Analar, Babalar ve çocuklar
Mümkün olsa
Mümkün olsa.........

Dün Sünnet olurken Vefat eden EFE İÇİN yazdım.
Yolun açık olsun küçüğüm
Serdar Karamanlı
27ekim2010

26 Ekim 2010 Salı

Suç ve Ceza (Dostoyevski)

Yazar        : Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Kitap Adı  : Suç ve Ceza
Yayınevi    : Antik Klasikler
Rodion 1860′larda Petesburg’da bir hukuk talebesidir. Fakat derslerine devam etmez. Rusya’ya Batıdan gelen bazı fikir akımlarından etkilenir. Bu akımlara göre, insanlar iki kıs­ma ayrılır: Alelade sürü ve Sezar gibi kendi kanunlarını ken­dileri yapan yönetici ruhlar. Rodion, kendisini bu yönetici, üstün sınıfa dâhil etmek ister. Rodion, kafasında bu karışık düşüncelerle bocalarken üstün sınıftan olabilmek için insanların nefret ettiği, yaşlı tefe­ci bir kadın olan Alyona Ivanovna’yı öldürmeye karar verir. Rodion, bu kadını öldürünce ayrıca zengin olacak, onun malına sahip olacaktır. Kendi içinde yaşadığı iç muhasebele­rinin ardından kadının evine gider ve onu balta ile öldürür. O anda, Alyona ile yaşayan masum üvey kız kardeşi de içeri gi­rince onu da öldürmek zorunda kalır. Evden birkaç eşya ala­rak kaçar.
Rodion’un annesi düşkün, müşfik bir kadındır. Kız karde­şi de Svidrigailov adında birinin çocuklarına dadılık yapmak­tadır. Svidrigailov, ona sarkıntılık edince işten ayrılır. Luzhin adında bir burjuva ile evlenmeye karar verir. Rodion, karde­şinin ona parasal ve mesleki anlamda destek olmak için tica­ri bir evlilik yaptığını anlar. Engel olmaya çalışır.
Rodion ara sıra Marmeladov’un kızı Sonya ile görüşmek­tedir. Aile, babanın ayyaşlığından dolayı çok yoksuldur. Sonya bu yüzden kötü bir hayata atılmak zorunda kalır. Babası ölünce, Rodion onlara parasal yardımda bulunur.
Rodion, bu hayat içinde öldürdüğü kadından dolayı vic­dan azabından kurtulamamaktadır. Bir gün bir borç yüzün­den karakola çağrıldığında bu azap ve korkuyu daha derin­den duyar. Arkadaşı Razumihin’in odasında günlerce hasta yatar. Hatalığı sırasındaki sayıklamaları polis olan Porfıy Pet-roviç’i şüphelendirir.
Luzhin’le Dünya’nın evlenme töreni hazırlıkları başlamış­tır. Rodion, eniştesi ile kavga edince, Luzhin, Dunya’yı kovar. Bu olaydan kısa bir süre sonra, Dünya ile Razumihin arasın­da bir aşk başlar.
Polis Porfiy Petroviç araştırmaları sonunda şüpheleri Ro­dion üzerinde yoğunlaşır..Onu tekrar sorguya çeker. Bu sor­gulama sırasında aniden suçun işlendiği sırada binada bulu­nan Nikolai, karakola gelerek cinayeti üstlenir. Rodion, temize çıkmıştır görünürde. Fakat itirafa çok ihtiyacı vardır, suçu­nu Sonya’ya anlatır. Sonya, ahlaksız bir hayat yaşamak zo­runda olmasına rağmen dindar bir kadındır. Suçunu itiraf et­mesini nasihat eder. Polis Porfiy Petroviç de boyacının suçsuz olduğunu anlayıp Rodion’a aynı nasihatte bulunur. Boyacı, çok dindar biri olduğundan başkalarının günahlarının ce­zasını çekerek sevap işlediğini düşündüğü için suçu üslenmiş­tir. Bu arada, sırrı Svidrigailov da öğrenmiştir. Svidrigailov, Dunya’ya şantaj yapar. Kendisi ile birlikte olduğu takdirde Rodion’u ülke dışına kaçıracağını söyler. Dünya, ahlakını ko­rumak için kendisini tabanca ile savunmak zorunda kalır ve Svidrigailov’u vurur. Svidrigailov, Dunya’ya asla sahip ola­mayacağını anlar ve İntihar eder.
Sonunda vicdan azabı Rodion’a suçunu itiraf ettirir. Si­birya’ya sürgün edilir. Sonya onun serbest kalacağı günü bekleyecektir. Rodion, yine de aşırı bir pişmanlık duymamak­tadır. Fakat Sonya’nın sayesinde kendini dîne verebilecektir.

Ben ne düşünüyorum: Hayatın zorlukları ve meşakkatlerine katlanmak hakikaten zor kırklı yaşların arefesindeyim artık. Raskanlikov kendini yargıç gibi kullanıp tefeci bir hanıma kendi yöntemi ile ceza kesmesi ne ise Günümüz Türkiyesinde Özgürlük Mücadelesi verenlere karşı duranlar aynı mesafedeler bana göre. Raskanlikov'un vicdanı onu bırakmadı ve kendince temizlendi bedel ödedi. Ya günümüzdekiler Onlar ne zaman bir vicdanları olduklarını hatırlayacaklar merak ediyorum.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Yüzler

Sabah
İlk Evin Annesi kalkar,
Evin merhametli yüzüdür o
Kahvaltı sofrasını hazırlayınca
Evlatlarını kaldırır şefkale
sonra birer birer yolcular
Okula, İşe
Arkalarından bakar birbir Endişe ile
Dualar eder, arkaları sıra
Sokaklarda insanlar bir koşuşturmadadırlar
Sabah gülen yüzler göremezsiniz,
Otobüste dalgın ve mutsuz kadınlar görürsünüz,
Bir başkası Durağa yürüyordur dalgın dalgın,
Okula geç kalmış küçüğünü,
Okula yetiştirmeye çalışan kadınlar takılır gözünüze,
Ardı sıra peş peşe İnsan yüzleri görmeye başlarsınız,
Banka kuyruğuna erkenden gelen
Koca çınarlar aralarında sıra yazarlar,
Bir tebessüm arasınız yüzlerde,
Sevgilisini bekleyen bir liseli kız
Görünce Sevdiğini
Belki görürsünüz bir tebessümü,
Ama dedeler ve torunları başkadır.
Şevkatle elinden tutan nineler görürseniz
Onların gözlerinde yakalarsınız,
Aradığınız sevgi pırıltılarını
Sabah gülen yüzler göremezsiniz,
Sokaklar da caddelerde
Esed'in Münich metrosundaki
İnsanların Izdıraplı tarifi gelir aklınıza belki,
Otobüsü kaçıran bir adamın
Savurduğu Küfrü duyabilirsiniz,
Sabah hiç kimse kimsenin
Yüzüne bakmaz mı?
Neden bu telaş
Bu endişe neden
Sabah gülen yüzler göremezsiniz,
İnsanlar duyarsınız,
Sevemedikleri eşlerinden bahseden
Niye evlendim diye
Kendine kendine soran kadınlar duyarsınız
Çocukları hatrına katlanandıklarını
Anlatan  kadınlar vardır.
Yolda arkadaşına rüyasını anlatan hanımlar
Vardır,
Eline tutuşturulan poğçayı yemeye çalışan
Çocuklar görürsünüz,
Sabahın en endişesiz Tipleri Turistlerdir.
Sabah gülen yüzler göremezsiniz,
Yolda yürüken kuşların seslerini duymazlar,
Bir çift kumrunun cilveleşmesini göremezler,
Sabah gülen yüzler göremezsiniz,
Yolda temizlik yapan görevlilere
Selam vermez İnsanlar
Halbiki her sabah ayını görevlinin
Yanından geçer ama fark edemez,
Hayatın zorluklarında bahseden İnsanlar
Okursuınuz
Kadın olmanın
Erkek olmanın
Anne ve Baba olmanın
Zorluğundan Yakınan
Kim der ki
Hayat kolay diye
Sabah gülen yüzler göremezsiniz,
Sabah çıkınca evden
Sizi evden uğurlayan Merhametli yüzü
Özlersiniz.
Bu kiminin Annesi olur,
Kiminin Hanımı
Kiminin Babaannesi
Kiminin Annanesidir.
Sabah gülen yüzler göremezsiniz,
Neden göremeyiz ki ?
Gülmek bu kadar zormu?
Tebessüm etmek bu kadar zormudur?

Bu sabah  yürüken gördüklerim ve duyduklarımın iç dünyamdaki yansımalarını yazdım
24EKİM2010
SERDAR KARAMANLI

22 Ekim 2010 Cuma

Sonbahar'da Yaz'ı Hatırlamak ama Kış'a hazırlık yapmak...

Geçen hafta  gelen kuvvetli rüzgarların ardından yağan  yağmurlar yazın bittiğini ve HAZAN mevsiminin başladığını haber verdi. Fark etmişsinizdir. Birazdan, Enteresan tuhaflıkta olan susuz yaz günlerinde yaprakları yemyeşil olan güzelim ağaçların yaprakları, onca yağmura ve ağaçların suya kavuşmasına rağmen, önce sararacak ve sonra dökülecektir. Yazı geçerken BAHAR’daki birikimlerini kullanmışlardı çünkü, Baharı geçerken de suya gark olmuş, yaz için gerekli depolamaları yapmışlardı.
Tıpkı bizim gibi, bizlerinde mevsimleri vardır bilirsiniz. İlk Baharımız neşeli geçer çoğumuz için, sonlarına doğru farklılaşır yaşamımız artık düz bakamıyoruzdur hayata, Okul yaşamımız başlamış eski yaşantımız geride kalmıştır. Oyuncaklarımız bize eski sevimliğinde değildir artık. İlk öğretimin bitmesi ile beraber yaza girmemiş olsakta, sıcaklar başlamış duygu dünyamız doğası gereği farklılıklar göstermeye başlamış, Genç insanlar olmaya adım atmışızdır. Gönlümüzde derslerimizle beraber fırtınalı iç yaşamımızda başlamıştır. Lise eğitiminin ortasını geçerken yaz başlamıştır artık. Sıcak hissedilir her genç insan bir gölge arar kendine "serinliyeceği, içini açabileceği, Sonbaharına ve Kışına DOST olacağı" AYNI GÖKYÜZÜ ALTINDA YAŞAYACAĞI, MESAFELERİ AÇILDIĞINDA AYNI BULUTA BAKMAKTAN NEŞE ALACAĞI, NEFES ALIP VERDİĞİNİ BİLDİĞİ İÇİN Mutluluğunu anlatabileceği bir gölge, bazen bulur veya bulduğunu da zan edebilir.
Ama yaz bitecektir ne çare, Hazan gelir artık yaprak dökümü başlar,  elinde kalanla yetinme zamanıdır artık. Birikimlerin, Kışla değer bulur saçların aynı karlar gibi beyazlar.

Bir ihtiyarla konuşmuştum KAZ dağının eteklerinde şöyle demişti bana 95'lik koca çınar "İnsana eş ihtiyarlıkta lazım evlat!  kışta lazım!" İnşaAllah Mevsimlerinizi iyi değerlendirmişsinizdir.

Okuyarak, bana gönlünüzü açtığınız için teşekkür ederim.

Selam, Hürmet ve Hayır Dualarımla,
Kalbinizin Sahibine Emanet olun
Serdar Karamanlı
7EYLÜL2010

21 Ekim 2010 Perşembe

İki Kara gün



İki kara gün yaşadım,
Biri Kara kaldı
Ötekisi aydınlandı
İki kara gün yaşadım
Birinden
Çıkarken endişem arttı
Ötekinden umudum
İki kara gün yaşadım
Biri İncirli'de
Biri Çapa'da
Sanki Dünyam Karardı
Birinde sevgim arttı
Birinde merhametim
İki kara gün yaşadım
Yaşım kadar yaşlandığım
İki gündü
                                                           
Biri Karardı
                                                           
Diğeri aydınlandı.....
                                                                                                                       
Ağustos 2007


20 Ekim 2010 Çarşamba

Küresel finansın tahakkümünün hikayesi

Dünyayı ve yüzde 5'ini istiyorum

Larry Hannigan
Fabian yarınki kalabalığa yapacağı konuşmasını bir kez daha prova ederken heyecanlıydı. Hep prestij ve güce sahip olmak istemişti, ve şimdi rüyaları gerçek olacaktı. Mesleği gümüş ve altın işlemeciliği üzerine idi, mücevharat ve hediyelik eşyalar yapmaktaydı. Ancak hayatını kazanmak için elleriyle çalışmak fikrinden memnun değildi.. Heyecana, meydan okumaya ihtiyacı vardı ve şimdi planını işlemeye hazırdı.
Nesiller boyu insanlar ticarette takas sistemini kullanmaktaydı. Ailenin reisi, ailesinin tüm ihtiyaçlarını ya kendisi çalışarak temin ediyordu, ya da belli bir ticaret dalında uzmanlaşarak tedarik ediyordu. Kendi üretiminden ne arttırabiliyorsa başka insanların üretiminden artan ile takas ediyordu.

Kasabanın pazar yeri her zaman gürültülü ve tozluydu. Üstelik insanlar birbirlerine yüksek sesle bağırıp el sallıyor, takas yapacağı arkadaşını bulmaya çalışıyordu,  Zamanında mutlu ve sakin bir yerdi, fakat şimdilerde ise çok sayıda insan ve hırgür vardı. Pazarlıklar bir türlü sonuçlanmıyordu, her geçen gün karmaşıklaşan bir sistem hakimdi.  Çene çalmaya devam etmenin alemi yoktu, mutlaka daha iyi bir sistem lazımdı.
Genel olarak insanlar hallerinden ve emeklerinin getirilerinden memnundular.

Her bir toplulukta basit birer "İDARE" oluşturulmuştu; Böylece her bir bireyin özgürlük ve haklarını güvence altına alınmıştı, hiç kimse başka bir kişi ya da grupça arzusu dışında bir iş yapmaya zorlanamıyordu.

Bu misyon İdarenin tek ve yegâne amacıydı. İdarenin başı olan VALİ kendisini seçen yerel toplulukça gönüllü olarak destekleniyordu.

Ancak pazar yeri meselesi epeydir çözemedikleri bir sorun olarak önlerinde duruyordu. Bir bıçak kaç sepet mısır ederdi? Bir mi yoksa iki mi? Ya da bir inek at arabası kasasından daha mı değerliydi... vesaire vesaire. Hiç kimsenin aklına daha iyi bir sistem gelmiyordu.

Fabian daha önceden duyurusunu yapmıştı. "Bizim takas sisteminin sorunlarına bir çözümüm var, herkes yarınki halk toplantısına davetlidir."

PARA
Ertesi gün, kasaba meydanında kalabalık bir toplantı yapıldı ve Fabian yeni sistemi hakkında her şeyi açıkladı ve sistemin adına "PARA" dedi . Anlatılanlar kulağa hoş gelmişti "Peki nasıl başlıyoruz?" diye sordu kalabalıktan birisi. Fabian, "hali hazırda mesleğimde kullanmakta olduğum altın çok uygun bir metaldir; Kararmaz ve paslanmaz, uzun süre kullanılabilir. Ben sanatkarlığımı kullanarak altından paralar yapacağım ve bunların her birine "1 DOLAR" diyeceğiz." dedi.

Fabian, ilaveten, mal değerlerinin nasıl oluşacağını, paranın nasıl gerçek bir alışveriş aracı olacağını, ve "para"nın, takas dan çok daha iyi bir sistem olduğunu anlattı.

Vali sordu : "Ama bazı insanlar topraktan altın çıkarıp ve kendi paralarını yapabilir."

"Bu çok haksızca olur" dedi Fabian. Cevabı hazırdı: "Sadece hükümet tarafından onaylanan paralar kullanılabilir, ve bunların üzerine özel bir mühür vurulur". Bu makul bir şeydi. İnsanlar aralarında tartışmaya başlamıştı. Önce bu paradan herkese eşit miktarda dağıtılması önerildi biri tarafından. Fakat mum imalatçısı atıldı: "Bir dakika en çok benim almam lazım" dedi ve ekledi "herkes benim mumlarımı kullanıyor". "Hayır" dedi çiftçi "Yiyecek olmazsa yaşam olmaz, asıl en büyük pay benim olmalı". Sonuçsuz sataşmalar sürdü gitti.

Fabian bir müddet daha tartışmalara müdahale etmedi. Sonunda, "hiçbiriniz aranızda bir uzlaşmaya varamayacağınıza göre, size ihtiyacınız olan kadarını benden almayı teklif ediyorum. Geri ödeme gücünüz olduğu sürece, hiçbir sınır da olmayacaktır. Ne kadar çok para alırsanız yıl sonunda o kadar fazla geri ödemeniz gerekecektir." dedi. İnsanlar sordu: "Ya sen ne kazanacaksın bu işten?"

FAİZ"Burada ben "PARA ARZI" diye adlandırabileceğimiz bir hizmeti suduğum için, çalışmamın karşılığı olarak bana bir ödeme yapılması gerekir. Diyelim ki aldığınız her 100 birim para karşılığında bana borçlu olduğunuz her bir yıl için 105 birim ödeyeceksiniz. 5 birim para benim ücretim olacak ve bu 5 birime "FAİZ" adını vereceğim."
Gerçekten de bu işin başka bir yolu da görünmüyordu, hem de yüzde 5 de hayli düşük bir miktardı. İtiraz yoktu. "O halde bir sonraki cuma başlıyoruz." dedi Fabian.

FİYAT
Fabian hiç zaman kaybetmedi. Gece gündüz çalışarak ihtiyaç olabilecek kadar parayı haftanın sonuna kadar hazırlamıştı. İnsanlar dükkanının önünde kuyruğa girdiler. Paralar valilik tarafınan muayene edilip onaylandıktan sonra sistem yürürlüğe koyuldu. Bazı insanlar azar azar borç alarak yeni sistemi denemek üzere pazara gittiler’
Ne kadar harika bir şeydi bu para!.. İnsanlar çok kısa bir zamanda her şeyi bu altın para üzerinden değerlemeye başladılar. Bu değerlemeye "FİYAT" adını verdiler, ve fiyat esas olarak o malı üretmek için gereken emek miktarına bağlı oldu. Emek ne kadar yüksekse fiyat o kadar pahalı, emek ne kadar az ise fiyat da o denli ucuzdu..
Kasabada Alan isminde bir tek saat yapımcısı vardı. Yaptığı saatlerin fiyatı yüksekti, çünkü herkes kendine bir saat edinmek için bu meblağları ödemeye razıydı.

REKABET
Ancak yeni bir saat imalatçısı ortaya çıkmıştı. Satış yapabilmek için fiyatlarını Alan’dan daha az tutuyordu. Sonunda Alan da fiyatlarını düşürmeye zorlanmıştı. Netice itibarıyla her iki imalatçı da en düşük fiyattan en iyi kaliteyi sunmaya gayret ediyordu. Bu gerçek anlamda "REKABET" di.

SEÇME ÖZGÜRLÜĞÜAynı durum inşaatçılar, nakliyeciler, muhasebeciler, çiftçiler, hatta her iş kolu için geçerli olmaya başlamıştı. Müşteriler hangisinin fiyat uygunsa onu seçtiler-bu ‘SEÇME ÖZGÜRLÜĞÜ’ idi. Diğer insanların işe atılmasını engelleyen ruhsat ya da tarifeler gibi suni düzenlemeler yoktu. Yaşam standartı yükselmişti; İnsanlar daha önceleri nasıl da hayatlarında para olmadan yaşadıklarına şaşıyorlardı.

Yılın sonunda Fabian kendisine borçlu olanları ziyaret etmeye başlar. Bazılarının borç aldıkları paradan daha fazla parası birikmişti, bu kimilerinin elinde daha az para olması demekti, çünkü başlangıçta piyasaya arz edilen para miktarı sabit ve belli idi. Yılsonunda kazançlı olanlar borç aldıkları 100 artı 5 birim faizi geri ödediler, fakat yeni yılda da devam etmek için borç almak zorundaydılar.

BORÇ
Ötekiler, hayatlarında ilk kez ‘BORÇLU’ olduklarını keşfettiler. Fabian’ın onlara yeniden borç vermeden önce ellerindeki varlıkların bir kısmını rehin alması gerekti. Yeni yılın başında herkes piyasaya ‘ o elde etmesi hep çok zor olan ekstra 5 doları bulmaya- çıktı. Bütünsel olarak bakıldığında, hiç kimse kasabanın toplamdaki borcunun ödenemeyeceğinin farkına varamamıştı. Çünkü borç olarak insanlara verilen her bir 100 dolar için istenen 5 dolar’lar piyasaya hiçbir zaman sürülmemişti ki bunlar ticari faaliyetler sonucunda kazanılabilsin ve borçlar geri ödenebilsin!

Hiç kimse, ama sadece Fabian faizlerin geri ödenebilmesinin imkânsız olduğunu görüyordu. Ekstra para (faiz karşılığı 5 dolarlar) hiç piyasaya sürülmemişti; dolayısıyla hep birileri oyun dışında kalıp şansını kaybedecekti. Tabi ki Fabian da yaşamını sürdürebilmek için kazandığının bir kısmını harcıyordu. Fakat bu miktar kasabanın ekonomik büyüklüğünün yüzde 5'i kadar olamazdı! Ayrıca zaten kuyumculuk mesleğini sürdürüyor ve oradan da kazanç temin edip rahat bir hayat sürüyordu.

Fabian’ın dükkânının arka odasında sağlam bir kasası vardı ve insanlar ihtiyaç fazlası paralarını geçici süreleğine muhafaza etmesi için Fabian’a teslim ediyorlardı. Bunun karşılığında Fabian paranın miktarına ve kasada tutulma süresine bağlı olarak küçük bir miktarda bir ücret talep ediyordu. Yatırılan miktar karşılığında da para sahibine makbuz veriyordu.

Normalde birisi alışverişe çıktığında bir sürü altın parayı üstünde taşımıyordu. Dükkan sahibine almak istediği malların değeri karşılığında elinde bulunan makbuzlardan veriyordu. Dükkan sahipleri de bu makbuzları kabul ediyorlardı; çünkü bunları Fabian’a geri götürdüklerinde karşılığı kadar altın parayı alacaklarından emindiler.
Artık elden ele altın paralar yerine makbuzlar dolaşmaktaydı. İnsanlar bu makbuzlara büyük itimat duyuyorlardı ve bunların da altın paralar kadar kullanışlı olduğunu kabul etmekteydiler.

Çok geçmeden Fabian, artık insanların altın paralarını nadiren geri istediklerinin farkına vardı. Şöyle düşünmekteydi: ‘Burada oturuyorum ve tüm bu altınları elimde tutuyorum ve hala çok çalışan bir zanaatkarım. Bunun hiçbir mantığı yok! Dışarıda burada yatmakta olan altınları kullanmak isteyecek ve bunun karşılığında bana faiz ödemekten memnun olacak onlarca insan var. Doğru, bu altınlar benim değil, fakat benim elimin altında. Önemli olan da bu. Yeni para yapmama aslında pek de gerek yok. Kasada bulunan bu paraların bir kısmını pekâlâ kullanabilirim.’

Başlangıçta oldukça temkinliydi; azar azar ve geri ödemede çok güvenilir olanlara, teminat da alarak, borç veriyordu. Ancak zamanla daha cesur olmaya başladı ve daha yüksek meblağlarda borç verdi. Bir gün oldukça yüksek miktarda borç talebi gelmişti. Fabian müşteriye şöyle bir teklifte bulundu. ‘Tüm bu altın paraları yanınızda alıp taşıyacağınıza sizin adınıza bir hesap açalım ve talep ettiğiniz para miktarı karşılığı kadar makbuz verelim.’ Müşteri kabul eder ve elinde bir deste makbuzla işine döner. Müşteri borç almıştır; Ancak altın hala kasada durmaktadır. Müşteri çıkınca Fabian gülümser. ‘ Tuhaf bir durum, altını borç verebilmekte ama hala kasasında, elinin altında tutabilmektedir.’

Dostlar, yabancılar, hatta düşmanlar bile işlerini yürütmek için fonlara ihtiyaç duymaktadırlar ve geri ödeme güvencesi verebildikleri sürece istedikleri kadar borç alabilmektedirler. Fabian sadece makbuz keserekten kasadaki altın miktarının mislince borç verebilmektedir ve işin ilginci kasadaki altınlar kendisine ait değildi bile!Gerçek sahipler altın paralarını geri talep etmedikleri ve insanların itimadı temin edildiği müddetçe her şey yolundaydı.

Her bir kişiye ait borç ve kredileri gösteren bir defter tutmaktaydı. Bu borç verme işi oldukça kazançlı bir iş olmuştu doğrusu.

Toplumdaki sosyal statüsü, servetiyle birlikte artmaktaydı. Önemli bir adam haline gelmekte, saygı görmekteydi. Finans söz konusu olduğunda, söyleyecekleri sanki kutsal sözler idi.

Diğer kasabalardaki meslektaşları Fabian’ın yapmakta olduklarını merak etmekteydiler. Bir gün Fabian’ı ziyaret etmek istediklerini söylediler. Bir araya geldiklerinde Fabian onlara faaliyetlerini açıkladı, gizliliğe olan ihtiyacın çok ama çok önemli olduğunu vurguladı.

GİZLİ İTTİFAK
Eğer planları açığa çıkarsa, tüm tezgâh başarısız olacaktı. Böylece hep beraber kendi "Gizli ittifaklarını" kurdular.

Her biri kasabalarına dönüp Fabian’ın öğrettiklerini uygulamaya başladılar.

İnsanlar Artık makbuzları da altın para gibi güvenle kabul ediyordu ve aynı para gibi hesaba yatırılabiliyordu. Bir tüccar başka bir tüccardan mal aldığında Fabian’a kendi hesabından diğer tüccarın hesabına transfer edilmek üzere kısa bir talimat yazıp ödemesini gerçekleştirebiliyordu. Defterdeki rakamları ayarlamak Fabian için birkaç dakikalık bir iş idi.

ÇEK
Bu yeni sistem çok popüler oldu ve bu talimat notlarına ‘ÇEK’ adı verildi.

Gece geç saatlerde yine bir gün Fabian meslektaşlarını bir toplantıda bir araya getirdi ve yeni planını açıklamaya başladı. Ertesi gün tüm kasabaların valileri toplantıya davet edildi ve Fabian anlatmaya başladı. ‘Bizim emisyona sunduğumuz makbuzlar biliyorsunuz oldukça popüler oldu. Eminim ki siz valilerimizde bunları kullanıyorsunuz ve kullanışlı da buluyorsunuz’ Valiler tasdik etmekle beraber sorunun ne olduğunu merak etmekteydiler.' 'Baylar bazı makbuzlar kalpazanlar tarafından taklit edilmektedir. Ve buna bir an evvel son verilmelidir.’ diye devam etti Fabian. Valiler telaşlandılar. ‘Ne yapılmalıdır?’ diye sordular. Fabian: ‘Önerim şöyledir. Birinci olarak, para basma işi yeni banknotlar olarak İdare’nin görevi olsun. Para özel bir kâğıda basılsın üzerinde taklit edilmesi zor hassas tasarımlar bulunsun ve ayrıca her bir banknot da Baş Vali tarafından imzalansın. Bizler kuyumcular olarak tüm baskı masraflarını üstlenmekten memnuniyet duyarız. Çünkü bizi birçok makbuz yazmak için harcadığımız zamandan da kurtaracaktır.’

Valiler şöyle bir akıl yürütme yaptılar: ‘Bu kalpazanlara karşı halkımızı korumak bizim vazifemizdir ve Fabian’ın teklifi de iyi bir fikir gibi görünmektedir.’ Sonuçta valiler İdare’nin banknotları basmasına karar verdiler.
‘İkinci olarak’ Fabian devam eder: ‘Bazı insanlar altın madeni işleterek kendi paralarını yapmaktadır. Önerim bir kanun yaparak, tüm altın bulanların elindekileri İdare’ye teslim etmesi sağlanmalıdır. Tabi ki değeri karşılığı kadar altın para ve kağıt para kendilerine verilmelidir.’ Teklif iyi bir fikir gibi gözüktü ve İdare yüksek miktarda yeni kâğıt para bastı. Her bir kâğıt para üzerinde değerleri yazılıydı; $1, $2, $5, $10 vb. Düşük baskı maliyetleri de sarraflarca karşılandı.

Kâğıt banknotların taşınması oldukça pratikti ve kısa zamanda insanlarca benimsendi. Bununla beraber tüm popülerliğine rağmen yeni banknot ve metal paralar ekonomik işlemlerin sadece yüzde 10’unda kullanılmaktaydı. Kayıtlara göre çek sitemi geri kalan yüzde 90’ı kapsıyordu.

Planının bir sonraki aşaması başladı. Şimdiye değin paralarının muhafazası karşılığında, insanlar Fabian’a ödeme yapıyorlardı. Kasaya daha çok para çekmek amacıyla Fabian mevduat sahiplerine yüzde 3 faiz vermeyi teklif etti.

İnsanların çoğu öyle zannediyordu ki, Fabian kendilerinden yüzde 3 ile topladığı paraları başkalarına tekrar yüzde 5 ile verirken sadece yüzde 2 kazanıyordu. Üstelik eskiden paralarının muhafazası için para öderlerken, şimdi yüzde 3 faiz aldıkları için işin aslını sorgulamaya hiç niyetli görünmüyorlardı.

Tasarruf mevduatları büyüyordu ve kasadaki bu ilave parayla Fabian yatırılan her $100 lık kâğıt ve altın para ile $200, $300, $400 bazen de $900 ‘lık borçlar verebiliyordu. Fabian bu 9’a 1’lik oranda çok dikkatli olmalıydı. Çünkü her 10 insandan 1’i ihtiyaç duyup parasını, banknot ya da altın para olarak, talep edebiliyordu.

Eğer ihtiyaç olduğunda kasalarda yeterince para bulunmadığı ortaya çıkarsa insanlar şüphelenebilirdi. Bununla beraber, hesaplar şöyle çalışmaktaydı. Fabian kendi yazdığı çeklerle verdiği $900’lık bir borca karşılık $45 ‘lık bir faiz geliri ( $900’ ın yüzde 5’ i )elde ediyordu. Borç art faiz $945 olarak geri ödendiğinde defterindeki $900’lık borç silinmekte Fabian da $45 ‘ını almaktaydı. Bu halde kasasına yatırılan $100’a (ki aslında kasasını hiç terk etmemektedir) ½3 faiz vermekten gayet memnun kalmaktadır. Bunun anlamı şuydu: Mevduatta bulunan her $100 karşılığında %42 kar etmek mümkündü ve çoğu insan sadece yüzde 2 kar ettiğine inanıyordu. Diğer kuyumcular da aynısını yapmaktaydı. Bir kalem darbesiyle havadan para yaratmakta ve bunun üzerine de faiz koymaktaydılar.

Doğru, artık altın para ve banknotu basmıyorlardı. Onların yerine, parayı İdare basıyor ve dağıtıma sokmaları için kuyumculara veriyordu. Fabian’ın tek masrafı küçük baskı maliyetleriydi. Ve hala, yoktan kredi paraları yaratmakta ve üzerine faiz işletmekteydiler. Yine de insanlar para arzı işlevinin bir kamu operasyonu olduğuna inanıyorlardı. Üstelik de Fabian borç olarak dağıttığı paraların insanlar tarafından kendisine yatırılan paralar olduğunu düşünüyorlardı; oysa Fabian birine borç verdiğinde, hiçbir mudinin yatırdığı paranın eksilmemesi çok tuhaf bir durumdu. Eğer insanlar yatırdıkları parayı aynı anda çekmeye teşebbüs etseler düzenbazlık ortaya çıkacaktı.
Kağıt ya da metal para olarak bir borç talebi geldiğinde bir sorun yoktu. Fabian’ın tek yapması gereken, İdare’ye baş vurmaktı. Nüfustaki ve üretimdeki artıştan dolayı daha fazla paraya ihtiyaç olduğunu anlatarak, küçük baskı masrafları karşılığında parayı temin ederdi.

Bir gün bu konulara kafa yoran bir adam Fabian’ı görmeye gider. ‘Bu faiz işi yanlıştır’ der Fabian’a . ‘Her bastığınız $100 için $105 geri istiyorsunuz. Bu ekstra $5 hiçbir zaman geri ödenemez, zira hiç var olmadılar. Çiftçiler gıda, fabrikalar mal üretiyor, fakat sadece sen para üretiyorsun. Varsayalım ki tüm ülkede sadece iki işadamı var ve diğer tüm nüfus da bunların çalışanı olsun. Ve bu işadamlarının her birine $100 borç verilsin. Yine bu işadamları da bu paranın $90 üretim maliyetleri (maaş+masraflar v.d.) olarak harcayıp $10’ını kar olarak kendilerine alsalar, tüm ülkede toplamda $200’lık bir satın alma gücü oluşmuş olur. Oysa size geri ödeme yapabilmek için ülkede yapılan tüm üretimlerin $210’a satılması gerekir. Eğer iş adamlarından biri başarır ve üretimini $105’a satarsa, diğeri sadece $95 gelir elde etmeyi umabilecektir. Ayrıca malının bir kısmı satılamayacaktır, çünkü bu malı satın alacak para piyasada kalmamıştır. Herhalükarda size hala $10 borçlu olacak ve geri ödemesini sadece daha fazla borçlanarak yapabilecektir. Bu sistem mümkün değildir.’

Adam devam eder, ‘Doğaldır ki sizin $105 Lira basmanız gerekir; $100’ı müşteriye, $5’ı harcamak için kendinize. Bu yolla dolaşımda $105 olacak ve borç geri ödenebilecektir.’

Fabian sessizce dinler ve sonunda şöyle konuşur. ‘Finansal Ekonomi oldukça derin bir konudur evlat, yıllarca üzerinde çalışmış olmak gerekir. Müsaade et bu konularla ben ilgileneyim sen de kendi işlerine bak. Sen daha verimli olmaya, daha çok üretmeye, masraflarını azaltmaya, daha iyi bir işadamı olmaya odaklan. Ben bu konularda her zaman sana yardımcı olmayı isterim.’

Adam hala ikna olmamış bir şekilde oradan ayrılır. Fabian’ın bu operasyonlarında bir yanlışlık vardı ve sorularını açıkça cevaplamaktan kaçındığını hissetmişti.

Öte yandan, insanlar Fabian’ın sözlerine saygı göstermekteydi. ‘O bir uzmandı, diğerleri yanılıyor olmalıydı. Bak ülke nasıl da kalkınmıştı, üretim nasıl coşmuştu, her geçen gün daha iyiye gidiyor olmalıydık.’

Tüccarlar borç olarak aldıkları paranın faizlerini maliyetlere koyduklarında fiyatlarını artırmak zorunda kalıyorlardı. Ücretli kesim ücretlerinin çok düşük olduğundan şikayet etmeye başlamıştı. İşletme sahipleri ücretleri artırmaya yanaşmıyorlar, eğer yaparlarsa iflas edeceklerini iddia ediyorlardı. Çiftçiler üretimlerine adil bir fiyat verilmediğini söylüyorlardı. Ev hanımları ise mutfak ihtiyaçlarının pahalılığından şikayetçiydiler.

GREV
Sonunda, bazı insanlar ‘GREVE GİTTİ’ ; bu daha önce hiç duyulmamış, bilinmeyen bir şeydi. Diğerleri yoksulluk sınırının altına düşmüşlerdi ve akraba ve arkadaşları onlara yardım edememekteydi. İnsanların çoğu artık kendilerini çevreleyen gerçek zenginliğin, servetin ‘ bakir ve doğurgan topraklar, muhteşem ormanlar, madenler, besi hayvanları ‘varlığını çoktan unutmuştu. Kafalarında sadece temin edilmesinin çok zor olduğunu düşündükleri para vardı. Fakat hiçbir zaman sistemi sorgulamamaktaydılar. Çünkü sistemi Kamu İdaresi’nin işlettiğini zannediyorlardı.

Bazı insanlar ise birikimlerini birleştirerek ‘borç verme’ veya ‘finans’ şirketleri kurmuşlardı. Bu yolla ancak yüzde 6 ya da biraz fazlasını kazanabiliyorlardı ki, bu Fabian’ın ödediğinden daha iyiydi. Fakat bunlar sadece sahip oldukları parayı borç verebiliyorlardı; şu yoktan para yaratma gibi o tuhaf güç ellerinde yoktu.

Bu finans şirketleri Fabian ve arkadaşlarını bir ölçüde kaygılandırmıştı. Ve onlarda hızla kendi finans şirketlerini kurmuşlardı. Çoğunlukla bu şirketler diğerleri daha ileri gitmeden onları satın almıştı. Kısa zamanda tüm finans şirketleri ya Fabian ve arkadaşları tarafından satın alınmış durumdaydı ya da kontrolleri altındaydı.

Ekonominin durumu gittikçe kötüleşmekteydi. Ücretliler patronlarının haddinden fazla kar yaptığına ikna olmuşlardı. Patronlar ise çalışanların tembel olduğunu ve günlük işlerini dürüstçe yapmadıklarını söylüyordu ve herkes herkesi suçluyordu. Valiler bir türlü bir cevap bulamıyorlardı ve acil gelişmekte olan bir durum onları sıkıştırıyordu; sayısı gittikçe artan yoksullara yardım etme vazifesi..

İdare sosyal devlet ve refah politikalarını uygulamaya başlamış ve halkı buna katkıda bulunmaya zorlayan yasalar çıkartmışlardı. Bu durum halkı öfkelendirmekteydi; çünkü halk o eski usul, gönüllü olarak, komşu ve akrabalarına yardım etme düşüncesine inanıyorlardı.

‘Bu kanunlar yasallaşmış soygundan başka bir şey değil. Bir insandan arzusu dışında bir şeyi almak, amacı ne kadar insani de olsa, çalmaktan başka bir şey değildir.’

Fakat bireyler kendilerini yalnız ve desteksiz hissediyorlardı. Eğer katkı paralarını ödeyemezlerse hapse girmekten korkuyorlardı. Bu sosyal devlet uygulamaları biraz rahatlama getirmişti ama çok kısa bir zaman sonra problem tekrar nüksetmişti ve bu sefer daha çok para gerektiriyordu. Bu tarz politikaların uygulama maliyetleri gittikçe artıyor, devletin boyutunu büyütüyordu.

Valilerin çoğu ellerinden gelen en iyiyi yapmaya çabalayan samimi ve dürüst adamlardı. Kendi insanlarından daha fazla para talep etmek hoşlarına gitmiyordu. Sonunda Fabian ve arkadaşlarından borç para almak dışında çareleri kalmamıştı. Nasıl geri ödeyeceklerine dair hiç bir fikirleri yoktu. Anne babalar çocuklarının öğretmen paralarını ödeyemez oldular. Doktorların ücretini veremediler. Nakliyeciler işlerini kapatıyorlardı.
İdare tüm bu işleri tek tek üstlenmek zorunda kalıyordu. Öğretmenler, doktorlar ve diğerleri artık hepsi kamu hizmetlisi, memur olmuştu.

Çok az kimse işinden memnundu. Makul bir ücret alıyorlardı ama kimliklerini kaybetmişlerdi; sanki dev bir makinanın dişlileri haline gelmişlerdi.

Kişisel insiyatiflere yer yoktu. Çabaları takdir edilmiyordu, ücretleri sabitlenmişti ve mesleklerinde ilerleme ancak üstleri emekli olduğunda ya da öldüğünde mümkün olabiliyordu.

Bu umutsuzluk hali içinde Valiler Fabian’ın önerilerini almaya karar verdiler. Fabian valilerin gözünde bilge bir adamdı ve paraya dair sorunların çözümünü biliyordu. Onları dinledi ve meselelerinin ne olduğunu izah etti. ‘Birçok insan kendi problemini çözmekten acizdir, öyleyse birileri bunu onlar için yapmalıdır. Kabul edersiniz ki, insanların mutlu olma ve hayatın temel ihtiyaçlarına sahip olma hakkı vardı. Ünlü bir deyişte söylendiği gibi ‘Tüm insanlar eşittir’ değil mi?’

VERGİFabian devam eder. ‘ Pekala, tüm bunları bir dengeye getirmek için, zengindeki fazla serveti almak ve fakire vermek lazımdır. Bunun için de ‘VERGİ’ sistemini kurmak gerekir. Daha fazlaya sahip olan daha fazla öder. Mali güçlerine göre herkesten vergi toplayın ve ihtiyaç sahibine verin. Okullar ve hastaneler gücü yetmeyenler için ücretsiz olmalıdır.

Fabian valilere yüksek ideallere dair uzun bir nutuk çeker ve konuşmasının sonunda da ‘Ha! Bu arada unutmadan bana borçlusunuz, epey bir zamandır benden borç almaktasınız’ hatırlatmasını yapar. ‘Sizin için yapabileceğim kolaylık sadece faiz borcunuzu ödemekle yetinebileceğinizdir. Anaparayı ödemenize gerek yoktur, borç olarak devam eder.’

Valiler oradan ayrılırlar, ancak Fabian’ın felsefesini derinlemesine sorgulamadan artan oranlı gelir vergisi sistemini uygulamaya sokarlar. Hiç kimse bu işi sevmemiştir. Ama ya vergi ödenecektir ya da hapsi boylayacaklardı.

Tüccarlar bir kez daha fiyatlarını artırmaya zorlanmışlardı. İşçiler daha yüksek ücret talep ederken, bazı işletme sahipleri ya işlerini kapatmak zorunda kalıyorlar ya da işçi yerine daha çok makinalaşma yoluna gidiyorlardı. Bu işsizliği artırıyor ve hükümet de daha yüklü sosyal politika ve refah devleti uygulamaları yapmak zorunda kalıyordu.

Bazı sektörlerde tarife ve koruma uygulamalarına gidilerek, karlılığa bakılmaksızın öncelikle istihdam sağlama öngörülmüştü. Sadece birkaç kişi ‘üretimin gerçek amacı ürün üretmek mi yoksa sadece istihdam yaratmak mı’, sorusuna kafa yoruyordu.

İşler daha kötüye giderken ücret kontrolleri, fiyat kontrolleri, kısaca her alanda kontroller ardı ardına gelmeye başlamıştı. İdare daha fazla gelir elde etmek için alım-satım vergisi, bordro vergisi, gibi birçok vergiyi de uygulamaya koymuştu. Öyleki, bir hesaplamaya göre bir somun ekmek üzerinde tarladan eve gelene kadar 50 ayrı çeşit vergi vardı.

Bu arada ‘Uzman’ kişiler ortaya çıkmakta, hatta bir kısmı da İdare’ye seçilmekteydi. Her yıl yapılan bütçe görüşmelerinde ‘vergilerin yeniden yapılandırılmasından’ başka çözüm getiremiyorlardı. Bu yeni düzenlemeler de her zaman ‘toplamda daha fazla vergi’den başka bir şey olmuyordu.

Fabian artık faiz faiz ödenmelerini talep etmeye başlamıştı. Vergi gelirlerinin her geçen yıl daha büyük bir oranı faiz ödemelerine gidiyordu.

PARTİLER
Bir yandan da ‘PARTİLER’ peydah olmuştu. İnsanlar hangi valilerin sorunları daha iyi çözeceği konusunda kıyasıya tartışmaya başlamışlardı. Adayların kişilikleri, idealizmleri, parti politikaları her şey tartışılıyordu ama sorunun aslı, gerçek problem hiç konuşulmuyordu. Meclislerde sıkıntılar baş gösteriyordu.

Kasabanın birinde, borcun faizi o yıl toplanan vergi gelirlerini geçmişti. Tüm ülke sathında ödenemeyen faizler artmaktaydı. Ödenmeyen faizlerin üstüne daha yüklü faizler gelmekteydi.

Yavaş yavaş ülkenin reel servetinin büyük bir kısmı Fabian ve arkadaşlarının ya eline geçmiş ya da dolaylı olarak kontrolü altına girmişti. Bu hal insanlar üzerinde daha fazla denetim anlamına gelmekteydi. Ancak henüz bu denetim yeterli değildi. Fabian ve arkadaşları biliyordu ki her bir insan denetim altına alınmadan durum güvence altında olmayacaktı.

Cari sisteme muhalefet eden birçok kişi ya mali baskılarla susturulmakta ya da halk önünde küçük düşürülerek itibarları sarsılmaktaydı. Fabian ve arkadaşları bunu sağlamak için birçok gazete, TV ve radyo istasyonu satın almışlardı. Başlarına titizlikle seçtikleri kişileri yerleştirmişlerdi. Bu yöneticilerin çoğunun dünyayı daha iyi hale getirme konusunda samimi arzuları vardı; ancak nasıl kullanılmakta olduklarını hiçbir zaman anlayamıyorlardı. Bunların çözümleri, problemin etkileri üzerine ilgilenmek olurken hiçbir zaman problemin sebebi üzerine olmuyordu.

Birçok farklı gazete vardı. Sağ kesim için, sol kesim için, işçiler için, patronlar için vs.vs. Asıl problemin sebebine kafa yormadıktan sonra hangisine itibar edersen et bir önemi yoktu.

GÜÇ
Fabian’ın planı neredeyse tamamlanmak üzereydi ‘ tüm ülke ona borçluydu. Eğitim ve medya vasıtasıyla insanları kontrol edebiliyordu. Neye inanmalarını, neyi düşünmelerini istiyorsa bunu sağlayabiliyordu
Bir insan keyfi için harcayabileceği paranın kat be kat fazlasına sahip ise, geriye ona heyecan verebilecek ne kalıyordu ki!.. Egemen sınıf zihniyeti için bunun cevabı ‘GÜÇ’ tür. İnsanlar üzerinde tatbik edebileceği ‘yalın ve soğuk’ güç. Medya ve hükümette idealist insanlar kullanılıyordu, ancak Fabian’ın aradığı gerçek kontrol ediciler egemen sınıf zihniyetine sahip olanlardı.

Arkadaşlarının da çoğu aynı yoldaydı. Devasa servetlerin verdiği hazzı biliyorlardı ama artık bu onları tatmin etmiyordu. Meydan okuma, heyecan ve kitleler üzerinde güç tatbiki nihai oyunun adıydı.

İnandıkları, diğerlerine karşı üstün bir sınıf olduklarıydı. ‘Hükmetmek bizim hakkımız ve görevimizdir. Kitleler kendileri için neyin iyi olduğunu bilmezler. Harekete geçirilmeye ve organize edilmeye ihtiyaçları vardır. Hükmetmek bizim doğuştan gelen hakkımızdır.’

PARA REZERV MERKEZİ
Ülke çapında Fabian ve arkadaşları birçok finans ve borç verme kuruluşlarına sahiptiler. Tabi ki bunlar ayrı kuruluşlar ve özel şahıs mülkiyetindeydiler. Teoride bunlar birbirleriyle rekabet halinde gözükürken, gerçekte birbirleriyle çok yakın çalışıyorlardı. Bazı valileri de ikna ettikten sonra ‘PARA REZERV MERKEZİ’ adını verdikleri bir kurum kurdular. Bunun için kendi paralarını bile kullanmamışlardı; halkın mevduatlarının bir kısmına dayanarak kredi meydan getiriyorlardı..

Bu kurum, dışarıdan bakıldığında sanki para arzını regüle eden bir kamu kurumu gibi gözükmekle beraber, tuhaftır ki, yönetici kurullarındakiler kamuya sorumlu olmayan kişilerden oluşmaktaydı.

Artık devlet Fabian’dan doğrudan borç almıyordu ama Para Rezerv Merkezine borçluluk gösteren bir çeşit borç senedi sistemini kullanmaya başlamıştı. Önerilen güvence gelecek yıl toplanacak tahmini vergi gelirleriydi. Bu Fabian’ın planıyla uyumlu bir şeydi. Böylelikle şüpheleri kendisinden ziyade, meşru kamu faaliyetine çekiyordu. Bununla beraber perde arkasında hala kontrol gücünün sahibiydi.

Dolaylı olarak, Fabian hükümet üzerinde yaptırım uygulayabilecek kontrole sahip oldu. ‘Ülkenin parasını ben kontrol edeyim, yasaları kimin yaptığı umurumda değil’ diye övünüyordu. Hangi parti ya da gruptan vali seçildiğinin bir önemi yoktu, Fabian bir ülkenin yaşam iksiri olan ‘Para’ nın kontrolünü elinde tutuyordu. Devlet para bulabiliyordu, ancak aldığı her borca faiz uygulanıyordu. Her geçen gün sosyal devlet politikaları ve dağıtılan yardımlar sebebiyle daha fazla para harcanıyordu. Çok geçmeden devlet bırakın anaparanın kendisini, faizini bile ödemekte zorlanır olmuştu.

Ancak hala soru soran insanlar vardı. ‘Para insan yapımı bir sistemdir. Tabi ki hükmetmek yerine hizmet edecek şekilde düzenlenebilir’ Ama böyle insanların sayısı azalmıştı ve sesleri olmayan faiz karşılığı paranın yarattığı karmaşada kayboluyordu.

İKTİDAR
Yönetimler değişiyordu, parti sloganları değişiyordu, ama temel politikalar değişmeden devam ediyordu. Hangi parti ‘İKTİDAR’a gelirse gelsin, Fabian-ı nihai amacına her yıl daha fazla yaklaştırıyordu. Halkın politikalarının bir anlamı yoktu. Daha fazla ödeyemeyecek noktaya kadar vergilendiriyorlardı. Zaman Fabian’ın nihai hamlesi için tam vaktiydi.

Para arzının yüzde 10’u hala kağıt ve metal para şeklindeydi. Bu şüphe çekmeden ortadan kaldırılmalıydı. İnsanlar nakitlerini kullanırken istedikleri gibi alışveriş edebiliyorlardı, yani hala kendi hayatları üzerinde bir miktar tasarruf ve kontrol hakkına sahiplerdi.

Öte yandan üstte nakit taşıma her zaman emniyetli olmayabiliyordu. Çek sistemi ise her yerde geçmiyordu. O halde daha kullanışlı bir sistem bulunmalıydı. Bir kez daha Fabian’ın çözümü hazırdı. Fabian’ın organizasyonu herkes için küçük bir plastik kart basmıştı. Kartın üzerinde her kişi için isim, resim ve kimlik numarası bulunuyordu.

Bu kartın gösterildiği her yerde,  dükkan sahibi kredi durumunu kontrol etmek üzere merkezi bilgisayara telefonla bağlanıyordu. Eğer kredi açıksa, kişi belli bir miktara kadar istediğini alabiliyordu.

Başlangıçta insanların küçük bir kredi oranı dahilinde harcama yapmasına müsaade ediliyordu. Eğer ay sonunda ödeme yapılırsa borca faiz işletilmiyordu. Bu ücretli çalışanlar için iyi bir avantajdı ama ya işverenler ne yapacaktı? Makineleri kurması, malları üretmesi, maaşları ödemesi ve mallarını satıp parayı geri ödemesi gerekiyordu. Bir ayı geçerse, her ay borçlu olduğu miktarın yüzde 1.5’i ekleniyordu. Bu miktar bir yılda yüzde 18’in üzerindeydi.

İşadamının bu yüzde 18’i satış fiyatlarına eklemek dışında bir çaresi yoktu. Üstelik, bu ilave para ya da kredi (yüzde 18) kimseye borç olarak verilmemişti bile. Ülke çapında iş sahipleri aldıkları her $100 karşılığında $118 ödemek gibi bir zorunlulukla karşılaşıyordu Oysa ekstradan ortaya çıkan $18 hiç bir şekilde yaratılmamıştı ve piyasaya sürülmemişti.

Bununla beraber, Fabian ve arkadaşlarının toplumdaki statüleri yükseliyordu. Saygınlık abideleri olarak addedilmekteydiler. Finans ve ekonomi üzerine söylemleri neredeyse dini sabitler gibi kabul edilmekteydi.
Sürekli artan vergi yükleri karşısında, birçok küçük işletme çökmekteydi. Çeşitli iş alanlarında, iş yapabilmek için özel ruhsatlar gerekiyordu. Artık iş kurmak ayakta kalabilenler için çok zordu. Fabian, yüzlerce bağlı şirketleri bulunan dev holdingleri ya kontrol ediyor ya da doğrudan sahibiydi. Görünürde bunlar rekabet halindeydi, ama Fabian tamamını kontrol etmekteydi. Sonuç itibarıyla, tüm gerçek rekabet eden şirketler kapanmaya zorlanmışlardı. Tesisatçılar, tamirciler, elektrikçiler ve diğer tüm küçük işletmeler aynı kaderi paylaşıyordu, - Hepsi Fabian’ın devlet koruması altındaki şirketler tarafından yutuluyordu.

Fabian bu plastik kartların, banknot ve madeni paranın yerini almasını istiyordu. Planına göre tüm kağıt ve madeni paralar ortadan kalktığında sadece bilgisayarlı kart sistemini kullanan şirketler çalışmaya devam edebilecekti.

Nihayetinde düşüncesine göre, bazı insanlar kartlarını kaybettiklerinde ya da bozduklarında kimliklerini ispat edene kadar bir şey alıp satamaz hale geleceklerdi. Ona nihai kontrol hakkını veren verecek bir kanunu yasalaşmasını istiyordu. Bu kanun, tüm insanların elleri üzerinde dövme şeklinde işlenmiş kimlik numaralarının bulunmasını zorunlu kılıyordu. Bu numara sadece özel bir ışık altında görülebiliyor ve bilgiler bir bilgisayara aktarılabiliyordu. Tüm bilgisayarlar merkezi bir bilgisayara bağlı olacaktı ve böylece Fabian herkes hakkında her şeyi bilebilecekti.

Okuduğunuz bu hikâye tabii ki kurgu.

Ancak hikâyeyi rahatsız edici derecede gerçeğe yakın buluyor ve gerçek hayatta Fabian’ın kim olduğunu öğrenmek istiyorsanız 16. ve 17. yüzyıllarda İngiltere’de yaşamış kuyumcuların faaliyetlerinin araştırılması iyi bir başlangıç noktası olabilir.

Örneğin, İngiltere Merkez Bankası (The Bank of England) 1694’te kuruldu. Kral William of Orange Fransa ile yapılan bir savaşın sonucunda mali krize girmişti. Kuyumcular ona bazı şartlar altında 1.2 milyon pound (o zaman için inanılmaz bir miktar) "BORÇ" vermişti. Şartlar:
A) Faiz oranı yüzde 8 olacaktır.

Oysaki Magna Carta’ya göre faiz işletmek veya almak ölüm cezasını gerektiriyordu.

B) Kral, kuyumcuların sahip olduğu bir bankaya kredi yaratma imtiyazını tanıyacaktı.

Bu ana kadar kuyumcuların depo ettikleri miktardan daha fazla makbuz kesme işlemi kanunen yasaktı. Bu imtiyaz bunu kanunen yasal hale getirmişti.

1694'te William Patterson İngiltere Merkez Bankası adına bu imtiyazı alan kişiydi.

© Larry Hannigan 1971, Australia
Bu makale Süleyman Sezai tarafından TİMETURK

19 Ekim 2010 Salı

KIRAÇ "KAYIP ŞEHİR"

Kıraç Hakkında söyleyeceğim bir şey yok, Bu tarz müzük yapan adamların en iyisi.

Aliya İzzetbegoviç

Aliya İzzetbegoviç ( 1925)- (19.10.2003)

İzzetbegoviç
Aktüel, 9-17-95

- 1925 doğumlu
- 24 yaşında İslâmcılık suçundan 5 yıl hapis yattı.
- Cezaevinden çıktıktan sonra önce hukuk, sonra ziraat fakültesini bitirdi.
- 25 yıl avukatlık ve bir inşaat firmasında yöneticilik yaptı.
- 1970 yılında İslâm Manifestosu adlı bir kitap yazdı.
- Bu kitap 1983'te kovuşturmaya uğradı. 12 Müslüman aydınla birlikte tutuklandı.
- 1950 öncesinde kurulmuş olan Mladi Müslümani adlı örgütü yeniden örgütlemek suçundan 14 yıl hapse mahkum edildi.
- Mahkumiyetini çekerken, Yargıtay bu cezayı 11 yıla indirdi.
- 1989 yılında Yugoslavya'nın dağılma süreci sırasında ilan edilen af sonucu özgürlüğüne kavuştu.
- 1990 yılında İslam Manifestosu'nu yeniden bastırdı.
-Bu kitap İzzetbegoviç'in İslâmi kimliğinden ziyade, siyasi kararlılığının ve mücadelesinin bir simgesi oldu.


HAKKINDA YAZILANLAR

Direnen Saraybosna
Münir Gavrankapetanoviç
Timaş Yayınları / Hatıra Dizisi

“Bir Müslüman-Boşnak entellektüel olarak ün yapmış olan Münir Gavrankapetanoviç, 'Genç Müslümanlar Teşkilatı'nın üyesi olmak suçundan 1940'larda daha üniversite öğrencisi iken hapisle tanışmıştı. Yıllarca bağımsız Bosna'nın hasretini ve çilesini çekmiş olan Gavrankapetanoviç, Aliya İzzetbegoviç'in de yakın dava arkadaşıdır. "Bu kayıtlar, benim ve ailemin Nisan 1992-Nisan 1994 yılları devresindeki kuşatmanın zor günlerini nasıl yaşadığımızın şahididir. Bu, Sarayevo'yu derinden sarsan ağır olaylar içinde yaşanan dram sahnesini, kendine özgün bir tarzda gösteren bir denemedir." diyen yazarın elinizdeki eseri, edebi bir üslup, münevver bir bakış açısı ve farklı gözlem gücüyle zevkle okunacak bir hatırat... Bu kitap aynı zamanda, 20. yüzyılın sonuna yaklaşırken Avrupa'nın göbeğinde yaşanmış olan bir vahşete ve bir milletin şanlı direnişine ışık tutması bakımından da ayrı bir öneme haizdir.”

Aliya İzzetbegoviç öldü

Bosna-Hersek Eski Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç öldü. Bosna'daki savaş sırasında liderlik yapan efsanevi lider İzzetbegoviç, 78 yaşında vefat etti. Bosna'da 1992-1995 yılları arasındaki savaşın önde gelen isimlerinden olan İzzetbegoviç, son yıllarda iki kez kalp krizi geçirmiş, 2002 senesinde kendisine kalp pili takılmıştı. Biz bu yazıda bir yandan İzzetbegoviç’in hayatını ele alırken diğer yandan da küreselleşme baskısı altında ulus-devletlerin parçalanma programına eleştiriler getireceğiz.
Aliya İzzetbegoviç, 1925 yılında doğdu. 24 yaşında ‘İslâmcılık’ suçundan 5 yıl hapis yattı. Cezaevinden çıktıktan sonra önce hukuk, sonra ziraat fakültesini bitirdi. 25 yıl avukatlık ve bir inşaat firmasında yöneticilik yaptı. 1970 yılında İslâm Manifestosu adlı bir kitap yazdı. Bu kitap 1983'te kovuşturmaya uğradı. 12 Müslüman aydınla birlikte tutuklandı. Aliya İzzetbegoviç, 1983 yılındaki Saraybosna mahkemesinin ardından Bosna-Hersek'teki İslami hareketin sembolü olarak zihinlere yerleşti. 1950 öncesinde kurulmuş olan Mladi Müslümani adlı örgütü yeniden örgütlemek suçundan 14 yıl hapse mahkum edildi. Mahkumiyetini çekerken, Yargıtay bu cezayı 11 yıla indirdi. 1988 yılında Yugoslavya'nın dağılma süreci sırasında ilan edilen af sonucu özgürlüğüne kavuştu.
Yugoslavya'nın en kötü hapishanesinde "taş kırarak" geçen 6 yılın ardından 1988'de dışarı çıktığında, Bosna toplumu içinde büyük bir karizma sahibi olmuştu. Mayıs 1990'da Müslümanlar tarafından kurulan Demokratik Eylem Partisi'nin (SDA) genel başkanlık koltuğuna adeta "doğal lider" olarak oturdu. İzzetbegoviç, Bosna'da 40 yıldır baskı altına alınmış ve unutturulmaya çalışılmış olan İslam'ın yeniden doğuşunu simgeliyordu. Batı'nın tahakküm edici ve saldırgan karakterine karşı, İslam'ın hoşgörü ve barışçılığını vurguluyor, çoğulcu bir Bosna-Hersek'in devamını savunuyor, Hırvat ve Sırp toplumlarıyla barış içinde birlikte yaşamayı hedefliyordu.
1990 yılında İslam Manifestosu'nu yeniden bastırdı. Bu kitap İzzetbegoviç'in İslâmi kimliğinden ziyade, siyasi kararlılığının ve mücadelesinin bir simgesi oldu.

Bosna Savaşı
ABD’nin Haiti ve Panama saldırganlığı uzak coğrafyamızda olaylardı. Doğrusu Türk kamuoyu bunu pek takip edemedi. Yugoslavya’nın parçalanması ise Bosna’ya özgürlük kazandıracağı için işimize geliyordu. Bu konuda Doğu Perinçek dışında pek bizi uyaran olmadı. Bugün ABD’nin Irak saldırganlığına Haiti, Panama müdahaleleri ve Yugoslavya’nın parçalanması örtülü bir meşruiyet kazandırmıştır.
Sırpların baskısı altında yaşayan ama bağımsızlık çabası içine giren Boşnaklara, zamanın Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, kimsenin kendilerine dokunmayacağı müjdesini vererek, gerekirse “gök kubbeyi başlarına yıkarız” diyebilmişti. Bir siyasi parti lideri Bosna’ya gönüllü ordusu göndereceğini söylerken, bir başka parti topu Türk Silahlı Kuvvetleri’ne havale ederek, “Ordu’nun Bosna’ya asker göndermesini” isteyebilmişti. Tabii bu söylenilenlerin hiç biri olmadı. Ne Sırpların başına gök kubbeyi yıkabildik, ne gönüllü ordu, ne de TSK’yı gönderebildik Bosna’ya.
Oysa Boşnakların karşılarında Avrupa’nın dördüncü ordusu konumundaki Yugoslav-Sırp ordusu vardı. Üstelik bu ordu Rusya ve Yunanistan’dan açık destek alıyordu. Türkiye’nin Bosna-Hersek’le sınırı yoktu ve Boşnakların İran ve Suud emperyalizmi tarafından kirletilmiş beyinleri oyuna gelmeye çoktan müsayitti. Ve Aliya İzzetbegoviç daha savaş başlamadan ilk ziyaretlerinden birini İran’a yapmıştı bile. Bosna parlamentosu hızını alamayıp adil düzen uygulayacağını söylüyordu.
Bosna Savaşı’nda binlerce insan öldürüldü ve Yugoslavya parçalandı. Ardından imzalanan Dayton Anlaşması gerçekten bağımsız bir Bosna-Hersek ortaya çıkarmadı.

Aliya İzzetbegoviç'in sahneden çekilmesi

2000 yılında Bosna-Hersek'te de bir seçim gerçekleştirildi. Ancak Dayton Anlaşması'nın Bosna-Hersek topraklarını üçe bölmesi sebebiyle Müslümanların oylarının ağırlığı seçimlerde çok fazla kendini hissettiremiyordu. Bosna-Hersek açısından 2000 yılının en önemli gelişmesi ise hem bir hareket, hem bir düşünce, hem de bir devlet adamı olan Aliya İzzetbegoviç'in sahneden çekilmesi oldu.

Hareket adamlarının birçoğu, devlet kademelerinde makam sahibi olduktan sonra çizgilerini değiştirerek davalarındaki samimiyetleri konusunda şüphelere sebep olmuşlardır. Ancak Aliya İzzetbegoviç hareket lideri olduğu sırada izlediği çizgiyi cumhurbaşkanı sıfatıyla da aynen sürdürerek samimiyetini ispat etmiştir. İzzetbegoviç aynı zamanda Bosna-Hersek davasında tarihe ismini yazdıran karizmatik bir lider rolü oynamıştır.

Bosna'da SDA'nın seçim zaferi yönetime yansımıyor çünkü...
2002 yılında yapılan seçimlerde oyların yüzde 36,94'ünü Aliya İzzetbegoviç'in kurduğu Demokratik Eylem Partisi (SDA) almıştı. SDA hem merkezi parlamentoda hem de Boşnak-Hırvat Federasyonu'nda en çok oy alan parti olmuştu.

Bosna Aliya’yı uğurladı

Aliya İzzetbegoviç uzun yıllardır devam eden hastalığından sonra vefat etti. Bosna halkı, Aliya İzzetbegoviç’i görkemli bir törenle uğurladı. Cenaze töreninde Türkiye’yi Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül temsil etti. 19 Ekim 2003 Pazar günü tedavi gördüğü Kosova Hastanesi’nde hayatını kaybeden İzzetbegoviç, 22 Ekim tarihinde parlamento binası önünde düzenlenen törenden sonra Kovaçi Şehitliği’nde kılınan cenaze namazından sonra şehitliğe defnedildi. Ülkede bayraklar yarıya indirilirdi, tören için binlerce Boşnak Saraybosna’ya akın etti. Başta Saraybosna olmak üzere değişik şehirlerde açılan taziye defterlerini imzalamak için Boşnaklar uzun kuyruklar oluşturdu. Bosna’da bütün gazete ve televizyonlar normal yayınlarını keserek İzzetbegoviç ile ilgili özel programlar yayınladı. Başbakan Adnan Terziç, “O, çok uluslu Bosna’nın babasıydı. Sadece Bosna değil tüm insanlık için büyük kayıp” dedi. Yüce Allah rahmet eylesin.(Amin)

18 Ekim 2010 Pazartesi

Başını örtenler

Eğer inanmadan örtünüyorsanız, başörtüsünü çıkarınız.
Eğer siyasi simge olarak örtüyorsanız, çıkarınız.
Eğer mahalle baskısı ile örtüyorsanız çıkarınız.
Eğer babanızın baskısı ile örtüyorsanız, çıkarınız.
Eğer kocanızın baskısı ile örtüyorsanız, çıkarınız.
Eğer ağabeyinizin baskısı ile örtüyorsanız, çıkarınız.
Eğer yaşadığınız ortamda prim yaptığı için örtüyorsanız, başörtünüzü çıkarınız.
Eğer gelenek olduğu için örtüyorsanız, çıkarınız.
Eğer sizi güzelleştirdiği için başınızı örtüyorsanız, çıkarınız.
Eğer Allah için örtüyorsanız, sizi tebrik ederiz.
Eğer inandığınız için örtüyorsanız, sizi tebrik ederiz.
Eğer dini gereklilik için örtüyorsanız, sizi tebrik ederiz devam ediniz. Ancak artık özgür olmadığınızı unutmayın. Başörtüsü ile sakız çiğneyerek dolaşamazsınız. Karşı cinsle sarmaş dolaş olamazsınız. Artık temsil ettiğiniz bazı değerlerin var olduğunu unutmayınız.
Eğer inandığınız için örtünüyorsanız içini doldurunuz. Dürüstlüğünüz, çalışkanlığınız, hoşgörünüzle örnek olurken; ahlakî anlayışınız, oturup kalkışınızda da daha dikkatli olmalısınız.
Çünkü başörtüsü sizin için hem bir hak hem bir değerdir.
Haktır; çünkü sonradan çıkarılmış bir kavram değildir. 1400 yıllık bir geçmişi vardır. O halde örtündüğünüz gibi yaşayın. Yaşadığınız gibi örtünün.
Karşı çıkanlar:
Başörtüsüne size ölümü hatırlattığı için karşıysanız, vazgeçiniz. Ölüm vardır ve gerçektir.

Başörtüsüne din karşıtlığınız sebebiyle muhalifseniz, vazgeçiniz. Dinin teselli etme ve hayata anlam katma gücünü yok edemezsiniz.
Başörtüsüne korktuğunuz için karşıysanız, korkunuzu analiz ediniz.
Korkunuz dini bir veriden kaynaklanıyorsa, o veriyi tartışınız.
Korkunuz dinin yanlış yorumlarından kaynaklanıyorsa, doğru yorum bulmak ya da oluşturmak için mücadele ediniz.
Korkunuz küçük kentler ve Anadolu'daki mahalle baskısı ile insanlarla diyologa giriniz. Birlikte yaşama bilincini oluşturmak gibi bir misyon üstleniniz. Yasağı yasakla gidermek çözüm olamaz.
Korkunuz İran gibi olmaktan kaynaklanıyorsa, başörtüsüne karşı çıkmak yerine radikalliğe karşı çıkınız.
Korkunuz Atatürkçülüğün tehlikede olmasından kaynaklanıyorsa hangi Atatürk'ü savunduğunuzu sorgulayınız.
Korkunuz Cumhuriyetin tehlikede olmasından kaynaklanıyorsa "Tek Parti Cumhuriyeti"ni mi, "Çok Partili Cumhuriyeti" mi savunduğunuzu sorgulayınız.
Korkunuzun sebebi özgürlüklerin kaybolması ise, ise herkese özgür yaşayacağı ortam sağlayacak çözümler üretiniz.
Korkunuz laikliğin tehlikede olmasından ileri geliyorsa, laiklikle din karşıtlığını karıştırıp karıştırmadığınızı sorgulayınız.
Korkunuz sahip olduklarınızı yitirmekse, elde ettiğiniz varlıklara "düşünceye karşı düşünce" yöntemiyle mi mücadele ediyorsunuz, bunu sorgulayınız.
Başörtülü birini gördüğünüzde size 'dinsiz' denildiğini hissediyorsanız, vazgeçiniz. Çünkü bu sizin algınız olabilir. Niyet okuyarak hükme varmak, insanı realite körlüğüne götürür.
Başörtülü bir kadını gördüğünüzde, 'dinde böyle bir uygulama yok' diye düşünüyorsanız, bırakınız onu konunun uzmanları söylesin. Bilimsel cahillik yapmayınız.
Başörtüsünü 'gericilik' olarak değerlendiriyorsanız, asıl gericiliğin öğrenme hakkını engelleme olduğunu görünüz. Gericilikle mücadele cehaletle mücadeledir; dinle mücadele değildir.
Başörtülüleri 'kendilerini kısıtlayan insanlar' olarak görüyorsanız, inandığı değerler için zevklerinden vazgeçenlere saygı duyunuz.
Başörtülüler size 'Usame Bin Ladin'i hatırlatıyorsa, zihin haritanızı değiştiriniz. Radikal din anlayışının, İslam dininin ilk doğuşunda üç halifeyi öldürdüğünü unutmayınız.
Başörtüsünü görünce 'dinî faşizm'den korkuyorsanız, Hitler'den hareketle 'bütün Almanlar faşisttir' deme adaletsizliğini yapmayınız.
Başörtülüler, size 'tehdit altında olduğunuz' izlenimini veriyorlarsa, kendinize konuyu kişiselleştirip kişiselleştirmediğinizi sorunuz. Başörtülülerle konuşmayı deneyiniz. Önyargıları, diyaloglar aydınlatır.
Bir insanın başının zorla kapatılmasından yana iseniz, ceberutsunuz. İslam tarihinde selefi, harici radikalizm yorumu bunu öngörmüştür.
Bir insanın başını zorla açtırıyorsanız yine ceberutsunuz. Bu durum, din karşıtlığını dogma haline getirdiğinizin ispatıdır: Kendinizle yüzleşiniz. Belki de 'Modern Tiran'lığı savunuyorsunuz.
Güç kullanarak kendi dogmalarınızı kabul ettirmek istiyorsanız, siz Ortaçağ'a aitsiniz. Dinî görünümlü ya da modern görünümlü olmanız fark etmez.
Siyasî talebi olmayan bir genç kızın inançlarının gereğine göre yaşamasına karşı çıkıyorsanız, laikliğe de karşı çıkıyorsunuz demektir.
Siyasî talebi olmayan bir ailelerin çocuklarına dinin öngördüğü ahlakî normları öğretmeyi, din dersi vermelerini laikliğe aykırı görüyorsanız; bu davranış bilimsel, çağdaş, ilerleme ve aydınlanmaya uygun değildir. Alternatif üretiniz.
Siyasî talebi olmayan ama dinini yaşamak isteyen doktora, mühendise, subaya karışmayınız. Aydınlanmanın Descartes döneminde takılıp kalmışsınız demektir. Allah'a hesap verme duygusu yaşayan bir subay ya da doktor ülke için şanstır.
Siyasî talebi olmayan ama dinin teselli gücünü, yaşama anlam katma özelliğini ve ölümden sonraki hayatı öngörme fikrini bilimle birleştirenlere karşıysanız, bilimsel gelişmeye ve düşüncenin ilerlemesine de karşısınız demektir.
Başörtüsüne 'bazı siyasîler sahip çıkıyor' diye karşıysanız, demokratlığınızı sorgulayınız.
'Başörtüsü istismar ediliyor' diye düşünerek muhalefet ediyorsanız, istismar edenle etmeyeni anlamanın en iyi yolunu deneyiniz.
Bu konuyu istismar edeni etmeyenden, önyargılı olanı olmayandan ayıran laboratuar, sosyal alanlardır. Üniversitelerde serbest bırakın. Üç, beş sene gözlemleyin. Eğer kamu düzeni bozulursa ve başı açıkların hakları ellerinden alınırsa, aptallık yapmayın; mücadelenizi verin.
Eğer askerseniz ve sezgileriniz, Türkiye'nin geleceğini tehdit edecek bir tehlikeyi haber veriyorsa; üniversiteler sizin için birer sosyal psikoloji laboratuarı olacak. Böylece siz de deneyecek ve göreceksiniz: Kamu düzeni, provokasyonlara rağmen bozuluyor mu bozulmuyor mu?
İnsan davranışlarının dilini, yalan söylenip söylenmediğini, niyetleri anlamayı ve korkuları yenmeyi gösterecek en iyi yol, deneme sınamadır.
Deneme-sınama yöntemi her zaman risklidir, ancak radikalliği önlemek için bu riski göze almak gerekir.
Adalet, cesaret istediği gibi doğruları bulmakta, risk almayı gerektirir.
Özgürlük ve barış tarihte hiç kolay elde edilmemiştir.
Bazıları başının dışını örtüyor, bazıları içini örtüyor. Bunun için sosyal psikoloji laboratuarı en etkili bilimsel deney ve gözlem yeridir.

Türkiye kendi modernizmini geliştirmek dünyaya model olma şansını yakalayabilir.
Bu konuda da rehberimiz akıl ve bilim olmalıdır.
Bilim inancı taklit etmez ama tehdit de etmez. İnceler, rapor eder ve tarih sahnesine sunar. Özellikle üniversiteler hiçbir fikre kapısını kapamazlar. Analiz ederler, yorumlarlar. Evrensel yaklaşım bu olmalıdır.
İnanç bilimsel kategoridir. Üniversitelerin sosyal psikolojik laboratuvar olması fırsatını kaçırmayalım. Türkiyemiz bu sınavı dünyaya örnek olacak şekilde aşması dileğiyle…
Nevzat Tarhan

ntarhan@gmail.com