28 Ekim 2016 Cuma

Dedem Aliya...


İlk gençlik yıllarımda uzun bir süre sık sık hep aynı düşü görürdüm.
Daha çocuğum güya. Karlı bir şafakta uzaktan bir atlı bana yaklaşıyor. Atının burun deliklerinden çıkan buharın perdelediği birisi. Geçip gitmiyor, yanımda duruyor. Kına kırmızısı bir şal ile yüzünü örtmüş,  gülümsediği gözlerinden belli. Kaptığı gibi beni alıyor atına. Güvenin kendisine has bir kokusu var. Başımı gömdüğüm bağrında güvenin kokusu, sanki baharlı bir akşamüstü gibi. Gözlerimi kapatıyorum. Rahvan atın karları ezerken çıkardığı kütürtü ve güvenin kokusu. Yüzünü bir türlü göremiyorum ama gözleri ile bana gülümsediğini ve bastığı bağrı ile beni sevdiğini biliyorum.
Sık sık bu düşü görüyordum ve her defasında yüzünü göremediğim bu birisinin dedem olduğuna yoruyordum. Ne annemin babasını ne de babamın babasını görebilmiştim. Bu birisinin dedem olacak bir yaşta olduğunu nerden çıkartıyordum? Güvenin kokusu olduğu gibi ihtiyarlığın da bir kokusu var. Güvenin kokusu nasıl baharlı bir akşamüstü gibi ise ihtiyarlığın kokusu da olgunlaşmış, oturmuş, olmuş bir yaz sonu güz başının ikindisi gibidir. Kadim bir varoluş beni bağrına basıyor düşlerimde.
Bu düşten uyandığım sabahlarda ağzımda, tarçınlı akide şekeri tadı olurdu hep. Bütün bir gün halamın anlattığı Hızır hikâyeleri de zihnimde yankılanırdı nedense. Mesela; tipiye yakalanmış bir civanmert, karlara batmış ama çıkamamış atına sarılmış ısınmağa çalışıyor. Donmak üzeredir. Birden güleç bir ihtiyar peydah oluyor. Civanmert, bu ihtiyarın sıcacık evinde izzet ve ikram ile sabaha sağ salim çıkıyor, tipi dinmiştir, yola revan oluyor, bir süre sonra ardına bakmak geliyor aklına, ne ihtiyar vardır ne de dumanı tüten ihtiyarın evi, uçsuz bucaksız, lekesiz bir beyazlıktan başka hiçbir şey yok.
Ya da; kızak kaymış bir kar tümseğine saplanmıştır. Ateşler içindeki bebesine sarılmış bir gelin, sönmüş meşaleleri aç kurtlara doğru sallayan umutsuz akraba ve köylülerini dehşetle izliyor. Birden bir ıslık sesi işitiliyor. Kurtlar bu ıslık sesine kulak kabartıyorlar. Kızak etrafında hırlayarak dönüp durmayı bırakıyorlar. Aç kurtlar kalmak ile gitmek arasında kararsızlar. Gittikçe şiddetlenen ıslık ile birlikte kurtlar inleme sesleri çıkararak tepelere doğru koşar adım uzaklaşıyorlar.
Yahut bir günah gecesinin hitamında evinin kapısına yığılıp kalmış sarhoş bir genci ağabeyleri hırpalamak üzeredir. İhtiyar dedeleri onları durdurur. Dedesi genci bağrına basar gözlerinden öper. Merhametin kokusu genci sarıp sarmalar. Kadim merhamet, günah ile donmuş, kaskatı kesilmiş genci aklayıp paklar. Merhametin kokusu; ceberut ayazın dondurduğu çamaşırların, sıcacık bir odada çözülürken bıraktığı temizlik kokusu gibidir ve hep ‘tevbeye’ çağırır.    
Yıllar sonra Aliya İzzetbegoviç’in fotoğrafını ilk gördüğümde ağzımda tarçınlı bir akide şekeri vardı. Beni atına alan dedemdi bu. Bosna çetin bir kış yaşıyordu. Tipiden göz gözü görmüyor, aç kurtlar derelerden tepelerden akın akın çullanıyordu donmak üzere olan Bosnalıların üzerine. Dedem Aliya’nın ‘Selamun Aleyküm’ diyerek selamladığı civanmert mücahitleri, bir günah gecesinin hitamında kapısı önüne yığılıp kalmış torunlarıydı. Aliya onları bağrına basmış gözlerinden öpmüştür. Merhametin kokusu onları sarıp sarmalamış, aklamış paklamış, çorak Avrupa’nın ortasında kadim varoluşun hafızasını sarsılmaz bir umut, dolup taşan bir iman ile taşıyan üç beş fidan, yıllar sonra artık ormana durmuştur.
Aç kurtlar, ‘Selamun Aleyküm’ü, ‘esenlik ve selameti’ kendilerini korkutan ve yıldıran bir ‘ıslık’ sesi olarak algılayacaklardır hep. Buram buram güven ve merhamet kokan dedem Aliya, mekânın cennet, Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Aleyküm Selam.
        

Arif Arcan, 27.10.2016                                           

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder