9 Nisan 2012 Pazartesi

Muhtelif Can Çekişmeler…




Arap atı ile bir yel gibi geçtiği bu tozlu yollar, zamanın taraf tutmayan akışı içinde dokunan dantelanın hepsi bir örnek motiflerine meftun olan bu akılsızı, bebek adımları ile nereye kadar götürecekti. Dermansız bacaklarının inleyişi, bütün bedenine yayılıyor, kör bir testerenin iç kıyıcı gıcırtıları kulaklarını yokluyor, beyhude geçip gitmiş senelerin kekremsi tadı damağında; bin tükürse de geçmiyor. Bir gökkuşağının görünüp kaybolması miktarı mutlu olduğu bu hayat, vehimlerinin kurbanı olarak, bahçe kapılarının merkez direkleri tepelerine kakılmış bir koç kellesi gibi kayıtsız ve sırıtkan geçmişine gülüyor.
Aşk dediği ten dalaşını, bir katre mutluluk hatırası olarak anmaya çalışsa da, beynine üşüşüveren zalimliklerinin, dudaklarını seğirten onlarca kötü hatıra olarak ortaya saçılmasına engel olamıyor. Vurduğu delikanlının gözlerindeki son bakışın, bu kadar sene sonra kalbini delebileceğini ancak bütün zırhlarından soyununca anlamış, koynuna aldığı tazenin geceler boyunca ağlamalarını kesmek için önüne yığdığı kızıl ışıltıların bir yılan soğukluğunda kalbine çöreklendiğini ancak fark edebilmişti. Heyhat! Neye yarardı son pişmanlık. Kaçırılan bir trenin arkasından, yokluk duygusu ile bakan işi acele bir yolcunun, bütün bir hayatını, çekip giden trenin kompartımanına fırlatıvermesi ve geride bir ceset olarak kalması gibi kupkuru ve pişman kalmıştı.
Nereden çıkmış, nasıl çalmıştı o falçatayı. Gırtlağından kulağına kadar kesilen boğazından fışkırarak akan kan, bembeyaz gömleğini kıpkırmızı kesmişti. Gazetelerin, dergilerin cemiyet haberlerindeki pozlarını, bir flaş patlaması içinde hatırladı. Bir flaş patlamasının ardından ortaya çıkan kendinden emin, ortama hâkim, hayata karşı muzip bir gülümseme iliştirdiği belletilmiş pozlarındaki o boşluk duygusu şimdi bütün bir benliğini kaplıyordu. Tinerci çocuğun gözlerindeki nefreti, üstüne yapışmış katmerli bir günah olarak yüklenip can vermenin bir kefareti var mıydı? Şimdi o boşluk duygusunu işgal eden pişmanlığın, dalga dalga ayak ucundan göğsüne doğru çıktığını hissediyordu. Hırıltılı kusmuğu, ağzından taşıp dudaklarının kenarlarından bir lav akıntısı gibi, pelteleşmeye yüz tutmuş kan gölüne umarsız bir şekilde dökülünce, böyle bir ölümü teatral bulmayan televizyoncuların, ‘realshow’ açısından görüntü etiğine küfrettiklerinden emindi. Bu durumda ne diye bilirdi.
Hayatını bir şekilde elinden aldığı tinerci çocuğun, çatlak ergin sesiyle ‘sadece birkaç kuruş istemiştim ama vermedi.’ Haykırışlarındaki haklılığa da diyebileceği bir şey yoktu.  Bomboş yaşanmış bir hayatın ardından ağıtlar yakacak anma ve tartışma programlarına acı bir gülümseme göndererek bir lahza titredi ve dikenli bir çalının bir pamuk yığınının içinden çekilip çıkarılması gibi ruhunu teslim etti.
Akdeniz güneşinin platin bir çehre ile abandığı kumsal, açıklarda batıp batıp çıkan bir bedenin çaresiz çırpınışlarına dehşet dolu gözlerle bakarken, sahile doğru yüzen adamın kaçışını da tartışmaktan geri durmuyordu. İki büklüm kumsala ayak basan adam bir ağaç gibi yüzükoyun yere devrildi. Adam, bu devrilişindeki sahteliği örtbas etmek için elleri ve dizleri üzerinde dört ayak durdu, kesik kesik konuşuyordu; ‘Kahpe, paniği ile beni de az daha boğacaktı…’
Bedenini saran güçlü kolların bu kadar kof çıkması değildi onu bu kadar mahzun eden. Turkuaz yeşilinin içine battıkça kulaklarındaki suyun fokurtusu ne kadar garipti. Hüzün vermesine rağmen rahatlatıcı ve gevşetici bir sihri vardı bu sesin. Nefes alıp verememenin garabeti bir yana, turkuaz yeşilinin içindeki güneşin oynaşmaları, ışığın kırılmış bir huzme gibi gözlerini kamaştırması daha garipti. Sömürülmüş bedenini hiç bu kadar rahat hissetmemişti. Gözlerini kamaştıran kırılmış güneş ışıklarının dalgalar ile oynaşması, onu çocukluk masumiyetindeki zamanlarına götürüyor, yaz yağmurlarının birikintileri içinde oynaşan güneşin harelenmelerini şimdi tersinden izliyordu.
Ölüm ne garipti. Ciğerlerine dolan su tuzlu muydu? Tat alma duygusunu kaybetmişti. Çırpınışları duruldu. Son kabarcıklar yüzeye doğru patladılar. Engin bir sükunet, büyük bir yalnızlık, muhteşem bir barış. Kendisine acıması ve kendisi ile verdiği savaşı son bulmuştu. Fal taşı gibi açılmış yeşil gözleri, derinlerde daha da koyulaşan turkuaz yeşilinin garip bir tonu gibi; hafızasız balıkları bile şaşırtıyor.

                                                                                             06 Nisan 2012
                                                                                             Arif ARCAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder