8 Temmuz 2011 Cuma

GECENİN SESİ…


Güneş ufkun koynuna girdi.
Alacakaranlık, son kızıllıkları gümüşi boyası ile boyayınca hüzün, bir külçe gibi yüreklere çöktü. Gümüşi külçe, koyu lacivert giysisini çekince bedenine, hüzün ile birlikte kimsesizlik, köksüzlük ve kaybolmuşluk hissi bütün ruhları teslim aldı. Laciverdin bu işgali ruhlara özgürlük bahşetti.

Gecenin sesi, asude yalnızlığın tadına doyum olmaz demlerine lütufkâr bir şiir, yüreklerden sızan bir müzik gibi katılınca, kimsesizliğin, kaybolmuşluğun ve köksüzlüğün hoyrat olmayan özgürlüğü, bütün bir kâinata kanat açmaya hazır. Uzak fikri altüst olmuştur artık. Altüst olan sadece uzak fikri değildir; gecenin örttüğü dağlar, ovalar, göller, denizler ve yollar ile mekân, varlık ve boyut fikirleri de altüst olmuştur. Boyut açısından var ile yok arası cırcır böceklerinin bütün bir geceyi dolduran aşk şarkıları, gözden ırak kurbağaların bu şarkıya vokal yapan mırıldanmaları, bir burada, bir orada çekirgelerin ritimsel titreşimleri ile mikro dünya,  makro dünyayı yaratılış üzerinden teslim almıştır. Bu teslimiyetteki ahenk; insana durup düşünmek için bir fırsat sunuyor.

Pek zalim ve cahil olan insan için gecenin sesi; gündüz yapıp ettiklerini durup düşünmek için bir fırsat olarak sunulurken, insan hesaba, kimsesizliğini en derinden hissetmesi ile başlamalı. Kimsem dedikleri, bir adım ötesinde gecenin örttüğü yeryüzünün de altındadır. Makro dünyanın bütün haşmetinden, çelişkisinden, çekişmesinden, didişmesinden azat edilip mikro dünyanın ahenkli kollarına teslim edildiğinde kimsesizlik en somut haldedir. Yalnızdır ve bu yalnızlık yalın bir yalnızlıktır. Bu yalın yalnızlık; kişinin kendi içindeki kendisinin bile kendisini terk etmesiyle gerçekleşir. Muhasebe artık kendi dışındadır. Çünkü kendi, kendinde değildir artık.

Hesaba, köksüzlüğü üzerinden devam etmeli.
Bir varlık olması, yaratılmış olan bir varlık olması gerçeği, kendisinin öncesi olmadığını gösteriyor. Hem bir nesne, hem bir özne olarak yaratılış Allah’ın teklifidir. Teklifin gereğini olan mükellefiyeti yerine getirip getirmediğini sormalı yaratılan. Yaratanın ifadesiyle; ‘Gerçekten insan üzerinden öyle uzun bir süre gelip geçti ki o anılmaya değer bir şey bile değildi. Çünkü biz insanı bir takım katkılarla karıştırılmış bir nutfeden yarattık; onu evire çevire deneyelim diye de onu işiten ve gören bir varlık yaptık. Muhakkak Biz ona (doğru) yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör kafir! (İnsan suresi 1-3. Ayetler)

Başını kaldırıp bakmalı gökyüzüne.
Sonsuzluk fikrini iliklerinde hissetmeli. Hayretten, güzellikten, kendinden geçmişlikle çene, dudak oynamalı; ‘asuman’ demeli. Bu kendinden geçmişlik bir esriklik değil; hayrettir. Sonra kendisini konumlandırmalıdır insan. Bu sonsuzluk içinde, değersizliğini, hayır, hayır; kaybolmuşluğunu ürperti ile hatırlamalı. Tam bu kaybolmuşluk duygusu içinde iken şah damarından daha yakın olan, tüm benliğini saracaktır. İnsan; değersiz, adi, çaresiz bir nesne olmaktan çıkıp ‘eşrefi mahlûk’ bir özneye dönüşecek, bir sahibi olduğunu fehmetmesiyle, içkin bir güvene kavuşacak. Aslında kaybolmuşluk; asıl vatana olan hasretin, melankolik olmayan hüznün içindeki tarifsiz bir özleyişin adıdır. Sonlunun sonsuza olan iştiyakı; zaman ve mekân esaretinden tam bir özgürlüğe erişme arzusudur. Bu arzunun küllenmesi, sahibini ve asıl vatanını unutması, vahyin kesintisizliği ile engellenmektedir. Bu kesintisizlik, Allah’ın engin rahmetine, en vefalı dostun görüp gözetmesine matuftur ve sonsuz bir kereme mazhar olmaktır. Şükür; bir aczin giderilmesindeki edimsel bir karşılık değil, dosta olan güvenin izharıdır. Bu izharın kıymetini, imtihan sürecindeki insanın, mükellefiyetlerini tam bir vuzuha kavuşturmuş olan Allah’a yöneliminde, inşa edilmiş tanımlamalardan uzak kalınması verir.

İnsanı yaratıcısı tanımlamıştır.
İnsanı, insani vasıfları üzerinden yeniden tanımlamak ve bu tanımlamayla birlikte bir ilişki zemini oluşturmak, hüsranda olmanın adıdır. Hüsran; imtihan sürecindeki yaratılanın, bu tanımlama uğraşısı içinde yaratıcısını tanımlanmasıdır ki; yaratan Allah her türlü tanımlamadan beridir. O, insanı tanımlarken kendisini de anlatmıştır. Bu bir nimettir ve bu nimete nankörlük edenlerin uğrayacakları en büyük zarardır hüsran. Tanımlama, bireysel bir faaliyet değil, toplumsalı oluşturan kamusal alanın faaliyetidir.

Uzaklarda şehrin ışıkları oynaşıyor.
Rengârenk reklam ışıkları, gündüzün didişmesini geceye taşıyor. Gece vardiyasına gidenlerin ve dönenlerin yüzleri düşüyor, garip bir memnuniyetsizlik, fabrika düdüğü ile dalga dalga bulvarlara yayılıyor. Uyuyan şehre bir diken gibi batan ayakta olmanın garabeti, cırcır böceklerini, kurbağaları ve çekirgeleri rahatsız ediyor. Derinden gelen bir uğultu şiddetleniyor,  bir uçak geçiyor. Uçaktakilerin tedirginliği bu uğultuya karışıyor.
Tedirginlik; ait olunmayan bir yerde, bir konumda bulunmaktır.

Gecenin sesi, sürekli tanımlanan insanın kendisine dönmesini ve iliştirilmişliklerinden arınıp fıtri ve sahih olana kulak vermesini fısıldıyor. Kesin hüküm gününde verilecek hesabın bireyselliği, toplumsalın ne buyurduğuna ‘tedirginlikle’ birlikte azami dikkat gösterilmesini gerektiriyor.

Gecenin sesi, şükredilmesi gereken bir nimettir.

Arif ARCAN                 
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder