6 Ekim 2016 Perşembe

“Camdan dışarı değil candan dışarı bakıyorum...”

12-17 yaşlarımın tanığı bir komşu teyzemiz vardı. Allah rahmet eylesin ellerinde kemik erimesi olduğu için baş parmakları yamulmuştu. O zamanlar kemik erimesi bugünkü kadar yaygın bilinen bir dert değildi. Komşu teyzemiz gelini ve gelininin gelini ile aynı evde yaşardı. Sabah saat on olmadan bize gelirdi. Erken geldiğinin farkında, siz işinizi yapın ben şurada kendimle konuşayım biraz derdi.

Kendisi ile niye kendi evinde konuşmazdı da bize gelirdi? Sebebini çok sonra anladım. Onların dairesinden gökyüzünü görmek pek kolay değildi. Belki balkona filan çıkması gerekiyordu görmek için. Oysa bizim divanımız pencerenin hemen önündeydi. Uçsuz bucaksız bir boşlukta toprak ile gökyüzü buluşurdu. Komşu teyzemiz pencere önünde, öylece gökyüzüne bakardı, tam biz işimizi bitirip karşısına oturacağımız sıra kalkıp gider ertesi gün yine aynı törensel duruşu ile divanın o kısmına oturur camdan dışarı bakardı.

Camdan dışarı bakmıyorum derdi candan dışarı bakıyorum.

(Candan dışarı bakabilmek için bulutların mihmandarlığına muhtaç olduğunu anladığımda o artık aramızda değildi.)

Sohbet için iki kişiye ihtiyaç var. O iki kişi asla bir araya gelmiyor. Çünkü kendisine candan dışarı bakacak bir yer bulamıyor. İnsanın kendinden dışarı çıkabileceği en kısa mesafe gökyüzü. (Ben burada yokken bir yere gitmedim, penceremin önünde hep gökyüzüne baktım.)


Fatma BARBAROSOĞLU

http://www.yenisafak.com/yazarlar/detayscroll/2032280?n=1

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder