20 Mayıs 2015 Çarşamba

Yaşam, Fanilerin Sahih Bir Şahitliğidir; Konu Devlet Olsa Bile…

Kenan Evren Öldü. Her fani gibi ölümü tattı ve O’na döndürüldü.
Kenan Evren’in nasıl yaşadığına dair hayatta kalanlar şahitlik ettiler elbette. Ölüm gibi tartışmasız ve sahih bir uğrak karşısında şahitliklerin ‘olması gerekenleri’ taşıması beklenir. Fakat şahitliklerdeki olması gerekenler, Kenan Evren gibi ‘kamusal bir ölünün’ şahitliğinde yaşanamadı. Her kamusal ölü de yaşandığı gibi.
Ölüm haberinin ilk saatlerinden itibaren zembereğinden boşanmış bir eleştiri dalgası yükseldi. Öncelik siyasete aitti tabiatıyla. Siyaset cenahı bil ittifak cenazesine gitmeme kararı aldı. Devlette devamlılık ilkesi gereği başta mensup olduğu Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere ‘kurumsal devlet’ onu bir devlet töreni ile gömdü. Basın cenahı birkaç gün yazdı çizdi, halk cenahından cılız tepkiler de vardı ama anlamsız siyasal uğultular arasında kaybolup gitti. Olay tavsadı, Kenan Evren’in ölümü tüketildi.
Olaya taraf olan yaşayanların ölene ait ve ölüme yönelik şahitlikleri hiç gündeme gelmedi. Mesela Kenan Evren’in zavallı bir adam olduğunu hiç kimse dile getirmedi. Kenan Evren nezdinde temsil edilen muktedirlerin esasında kimler oldukları da aşikâr edilmedi. Ona en yüksek perdeden sayıp sövenlerin, nasıl bir Türkiye istedikleri konusunda kendilerine ait fikirlerinin ana temasının, Kenan Evren nezdinde billurlaşan yönetim anlayışından pek farklı olmadığı kendilerine bir türlü itiraf ettirilemedi. Türkiye’de siyaset hiçbir zaman için darbeler ile yüzleşmedi ve yüzleşmeye de hiç niyeti yok. Zira Türkiye’deki her siyasal varoluş darbelerin şu veya bu şekilde ürünleri mesabesindedir.
Bir ‘Darbe’ Anayasası olan 1982 Anayasa metni müteaddit defalar değişikliğe uğramış olmasına rağmen halen yürürlüktedir. % 99 evet oyu ile yürürlüğe sokulmuş bulunan 1982 Anayasası hangi sosyal ve siyasal ihtiyaçların bir ürünündür. Zira Anayasa metinleri teorik olarak ‘sosyal kontratlardır’. Bir tarafında devlet aygıtı diğer tarafında ise toplum vardır. Türkiye’de Anayasal metinler, hiçbir zaman sosyal kontrat olabilmiş değildirler. Türkiye’de anayasal metinler, muktedirlerin iktidarlarını beyan ettikleri güç gösterileridir. Türkiye’de yapılmış olan bütün anayasalar toplumsal bir konsensüsü yansıtan sosyal ve siyasal kontratlar olmayıp devletin güçlü belirleyiciliği altında oluşturulmuştur. Kaldı ki; Türkiye’de devletin bir anayasa yapma ihtiyacı toplumsal itkinin bir sonucu olarak değil, devleti kontrol eden siyasal kadroların kendi güçlerini bir anayasa yapabilme iradesi ile ispata yönelik güç gösterisi olarak tezahür etmektedir. Bir anayasanın gerekliliğini savunan merkezi siyasettir ve mevcut anayasayı askıya alan, değiştiren ve yeni bir anayasa vazeden de merkezi siyasetin bizatihi kendisidir.
12 Eylül Askeri Darbesi, Türkiye’de önemli değişim ve dönüşümün yaşanabilmesi için yapılmış olan bir devlet müdahalesidir. Darbenin niyeti ile sonuçları görünürde biri birlerine taban tabana zıttır. Nedeni; Türkiye’nin önemli bir değişimi ve dönüşümü yaşayabilmesi için gerekli alt yapının oluşturulması ile öngörülen değişimin ve dönüşümün toplumsal planda meşruiyet zemininin sağlanmasıdır. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile oluşturulan yönetim ve bu yönetim aracılığı ile yaptırılan yeni Anayasa, katı bir devletçiliği amaçlıyordu. Fakat yapılan ilk seçimlerde sandıktan Turgut Özal liderliğindeki liberal eğilimli Anavatan Partisi (ANAP) iktidar olarak çıkmıştır.
1970’lerin sonu ile 1980’li yılların başında yükselen neoliberal ekonomi politikaları ve buna bağlı siyasal yapılanmalar Türkiye’ye ulaşmakta gecikmemişti. Türkiye, merkezi devletlerin estirmiş olduğu neoliberal ekonomi düzenine eklemlenmiş, 1960 ile 1980 yılları arasında yaşamış olduğu içe dönük ve kapalı yapısından hızla sıyrılarak dışa açılmış ve neoliberal ekonomi politikalarının uygulanması yönünde bölgesinde önemli görevler üstlenmiştir.
12 Eylül 1980 Askeri Darbesinin katı devletçi amacı ile liberal eğilimli ANAP’ın iktidar olabilme başarısı bir paradoks olarak görülebilir. Neoliberal ekonomi politiğinin temel ayırt edici özelliği; faaliyetlerinde kendisine engel teşkil edebilecek ekonomik, sosyal ve siyasal hiçbir örgütlü gücü karşısında görmek istememesidir. Neoliberal ekonomi anlayışında sekterci olarak görülen bütün örgütlü güçler tasfiye edilmelidir. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, Türkiye’deki hem sol karakterli hem de sağ karakterli bütün aşırı uçları tasfiye etmiş, bu unsurların örgütlenme becerilerini ve en önemlisi ideolojik meşruiyetlerini ortadan kaldırarak siyaseti merkeze doğru itmiştir. ANAP Türkiye’de mevcut bulunan bütün siyasal eğilimleri bir potada eriterek bu merkezileşmeyi elle tutulur bir hale getirmiş, seçmenin büyük teveccühünü kazanmış, ülke genelinde özgürlük rüzgârları estirmiştir.
ANAP iktidarının estirmiş olduğu özgürlük rüzgârı siyasal bir özgürlük rüzgârı değildi elbette. Liberal ekonomi faaliyetlerinin karşısına dikilen engellerin kaldırılması yönündeki siyasal faaliyetlerin özgürlüğüdür kastedilen. Devlet eli ile yürürlüğe sokulmuş bulunan liberal ekonomi politikaların yürütülmesinin karşısındaki en büyük engel yine devletin kendisiydi. Zira Türkiye’de devlet aygıtı homojen bir yapı arz etmemektedir. Türk siyasal kültürüne damgasını vurmuş bulunan ‘siyasetin devlet katında deruhte ediliyor olması durumu’, siyasetin üretmiş olduğu çelişki ve çatışmaların da devlet katında oluşuyor olmasının ana nedenidir.
Devlet dışı sivil unsurların kendi mecralarında ortaya koymuş oldukları siyasal faaliyetler, devlet katında çatışan siyasal aktörlerin elini güçlendiren ve iktidar aygıtını kontrol hakkını sağlayan meşrulaştırıcı araçsallıklardan öteye geçememektedir. Devletin icra makamını oluşturan sivil iktidarların, iktidarları boyunca yaşamak zorunda oldukları muktedir olup olamama endişesinin ana nedeni, devleti koruyup kollayan adeta görünmez bir güç olarak çalışan bir yapının varlığıdır. Herşeyi izleyen ve gerektiğinde müdahele eden bu yapının varlığı reel bir varlık mıdır yoksa muhayyel bir öngörü müdür? İster reel yani organik bir yapılanma olsun isterse de siyasal çatışmaların meşru ya da gayrimeşru olduğuna dair kıymet bildiren muhayyel bir varlık olmuş olsun Türkiye’deki bütün siyasal varlık iddiaları bu yapıyı kabul etmekte ve ona bir şekilde dahil olmanın yollarını aramaktadırlar.
Türkiye’deki siyasetin merkeze doğru hareketliliği aynı zamanda bu yapıya doğru bir hareketliliktir. Bir siyasal varlık merkeze doğru hareketlendikçe ‘makul’ olana doğru bir seyir içerisinde olduğu iddiası, hareketlilik içerisinde bulunan siyasal varlığın iddiasından daha çok bu yapının ağzından ifade ettirilen bir niyete işaret etmektedir. Özellikle merkezi siyasete rağmen oluşmuş bulunan siyasal varlık iddiaları, kendilerini muktedir hissettikleri andan itibaren merkeze doğru bir hareketlilik içerisine girerler. Güç aldıkları çevreye rağmen ortaya konulan bu hareketlilik toplumsal olmaktan ziyade, siyasal varlığı temsil eden siyasal seçkinlerin bir tercihidir. Bu tercihi meşrulaştıran ise; merkezi siyasete hükmeden bu yapının baskısı altında oldukları iddiasının tabanda seslendirilmesi ile başlayan süreçtir. Bu süreç merkezi ele geçirme iddiası ile ivme kazanır ve iktidarı durumunda bir ‘hesaplaşma’ gösterisinden sonra merkezi siyasetin yeni unsurları olarak hak etmiş oldukları yeri alırlar. Fakat bu bitmeyen bir kavgadır. Merkezi siyaseti eleştiren ve merkezin siyasal çıktılarından beslenen ‘merkezkaç’ güçlerin oluşturduğu siyasal varlıklar merkeze dâhil olduktan itibaren devletin yani merkezi siyasetin bir unsuru haline dönüşürler.
Türk siyasal yaşamında ana değişim ve dönüşümleri yerine getiren bizatihi devletin kendisidir. Türkiye’de değişim ve dönüşümler, devletin kendisini eleştirmesi ile başlamakta ve derinlik kazanmaktadır. Bu bağlamda 12 Eylül Askeri Darbesi esasında 1960 Askeri Darbesinin bir eleştirisidir. 1960 askeri darbesinin sunmuş olduğu siyasal özgürlükler 1980 Askeri darbesi ile büyük oranda tırpanlanmış, siyasal örgütlenmelerin ve bu örgütlenmelerin temsil edilmesinin önüne büyük setler çekilerek toplumsal bir ‘depolitizasyon” bir ortam oluşturulmuştur. Bu durum neoliberal politikaların işletilmesi noktasındaki gerekli olan zeminin oluşumunu sağlamıştır.
Liberal düzenin sağlıklı işleyebilmesi için geniş ölçüde bir sivil alana ihtiyaç vardır. ANAP iktidarı sivil alanı genişletmeye çalışarak devlet eliyle bir sivil toplum yaratmak istemiştir. ANAP iktidarı Türk orta sınıfını genişletmeye çalışmış, sivil ve askeri bürokratların hâkim olduğu Türk orta sınıfına farklı unsurların dâhil olabilmesi için ekonominin dinamizmini kullanmıştır. Sermayenin tabana yayılması girişimleri olarak adlandırılan ekonomik faaliyetler neticesinde devlet kaynaklarından az ya da hiç faydalanamayan özellikle Anadolu girişimcisi, devletten transfer edilen dolaylı ya da dolaysız sermaye ile Türk orta sınıfın yeni unsurları haline gelerek artık devlet katında görünüyor olmağa başlamışlardır.
İslamcı bir geleneğe sahip olan Milli Selamet Partisi’nin (MSP) 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile siyasetten uzaklaştırılmasının ardından kurulan Refah Partisi (RP) geleneksel ideolojik dil kullanımını alt seviyelere çekerek sivil toplumun dilini kullanmıştır. İlk önce büyük şehirlerdeki yerel yönetimlerde iktidara gelmiş, ardından birinci parti konumuna yükselerek hükümet kurabilme gücünü elde etmiştir. RP’nin bu yükselişi karşısında parti Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış, yerine Fazilet Partisi (FP) kurulmuştur. Abdullah Gül liderliğindeki yenilikçiler FP’den koparak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (Akparti) kuruluş sürecini başlatmışlar nihayetinde Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Akparti kurulmuştur.
Akparti’nin kuruluş ve iktidara yükseliş süreci, ANAP iktidarının Türk sivil toplum alanını yaygınlaştırma ve onu derinleştirme faaliyetlerinin bir sonucudur. Akparti MSP geleneğinin ana retoriğini terk ederek ‘merkez sağ’ bir parti görüntüsü çizmiştir. Türkiye’nin klasik ulus-devlet anlayışını sivil toplumcu bir dil kullanarak kıyasıysa eleştirmiş, Akparti, MSP’sini değil de DP’yi ve ANAP’sini kendisine siyasal bir geçmiş olarak seçmiştir.
Akparti’nin birinci iktidarı döneminde sivil toplumcu dili çok yüksek olmasına rağmen ikinci iktidarı döneminden başlayarak bu sivil toplumcu dili azaltmaya başladığı gözlemlenmektedir. Akparti’nin Türkiye’nin bölünmüş bir toplum olduğu gerçeğinden yola çıkarak oluşturmuş olduğu siyasal dili ve bu dilin özeti konumundaki ‘Millet İradesi’ vurgusu; Türk Siyasal Kültürünün tarihsel çelişki ve çatışma öbekleşmesinin bir tezahürüdür. Kişiselliğin ve bu kişisellik etrafında kümelenen iktidar talebinin ana belirleyici faktör olduğu ikbal arayışı ve iktidarı durumunda beka endişeleri, egemenlik ve onun billurlaştığı devleti önceleyen bir yönelim halini almaktadır. Akparti’nin muhafazakâr bir yönelim içerisine girmiş olması; “yönetim hakkı” hususundaki seçkincilik temelli kadim Türk siyasal kültürünün egemenlik olgusunun güçlü bir izdüşümüdür.
Akparti’nin bölünmüş toplumsallıklar üzerinden geliştirmiş olduğu siyasal dilinin ana temasını Türkiye’nin hükümferma bir mahiyet arz eden siyasal ve toplumsal geçmişi oluşturmaktadır. Akparti’nin mevcut siyasal dili Türkiye’deki bütün İslamcı unsurların varlık nedenlerini derin bir meşruiyet krizine sokmuş, bu unsurları devlete eklemlemiştir. Bu meşruiyet krizi neticesinde Türk sivil toplumunun önemli temsilcileri olan cemaatler adeta devletleştirilmişlerdir.
Bu kısa analizin ardından her fırsatta devleti kurtardığını iddia eden ve bu iddiasında da samimi olan devletçi Kenan Evren, yapmış olduğu darbenin nerelere savrulmuş olduğuna şaşırmış, şaşkın bir zavallı gibi ölmüştür. Kenan Evren’i hesaba çağıran iktidarda olsun veya olmasın bütün muktedirler, onun boyuna asmış oldukları davulu çala çala bu zavallı şaşkının itibarsız bir şekilde gömülmesine izin vermişlerdir.
Allah hesabı çabuk görendir…
Arif Arcan 
Düşünce Mektebi 
18 Mayıs 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder