2 Eylül 2014 Salı

BİR YAZ RÜYASI…

Kadife gibi hava, her şeyi affetmeğe hazır bir sevecenlik ile ruhları okşuyor.
Var ile yok arası bahar, yağmurlarla başlayıp yağmurlarla bitti. Sıcacık bir nefes; uzun bir kış, kısacık bir bahar boyunca kapalı kalan pencerelerin camlarında hareleniyor.
Güneşi yeniden iliklerinde hisseden ihtiyarlar memnun, bastonlarına dayanarak oturdukları sandalyelerinde uyukluyorlar. Yaza merhaba diyebilen yorgun, bitkin bedenler ayaküstü şekerlemelerinden sıkça uyanıyorlar. Bu uyanışlar dişsiz gülümsemeler ile kırışık yüzlere derin bir memnuniyeti yayıyor. Ölüme en yakın demlerinde bile uykudan uyanabilmek, hele bir de sevecen bir güneşe karşı uyanabilmek güzel olmalı.
Çocuklar nasıl da mutlu. Küçücük bir bahçeyi, eğri büğrü bir sokağı beyaz esaretin ardından bir ummana, uçsuz bucaksız bir ormana dönüştürüveren hayal dünyalarını özgür bırakmışlar. Ah çocuklar; yağan ilk karı nasıl da çığlık çığlığa karşılamıştınız da tutar mı tutmaz mı diye endişelenmiştiniz. Sabahları yaramaz güneş, perdelerin aralığından sızıyor, körpe yanakları mıncıklıyor, uykulu gözlere musallat oluyor. Hemen ardından duyulan koro halindeki çocuk haykırışları; bütün bir gün sürecek heyecanlı oyunları müjdeliyor. Ilık kilimlere basarak kapıya doğru ilerlemek; mutluluk bu olsa gerek.
Tabak gibi ay, artık dinginleşmiş, uslanmış çayın sakince akan munis sularında yıkanıyor.
Renkli küçücük ampullerle süslenmiş şehir parkı, tek lüksü asırlık ağaçları ve hallice tahta sandalyeleri ile bir düğünün misafirlerini ağırlıyor. Bu büyülü yaz akşamında gelin daha bir narin, damat daha bir yakışıklı. Ay ışığının ve renkli ampullerin yumuşattığı yüzler efsunlu iyiliklerle dopdolu. Sevdiğinden bir karşılık, bir ışık, bir umut, bir işaret alabilmek için kendilerini sıkça gösteren delikanlılar daha umutlu. Zira kızlar daha merhametli. Hayatın itip kaktıkları, insan yerine konularak davet edildikleri bu düğünde özgüvenleri ile yeniden buluşmuşlar.
Kıvrak bir Kafkas oyun havası ile delikanlılar dimdik, mağrur, kararlı ve sertçe ama ritmik adımları ile meydana ilerliyorlar. Bir oyun boyunca kahramanıdırlar bu meydanın. Hiç olmadıkları kadar erkek, hiç olmadıkları kadar cesur, hiç olmadıkları kadar cazip, hiç olmadıkları kadar hayranlardırlar kendilerine ve hiç olmadıkları kadar da insan…
Müzik yavaşlıyor, zarif el reveransları ile oyuna bir su gibi akan genç kızlar, kadınlık gururunun abideleri gibiler. Ne bir taşkınlık, ne bir öne çıkma, ne de öznel bir vurgu vardır hareketlerinde. Mağrur delikanlılar bir kendileri pervane oluyorlar eşlerine, bir genç kızlar erkeklerine. Mesafeli ve mistik. Bu saygının zirvesidir ki; ataerkil ve anaerklik anlatılar anlamsızlaşıyor. Bütünün bir parçası sertliğini müthiş bir estetikle sergilerken, bütünün diğer parçası sevecenlik ve kadınlık, bir su gibi akarak bu estetik sertliği aşkın kimyasında eritiveriyor.
Yüce dağların çevrelediği Kafkasya’dan, şirin Azerbaycan’dan, küskün Ermenistan’dan, gücenik Gürcistan’dan, hayal şehri Tebriz’den, ilmek ilmek umut dokuyan İsfahan’dan, boynu bükük Buhar’dan, ilmini ve irfanını kaybetmiş Semerkant’tan, bahtsız Afganistan’dan yaz kokuları geliyor.
Sonsuz bozkırlarda atlarını delice süren mutlu çocukların şen şakrak kahkahaları müziğin neşesine karışıyor. Tebriz bahçelerinin gül kokuları, bir Ermeni ustasının yapmış olduğu taş duvarlara sinmiş dalga dalga yayılıyor. Müzik ilahi bir aşk, ilim ise bir meşk, sonsuz gökyüzünde aynı aya yüzleri dönük, mesut ve bahtiyar.
Düğünün ardından damaklarda kalan mutluluk tadı uyutmuyor. Muhteşem bir yaz gecesinin hitamında umut dolu seherin alacakaranlığı seyrediliyor. Çok geçmiyor adeta patlayarak doğan güneş yüzlere derin bir gülümseme bırakıyor. Hafif bir rüzgâr ürpertiyor bedenleri. Sevgi ve umut dolu iç geçirişler ile bu ürperti bir şükre dönüşüyor.
Evir çevir bir kış boyunca seyredilen üç beş filmin bıkkınlığı, pırıl pırıl bir afişin güleçliği ile uçup gidiyor. Sinemaya çömüş ağır hava yerini ıtırlı bir melteme bırakmış, dolgun taşkın bir boğaz manzarası şıngır mıngır uçarılığı ile hayal dünyalarına süzülüveriyor.
Çarşı pazar şenleniyor, manavlardan yaz meyvelerinin kokuları yükseliyor. Kasaplar kapılarını ardına kadar açmışlar, kapı niyetine iri boncuklu şerit perdelerini asmışlar. Bakkallarda piramit karton kutularında meyve suları görülebiliyor artık. Ana caddelerinin köşelerinde, sinema önlerinde kovaların içinde buza yatırılmış gazozlar çocuklar tarafından satılıyor. Taze kavrulmuş ay çekirdeği kekremsi kokusu ile buğu buğu bir tembelliğe çağırıyor gelip geçenleri.
‘Manolya Pastanesi, vanilya kokularının baştan çıkarıcılığı eşliğinde çıtır çıtır, külah külah mutluluk satıyor giriş kapısının hemen solundaki açık penceresinden. İçeride tedirginlik var. Ayrı masalarda olsalar bile değil konuşmak, iki sevgili göz göze gelmekten korkuyorlar. Bu iğreti beraberliğin garabeti, dost ve işini bilir bir komşu evinde son buluyor, gençler konuşuyorlar, anlaşıyorlar. Haberli buluşmanın rahatlığı kelimelere yansıyor, diller çözülüyor.
Bahçelere kilimler serilmiş. Güngörmüş geçirmiş nineler, orta yaşlı anneler, taze gelinler, genç kızlar bir kilimin ortaklığında bir aradalar. Örülen dantelâlar, oyalar, işlenen kanaviçeler bir hayalin, bir kaderin ilmekleri. Batan çıkan iğneler bazen bir endişenin, çoğu zaman bir umudun ismi; kıt kanaat olsa da patırtısız, gürültüsüz asude bir hayat, hayırlı bir kısmet…

Eski Rus evlerinin giriş kapısının basamaklarına tüneyerek, virane konakların yıkıldı yıkılacak ahşap iskeletlerine sırtlarını vererek buralardaki yaşanmışlıklara dair hikâyeler uyduran çocuklar bir müddet sonra kendi anlattıklarından korkarak çil yavrusu gibi dağılıyorlar.
Karanlık çöktüğünde, el ayak çekildiğinde bu yaşanmışlıklar ‘perde!’ diyecek...
Arif ARCAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder