7 Şubat 2015 Cumartesi

Batı’nın Rehin Aldığı Avrupa Müslümanları (3)

Roma’nın Hz. İsa Taraftarı Müslümanlara Yaptığı Zulüm ve İşkenceler:

Her sahih söz, muktedirler tarafından ‘tehlikeli’ olarak görülür. Sahih söze inananlar ve onu yaşayan, taşıyan, aktaranlar ise ‘bozguncular’ olarak takdim edilir. Meryem Oğlu İsa Aleyhisselam’ın nübüvvetinde de bu durum değişmemiştir. Bugün kendisine Hristiyanlık dediğimiz muharref dinin ilk temsilcileri olan Müslümanlar, korkunç zulüm ve işkencelere maruz kalmışlardır.
Hz. İsa Aleyhisselam tebliğ faaliyetlerine Avrupa, Asya ve Avrupa’nın çakışma noktası olan Roma egemenliği altındaki Filistin topraklarında başlamıştır. Yönetilenlere yönelik ‘Allah’ın kendilerini özgürlük ve eşitlik üzere değiştirmeleri gerektiğini’ bildiren vahyi seslenişinin hemen ardından Yahudi muktedirler tarafından halk ve din düşmanı ilan edilmiştir. İktidar sahibi Yahudiler, Hz. İsa’nın tebliğ faaliyetlerini önlemek için Roma otoritelerinden yardım istemişler, Hz. İsa (A.S) taraftarlarını izlemek ve imha etmek üzere organizasyonlar kurmuşlardır.
Meryem Oğlu İsa’nın tebliğe başladığı devre, Roma İmparatorluğu’nun en geniş sınırlarına ulaştığı, üç kıtaya yayıldığı bir devredir. Roma İmparatorluğunda imparatorların tanrılaştırılması olgusu Hz. İsa taraftarı Müslümanların sempatiyle karşılanmaması için yeter sebepti. Müslümanların özgürlükçü ve eşitlikçi mesajları köleci bir ekonomi politiğe sahip bulunan Roma İmparatorluk nizamı için tehlikeli mesajlar içermekteydi. Köleliği reddetmekte, hatta onları hür insanlarla eşit saymaktaydılar. Roma İmparatorluğunun varoşlarına sığınmak durumunda kalan Müslümanlar başta askeriye olmak üzere İmparatorluk kurumları ile hiçbir şekilde ilişkiye girmiyor ve İmparatorluğun sosyal, siyasal ve ekonomik örüntülerinden uzak duruyorlardı. Roma otoriteleri özel tapınak, dinsel ritüel, put ve kültleri olmayan, kendilerinden uzak yaşayan Müslümanları, toplumsallıklarına ‘dinsiz bozguncular’ olarak tanıtmışlar onları sürekli baskı ve zulüm altında tutmuşlardır.
Hz. İsa taraftarları yayılmaya devam ettikçe siyasî otorite de baskı ve zulmünü arttırıyordu; idam ediliyor, arenalardaki eğlencelerde vahşi hayvanların önüne atılarak parçalatılıyor veya yakılıyorlardı. Defalarca tekrarlanmış bulunan toplu kıyım ve katliamların en büyüğü M.S. 64 senesinde vuku bulmuştur. O sene Roma’da çıkan ve Roma’nın büyük bir kısmının kül olmasına yol açan yangının sorunluluğu onlara yüklenmişti. Filistin’de dinî cemaatlerin hasmane davranışlarına, Filistin dışında da şiddetli bir takip ve kıyıma maruz kalan ve artık adına ‘Hristiyanlık’ denilen bu dinin getirdiği normlarla mevcut ahlâkî, sosyal ve kültürel yapıya aykırı bir nizam ortaya koyuyordu.
Bilhassa Roma imparatorlarının, devlet aygıtını oluşturan ve toplumsallığa etki eden seçkinlerin hayat tarzında hiçbir insanî veya ahlâkî ölçü kalmamış gibiydi. Ensest tipi münasebetler, onlar için sıradan hadiseler haline gelmişti. Meselâ 37-41 yılları arasında tahta geçen Caligula lâkaplı Gaius, kız kardeşlerini birer birer günahkâr yatağında kirlettikten sonra gözde dalkavuklarına ikram etmişti. Yine sarayda verdiği bir ziyafette yüksek devlet memurlarından birinin karısına kocasının gözü önünde tecavüz etmişti. Gaius’tan sonra tahta geçen Claudius da Mesalina isimli bir fahişeyle evliydi. Halbuki Kilise, her türlü evlilik dışı cinsel ilişkinin, iffetsizliğin, ahlaksızlığın, şehvet düşkünlüğünün, akraba ile cinsel ilişki kurmanın, homoseksüel davranışların ve her türlü cinsel sapıklığın Allah sevgisine aykırı olduğunu söylüyordu. İmparator Nero’nun devrinde halk açlık ve yoksulluktan kırılırken saray eşeklerinin nalları gümüşten yapılıyor, bırakın İmparator ve devlet aygıtının mensuplarının saray uşaklarının dahi debdebeli giysilerine muazzam miktarda servetler ödeniyordu.
Hristiyanlığın Toplumsal Eleştiriyi Yükseltmesi ve Hristiyanlığın Avrupa’nın Asli Unsuru Haline Gelmesi:
Roma İmparatorluğu III. Yüzyılda büyük bir kriz dönemine girmişti. Roma İmparatorluğunun devasa askeri gücünün tamamı paralı askerlerden meydana gelmişti ve bu durum, daha fazla değere el konulmasını gerektiriyordu. Askeri ve idari giderlerin finansmanı için vergiler sürekli arttırılıyor, dolaysıyla kırsal kesim hızla fakirleşiyor ve kır-kent dengesi bozuluyordu. Kır-kent dengesinin bozulması kentsel orta sınıfı ortadan kaldırıyor, alt kesimler ile birlikte kırsal alanlara orta sınıf göçünü zorunlu kılıyordu. Kentlerin genel olarak fakirleşmesi, kırsal üretiminin pazarlarını kaybetmesine yol açıyor, üretim düşüyor, bu karşılıklı etkileşim nedeniyle fakirleşme İmparatorluğun her yerinde genel bir hal alıyordu.
Roma İmparatorluğunun yaslandığı merkezi idare fikri oynak ve değişebilen bir merkez fikrine evrilmesi, Roma kenti haricinde muhtelif yerlerin merkez rolünü oynamaya başlaması, Ordudaki komutanlıkların Romalı olmayan ve sömürge eyaletlerindeki yerel unsurlara açılması, süreç içerisinde yerel derebeyliklerin oluşumuna neden olmuştu. Hem yerel hem de Roma asıllı askerlerin üretici kesimlere yükledikleri artı yükümlülükler, genel huzursuzlukların ve fakirleşmenin artmasına, siyasete ilgi duyan generallerin iktidar savaşlarına girişmesi ile meydana gelen yaygın iç savaşlar istikrarsızlığa neden oluyordu. Roma İmparatorluğunun Batı sınırlarını Cermen asıllı uluslar sürekli olarak tehdit ederken İmparatorluğun Doğu sınırları ise Sasanî tehdidi ile karşı karşıya kalıyordu.
Roma İmparatorları bu durumundan kurtulmak, krizi aşmak için çeşitli tedbirler almışlar, fakat alınan bu tedbirler eskinin devamı noktasında pek bir işe yaramamıştı. Köklü bir değişim gerekiyordu. Hıristiyanlık bu aşamada iyice yayılmış, gelişmiş ve organize olmuştu. Hıristiyanlığın yaygınlaştırmaya çalıştığı evrenselci, özgürlükçü ve eşitlikçi fikirleri ve özellikle taşımakta olduğu ahlaki öğretileri mevcut sosyal ve siyasal duruma etkili bir toplumsal eleştiri getiriyordu. Hıristiyanlık söylemlerinin ahlaki boyutu ve bu boyut üzerinden ortaya konulan eleştiri, dolaysız bir siyasal eleştiriyi de içeriyordu. Ana tema; zenginlik ve iktidar; bütün kötülüklerin anasıdır.
Yersel sevgi, göksel sevginin önüne geçtiği müddetçe yeryüzünün kan gölüne dönmesi mukadderdir diyor Aurelius Augustinus ve devam ediyor: Zengin korkular, endişeler içindedir, hoşnutsuzlukla kıvranır, hasetle yanar, hiç güvenlik duymaz, her zaman huzursuzdur, düşmanlarıyla sürekli çatışmaktan nefes nefese kalmıştır… Adalet ortadan kaldırılırsa, krallıklar büyük haydutluklardan başka nedir ki? Çünkü, haydut çeteleri de küçük krallıklar değil midir? Çete insanlardan kurulur, bir prensin yetkisiyle yönetilir, konfederasyon sözleşmesiyle örgütlenmiştir, yağmalanan şeyler de, üstünde anlaşılan bir yasa gereğince bölüşülür. Dışarıda bırakılan insanların alınmasıyla, bu bela, büyük bölgeleri elinde tutacak, konutlar kuracak, şehirlere sahip çıkacak ve halklara boyun eğdirecek kadar büyüyecek olursa, açıktan açığa krallık adını takınır… Nitekim, yakalanan bir korsan Büyük İskender’e bu yerinde ve doğru karşılığı vermişti. Kral, niçin denizi kötü niyetle tuttuğunu sorunca, korsan onu gururlu bir atılganlıkla şöyle cevaplandırmıştı: “Ya sen niçin bütün dünyayı eline geçiriyorsun: Ama ben bu işi küçük bir gemiyle yaptığım için bana haydut deniyor, sen aynı işi büyük bir filoyla yapınca imparator diye anılıyorsun.
Çözüm, toplumun ve yönetsel aygıtın vaftiz edilmesiydi. Vaftiz arınmak anlamına geliyordu. Roma İmparatorluğunun krizi aşmak için yürürlüğe koyduğu birçok reform, esasında kadim Roma İmparatorluğunu değiştiriyor, bu değişimin mümkün kıldığı yeni durumlar sosyal, siyasal ve dini bağlamda ciddi hareketliliklere ve değişimlere neden oluyordu. Bu değişimin en büyük tesiri politik açıdan Roma İmparatorluğunun hem dini hem de politik açıdan ise Hıristiyanlığın Romanın resmi dini haline gelmesidir.
Roma İmparatorluğunun ilk önce Doğu ve Batı olarak ikiye bölünmesi, ardından Batı Roma İmparatorluğunun çökmesi ile birlikte toplumsal ve toplumlar arası ilişkileri düzenleyici etkili güç tarih sahnesinden çekilmiş oldu. Doğu Roma İmparatorluğunun (Bizans) düzenleyici bir güç olarak etkili olamaması, Avrupa’nın gerilemesine, kentlerin fakirleşerek yok olmasına ve yaygın bir kırlaşmanın oluşmasına neden olmuştur.
Kilisenin Ortaçağ boyunca hem iktidar örüntülerine hem de toplumsallıklara hükmetmesi, salt mekanik bir dinsel yayılma, pür bilinçli ve planlanmış örgütlü bir ruhban hareketi değildi. Kilisenin dünyevi olanın bu kadar içine girmesi, ‘Sezar’ın hakkını Sezar’a verme’ ilkesini terk ederek düalist bir tutum dâhilinde hem dini hem de dünyevi alana da hükmetmeye çalışması, belirli bir siyasal amaç doğrultusunda yürürlüğe soktuğu bir yönelim değildi. Kilisenin ‘seküler’ diye tanımladığı dünyevi alana olan ilgisi, Avrupa Ortaçağını oluşturan şartların baskısı ile oluşmuştur. Roma İmparatorluğunun çöküşünden sonra Avrupa hızla kırsal bir yaşama geri dönmüştü. Toprağın tek zenginlik kaynağı olması, toprağa bağlı bir sosyallik, bütün bir siyasal örgütlenmeyi ve siyasal etkileşimi derinden etkiliyordu.
Toprak esaslı ekonomi politiğin adı feodal sistemdi. Feodal sistem; bir bütünün parçalanması ile oluşmuş, yerel ya da yerelleşmiş güçlerin bölgesel iktidarı şeklinde tezahür etmiştir. Ortaçağın ekonomi politiğini oluşturan feodal sistem, bütünden dağılmış ya da bütünü dağıtmış unsurların, parçalı iktidar örüntüleri olarak bölgesel bir yaşama alanı kurabilmeleri olarak görülebilir. Ticaretin ortadan kalkmasıyla birlikte, kentlerdeki çeşitlenmiş idari birimler de ortadan kalktı. Zaten geniş yetkileri olan ruhban kesimi, böylece kent yönetiminde rakipsiz kaldılar. Bir devletin, bir idari birimin, bir işletmenin, bir topluluğun işlerini yürütebilecek, okuma yazma ve hesap kitap bilen eğitimli kişiler kiliseye mensuptu ve onun hiyerarşisini temsil ediyorlardı.
Katolik Hıristiyanlık, toprağa bağlı düzene göre bir dünya görüşü üretti; ‘… Kilise’nin dünya görüşü, toprağın, toplumsal düzeninin biricik temeli olduğu bir çağın ekonomik koşullarıyla hayranlık veren bir uyum içindeydi. Toprak, Tanrı tarafından insanlara, burada, aşağıda, ebedi kurtuluşlarını sağlamak üzere yaşayabilmeleri için verilmişti. Çalışmanın amacı zengin olmak değil, fakat fani hayat ebedi hayata dönüşe kadar insanların doğdukları zamanki durumlarını koruyabilmelerini sağlamaktı. Keşişlerin dünyadan el etek çekmiş hayatları, üzerinde bütün toplumun dikkatlerini toplaması gereken bir idealdi. Zenginlik peşinde koşmak, tamah batağına saplanmaktı. Yoksulluk ilahi kökenliydi ve Tanrı tarafından takdir edilmişti… O yüzyıllarda, her devletin kendisine yeterli ve normal olarak kendi dünyasından ibaret olduğu bir zamanda, murabahanın, ticaretin ve kâr saikiyle kâr etmenin lanetlenmesinden daha doğal ne olabilirdi?’ (Henri Pirenne,(Ortaçağ Avrupa’sının Ekonomik ve Sosyal Tarihi, s. 22-23.)
Ortaçağ Avrupa’sının yaslanmış bulunduğu bu ahlak, adına modernizm denilen ‘yeryüzü cenneti’ hayali ile tasfiye edilecektir.
(Devam Edecek)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder