27 Eylül 2010 Pazartesi

PUSLU DEMOKRASİ & ERGENEKON GÜNCESİ

     
YAZAR    : Prof.Dr.Mehmet Altan
KİTAPEVİ: Etkileşim Yayınları 2009   



Mehmet Altan, adına Ergenekon denilen çeteci yapılanmayı ve ana aktörlerini sorguluyor:
-Türkiye tam ve gerçek bir hukuk devleti neden olamadı?
-Sermaye ve burjuvazi, askeriye söz konusu olunca niçin ve nasıl dut yemiş bülbüle döndü?
-Laikliği solun yerine ikame etme çabalarının dünyada bir örneği var mı?
-Vatandaşını teröristlerden koruyamayan bir devlet ile askerini koruyamayan bir ordu imajı nasıl ortaya çıktı?
-Bizde din, dil, ırk ve mezhep konuları neden hep korku kaynağı oldu?
-"İstanbul Dükalığı"nın dilinden düşürmediği şeriat korkusunun asıl kaynağı neydi?
-Bu korku Türkiye'deki solu nasıl bir ucube haline getirdi?
Ve can alıcı sorular ve Mehmet Altan'ın cevapları.
Puslu ve bol pusulu zeminde
demokrasi arayışları.
Bu kitap "Puslu Demokrasi"nin karanlık sokaklarında ilerlemek isteynlere güvenli bir yol haritası.

Ben ne düşünüyorum, bunca bilgi ve belgeden sonra hala akıl tutulması yaşanıyorsa, birde bunu okuyalım bakalım neler bulacak ve anlama gayretlerimize neler eklenecek yorum sizin. Buyrun, Televizyonlar kapansın Kitaplar okunsun!
Baskıcı ve dayatmacı her yönetim İNSANLIK SUÇU İŞLEMEKTEDİR.
Selam ve dualarımla
Serdar KARAMANLI

23 Eylül 2010 Perşembe

BEYAZ GECELER (DOSTOYEVSKİ)

KİTABIN ADI         : BEYAZ GECELER
KİTABIN YAZARI : DOSTOYEVSKİ
YAYIM EVİ            : VARLIK YAYINLARI

Bir gecelik Öykü tadında, Televizyon'nun esaretinden kurtulabilirseniz.  Bu kitapla, Petersburg'a bir yolculuk yapabilir, belki keyifde alabilirsiniz. Benim, bir gecede okuduğum Kitaplar arasına girişmiş durumda "BEYAZ GECELER"

KİTABIN KONUSU : Kitapta yalnız bir adamın iç dünyası anlatılmakta. Yazarımız kendini insanlardan soyutlamış birisi olduğu için sekiz yıldan beri aynı şehirde olmasına rağmen hiç arkadaşı olmayan bir kişiliğe sahiptir. Hayalci bir kimliği vardır. Hikayede bu yalnız adamın genç bir kızla tanışarak onunla arkadaş olması sonra da bu kıza aşık olması ve bu kızın yazarın hayatında meydana getirdiği değişiklikler kitabın ana konusudur.


Ben şöyle düşünüyorum peki;
Kitaptan, Aşkın insanlar için ne kadar önemli olduğu, hayattan ve insanlardan tamamen kopmuş birini bile tekrardan canlandırdığı, aşık olunan kişiden kolay kolay vazgeçilemeyeceği, sevilen kişi sevene ne kadar acı çektirirse çektirsin ona karşı bir kin güdülemeyeceğini anladım.
Buyrun şimdi KİTAP OKUMA ZAMANI..

Selam ve dualarımla,
Serdar Karamanlı

22 Eylül 2010 Çarşamba

İtiraflarım (Lev Nikolayeviç Tolstoy)

Kitap adı    : İtiraflarım
Yazar         : Lev Nikolayeviç Tolstoy
Kitap Evi    : Timaş - Akvaryum

Kütüphane'me eklediğim son kitap.
Kont Lev Nikolayeviç Tolstoy Rus yazar. Fikir, eğitim, sanat dünyasının en ünlü kişilerinden biridir. Zengin bir ailenin çocuğu olarak Yasnaya-Polyana’da doğdu. Çok küçük yaşlarda önce annesini, sonra babasını kaybetti, yakınlarının elinde büyüdü. Çocukluğundan beri gerçekleri incelemeye karşı büyük bir ilgisi vardı. Öğrenimini tamamlamak için Moskova'ya gitti. Çalışkan, zeki bir öğrenci olarak başarı ve sevgi kazandı. Fransızcasını ilerletmiş, Voltaire’i , J.J. Rousseau’yu okumuş, bu iki yazarın kuvvetle etkisinde kalmıştır. Yasnaya-Polyana’ya döndü, yoksul köylüler arsına katıldı. İlk eseri olan “Çocukluk”’u bu dönemde yazmıştır. Bir süre sonra orduya girdi; Kafkasya’ya gitti. Kafkas halkının yoksulluk dolu yaşayışlarından aldığı izlenimlerle ilk gerçekçi hikayelerini yazdı. 1854’te Kırım Savaşı’na subay olarak katıldı. Sonra askerlikten ayrılıp Petersburg’a gitti. Bir kısım eserlerini oldukça sakin geçirdiği o yıllarda yazdı. Gene de içinde, aradığını bulamayan bir ruh çalkalanıyordu. Batı Avrupa ülkelerinde uzun bir geziye çıktı. Almanya, Fransa ve İsviçre'de dolaştı. Yurduna dönüşünde gene Yasnaya-Polyana’ya yerleşti. Asalet unvanlarından, lüksten sıkılıyordu. Köyünde bir okul kurdu. Bu okul, öğrenim, eğitim bakımından yepyeni bir kurumdu. Huzuruna kavuştuğuna kanaat getirdikten sonra 1862'de Sonya Bers ile evlendi. Tolstoy on üç çocuk sahibi olduğu bu evlilik hayatının ilk yıllarında ömrünün en mutlu, en rahat, devresini yaşadı. Eserlerinin en kuvvetlisi olan iki romanını; “ Savaş ve Barış ve Anna Karanin”’yı, bu sıralarda yazdı. 1880’den sonra eskilerden daha şiddetli bir moral çöküntüsüne uğradı. Ortodoks Kilisesi’ne, ölümsüzlük düşüncesine ve siyasal erke karşı çıktığı yeni bir düşünsel döneme girdi. Geniş halk yığınlarının, özellikle Rus köylüsünün yoksul, perişan durumu onu çok üzüyordu. Bütün servetini köylülere dağıttı, her haliyle onlar gibi yaşamaya başladı. Kasabada giyiniyor, giydiği her türlü elbiseyi kendisi dikiyordu. Değişmeyen tek taraf, bıkıp usanmadan yazmasıydı. Öte yandan bu dönemdeki yazıları nedeniyle Kilise tarafında aforoz edildi. Hayatı boyunca yaşamın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalıştı, İslam'a olan merakı sebebiyle bir gece trene binip İstanbul'a gitmeye karar verdi, ancak tren istasyonunda fenalaştı. Oradaki görevlilerden birinin evinde geceyi geçirdi, ertesi gün hayata gözlerini yumdu.

Bende İtiraflarım ile lakalı olarak aklımda kalan kısım şudur. Küçük bir hikaye buyrun okuyalım;                      
Bir seyyahla, onun çölde karşılaştığı yırtıcı hayvanları anlatan o şark masallarını kim bilmez ki. Seyyah, hayvandan kurtulmak için susuz bir kuyuya atar kendini. Orada, kuyunun dibinde bir ejderha görür. Onu yutmak için ağzını açmıştır. Yırtıcı hayvan tarafından parçalanmamak için yukarıya çıkmaya cesaret edemezken ejderha tarafından da yutulmamak için aşağıya atlayamayan bu zavallı, kuyunun duvar taşları arasındaki bir dalı yakalar ve ona sımsıkı tutunur. Elleri uyuşur ve az sonra, her iki tarafta bekleyen felaketin kucağına düşeceğini hisseder, ama hala sımsıkı yapışıp durmaktadır dala. O sırada biri beyaz biri kara iki farenin onun tutunduğu dalın çevrisinde dolaşıp dalı kemirmekte olduklarını görür. Birkaç dakikası vardır. Dal kopacak ve o da canavarın ağzının içine düşecektir. Seyyah bunu görür ve kurtulma şansının olmadığını bilir. ama havada debelendiği sürece, çevresine bakınmaktadır. Çalının yapraklarından bal damlaları görür. Dilini uzatıpbunu yakalamaya koyulur. işte ben de aynı, beni parçalamaya hazır olduğunu bildiğim halde, hayatın dallarına tutunuyorum ve bu azaba niye düştüğümü bir türlü aklım almıyor ve şimdiye kadar bana teselli vermiş olan balı emmeyi deniyorum. Ama bal bana tat vermez oldu artık; beyaz ve siyah fareler gece gündüz tutunduğum dalı kemirmekteler...  Güzel dimi?

Fikrinin çilesini çeken İnsanları hep takdirle karşılamışımdır. Bu çok üst düzey bir fikir çilesi olmuş, derinlemesine tahlileri içeren, farkılı ve ters açılardan bakması bizlerede örnek olabilir. Buradan şunuda anlaya biliriz "Taklidi İman ile Tahkiki İman" arasındaki farkıda bize anlatıyor gibi geldi bana. Tabi en iyisi sizin kitabı okuduğunuzda sizde bırakacağıdır.
Selam ve dualarımla
Serdar KARAMANLI

16 Eylül 2010 Perşembe

Evimizin en küçüğü Okula başladı.

Kızım Sena, oğlum Bera'dan sonra evimizin nazlı kuşu 'da uçmak için ilk adımı attı. Hayat evlatlarıma neler getirir bilemem. Şimdiye kadar küçüğüm bizi çok üzdü. Hastalıklar peşini bir türlü bırakmadı ama çok şükür şimdilerde iyi ve okula başlıyor. Çok şükür Allah'a sağ salim ilk limana girdi.

Kendi çocuklarım ve diğer Dostlarımın ve aile efradlarımızında çocukları sağlık, sıhhat ve huzur içerisinde eğitim ve öğretimlerini hakkı ile tamamlar, İnsanlığa faydalı kişiler olurlar. Daima iyiden, haklıdan ve mazlumdan yana olurlar. Diye temenni ediyorum.

Ve Olmazsa olmazımız Dua vakti ;
Ya Rabbi Evlatlarımızın acılarını bize gösterme, Rablerine iyi kul, İnsanlığa faydalı bireyler olsunlar. Ellerinden, dillerinden ve hareketlerinden herkesin emin olduğu DOSDOĞRU VE DİMDİK KULLARDAN OLSUNLAR. AMİN, AMİN,AMİN

Ferfat GÖÇER 2010

Ferhat Göçer; ( 1970, Şanlıurfa) Türk müzisyen, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastane’sinde tıp doktoru (cerrah) ve tenor.
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Devlet Konservatuarı Şan Bölümü mezunu Ferhat Göçer; iki yıl sözleşmeli olarak çalıştığı Devlet Opera ve Balesi’nden, doktor olarak tayininin çıktığı Şanlıurfa’da, mecburi hizmetini yerine getirmek üzere ayrılır.
İstanbul’a döndüğünde Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde Genel Cerrah olarak göreve başlayan Göçer, kendine müzikte yeni bir hedef belirlemiştir: Türk Müziğini aldığı klasik eğitim ile birleştirip, dünyaya tanıtmak. Bu hedefi doğrultusunda çalışmalarına ve Genel Cerrahlığa bugün de devam etmektedir.

Serdar'ın Albüm hakkındaki görüşü; Son zamanlarda dinlediğim en güzel şarkıları içeren albüm olmuş. Zaman zaman dinliyorum.

15 Eylül 2010 Çarşamba

Prof.Dr.Mümtazer TÜRKÖNE'den 68 Kuşağına bakış

Darbe Peşinde Koşan Bir Nesil 68 Kuşağı

Yazar      : Prof.Dr. Mümtazer Türköne
Yayınevi  : Nesil
Tarih ve Siyaset

1968 yılının Mayıs ayının başında, Paris`te Sorbonne Üniversitesi`nin işgaliyle başlayan gençlik olayları, tarihe “68 Baharı” olarak geçti. Bu olaylar, içinde muhalif bütün meşreplerin bulunduğu heterojen bir başkaldırıydı. Uyuşturucunun ve cinsellikte sınırsızlığın ön plana çıktığı “çiçek çocuklar”, yani hippilerden, her türlü otoriteye başkaldıran anarşistlere, solun her türünü içeren geniş bir yelpazeye kadar statükoya muhalif her eğilim, 68`in rengarenk dünyası içinde yer aldı.

“Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” sloganı, 68`in farklı renklerinin tamamını temsil etti. İmkânsız gibi görünen şey ise özgürlüktü. Bu eğilimlerin hepsinin ortak paydası, daha fazla özgürlük arayışıydı.

Ancak bu hareket başladığı gibi hızla söndü.

Peki Türkiye`nin 68 Kuşağı, bu evrensel başkaldırının neresinde yer aldı?

Gerçek miydi, yoksa gerçeklik duygusunun bir türlü nüfûz edemediği bir efsane mi?

Onlar haksızlığa uğramış birer kahraman mı, yoksa askerî darbe peşinde koşan gençler miydi? Yoksa iktidar peşinde olan cuntacıların, darbecilerin birer kuklası mı oldular?

Bu kitapta kırk yıldır dillendirilen gerçekler veya efsaneler arasındaki derin uçurumu göreceksiniz.

Bir yanda iktidar peşinde koşan, iktidar şehvetine ideolojik kılıflar arayan cuntacılarla; vatanı kurtarmak, yoksulluğa son vermek gibi büyük ideallerin peşine düşen gençlerin başrol oynadığı bir senaryoya şahit olacaksınız.

Kendi aralarında hesaplaşan cuntacılarla, bu hesabın kendilerine kesilerek sokağa sürülen gençleri bulacaksınız.

Ve halen kutsanan şiddeti… İçinde her türlüsü bulunan şiddeti… En başta da Ergenekon`un kırk yıl önceki operasyonlarını…

Kırk yıl öncesinden kırk yıl sonrasına açılan bu pencereden “Darbe Peşinde Koşan Bir Nesil: 68 Kuşağı”nın hikâyesini birlikte okuyalım.

7 Eylül 2010 Salı

Salih ÖZAYTÜRK'ten Ontoloji yazıları

Kitap Adı: Kendinde Öte Bir Yol
Yazarı    : Salih ÖZAYTÜRK
Yayınevi : KARAKALEM

Salih ÖZAYTÜRK ismi ile bir televizyon kanalında tanıştım, sakin duruşu ve anlam yüklü konuşmalarının takipçisi oldum. Bu süre zarfında bir takım fikirlerinden istifade etme fırsatımda oldu.
Kendinden Öte Bir Yol, Salih Özaytürk’ün ilk kitabı. Kitap, baştan sona, varoluşa dair sorgulamaların derin bir teslimiyetle atbaşı gittiği, keskin ontolojik çözümlemelerin enfüsî açılımlara eşlik ettiği bir çizgide ilerliyor. Ve son tahlilde, okuyucunun iç dünyasında özlenesi bir hali, bir ‘huzur hali’ni miras bırakıyor.

Salih ÖZAYTÜRK'ten yeni çözümlemeleri içeren yazılarını ve kitaplarını bekliyoruz.

4 Eylül 2010 Cumartesi

bir de bu açıdan bakalım: En'am 116-117

Eğer sen yeryüzünde yaşayan insanların çoğunluğuna uyacak olursan, bunlar seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece (başkalarının) zanlarına tabi olurlar, kendileri hiçbir şey yapmayıp sadece tahmin yürütürler."(Enam / 116)


Yeryüzünde yaşayanların -tıpkı günümüz gibi- çoğunluğu cahiliye mensubuydu. Tüm işlerinde Allah'ı hakem yapmıyorlardı. Allah'ın kitabında bildirdiği şeriatı bütünüyle kanun edinmiyorlardı. Düşüncelerini ve fikirlerini, düşünce ve hayat metotlarını Allah'ın yol göstericiliğinden ve direktiflerinden almıyorlardı. Bu yüzden -tıpkı günümüz gibi- cahiliye sapıklığına dalınışlardı. Gerçeğe dayanan, gerçekten alınan bir görüş ileri sürmeleri, bir söz söylemeleri mümkün değildi. Kendilerine uyanı, yollarını, takip edeni sapıklıktan başka bir şeye yöneltmezlerdi. Tıpkı günümüzde olduğu gibi kesin bilgiyi bırakıp zan ve sezgilere uyuyorlardı. Oysa zan ve sezgi olsa olsa sapıklıkla sonuçlanırdı. Bu nedenle Allah'ın yolundan sapmaması için yüce Allah peygamberini onlara uymaktan, onları takip etmekten sakındırıyor, hem de bu şekilde genel bir ifadeyle. Ardından, şu doğru yoldadır, şu da sapıklıktadır diye kullar hakkında hüküm verenin tek başına yüce Allah olduğu belirtilmektedir. Çünkü kulların gerçek mahiyetini sadece yüce Allah bilebilir, neyin hidayet, neyin sapıklık olduğunu ancak O belirleyebilir:

"Hiç kuşkusuz Allah, kimin onun yolundan saptığını ve kimin doğru yolda olduğunu herkesten iyi bilir." (Enam / 117)

İnsanların düşünceleri, değerleri, ölçüleri, davranışları ve hareketleri üzerinde egemen olacak temel bir kuralın varlığı zorunludur. Bütün bunlardan hangisinin gerçek hangisinin batıl olduğunu belirlemek için temel bir kural kaçınılmazdır. Böylece sorun, insanların değişken arzularının ve kanıtlanmış bir bilgiye dayanmayan çıkarlarının sorunu olmaktan çıkar. Sonra tüm bu sorunlar için ölçüler koyan ve insanların kullar hakkındaki hükmüne başvurdukları, değer yargılarını aldıkları bir mercinin bulunması zorunludur.
İşte burada yüce Allah ölçü koymaya, insanları buna göre, değerlendirmeye, kimin doğru yolda, kimin de sapık yolda olduğunu belirlemede sadece kendisinin hak sahibi ve yetkili olduğunu belirtmektedir.
Kuşkusuz değişken yargıları doğrultusunda bu hükümleri belirleyecek olan "toplumun" kendisi değildir. 'Toplumsal yapının ve maddi dayanaklarının değişmesiyle değer ve hükümleri değişen toplum bu konuda söz sahibi değildir. Çünkü tarıma dayalı toplumun değer yargıları ve ahlâk kuralları ayrı, sanayi toplumunun değer yargıları ve ahlâk kuralları ayrı olacaktır. Kapitalist burjuva toplumu için ayrı değer yargıları ve ahlâk kuralları olduğu gibi, sosyalist ya da komünist toplum için de farklı değer yargıları ve ahlâk kuralları söz konusu olacaktır. Ardından bu toplumların yargılarına uygun şekilde insanların davranışları için farklı ölçüler konacaktır.
İslâm bu esası tanımaz ve onaylamaz. İslâm kendine özgü bir değer yargısı tayin eder. Onu da yüce Allah belirlemiştir. Aynı zamanda bu değer yargısı toplum biçimlerinin değişmesiyle değişmeyen bir esastır. Bu değer yargısı dışına çıkan toplumun İslâm literatüründe adı bellidir. Bu toplum İslâm dışı, cahili bir toplumdur. Allah'a ortak koşan bir toplumdur. Çünkü bu toplum değer yargıları, ölçüler, düşünceler, ahlâk kuralları, düzen ve sistemler hakkında Allah'ın bildirdiklerinin dışında Allah'tan başka -insanlardan- birtakım kimselere yetki tanımaktadır. İslâm'ın toplumlar, değer yargıları ve ahlâk kuralları için tanıdığı tek bölünme şekli budur. İslâmî olma ya da İslâm dışı olma... Ya İslâm ya da tüm şekil ve görünümleriyle cahiliye...
seyyid kutupdan derlemedir