28 Şubat 2017 Salı
27 Şubat 2017 Pazartesi
Prof. Dr. İhsan Ketin
İhsan Ketin
( d. 1914, Kayseri - ö. 16 Aralık 1995, İstanbul) Türk jeolog
”Açık hava da doğrudan doğruya çıplak tabiatın sinesinde çalışmak
imtiyazı her meslekte yoktur. Jeologlar her zaman genç kalan insanlardır.
Birlikte geçirilmiş bir dağ başı, bir çadır altı, hayatının bize verdiği bir
arkadaşlık sevgisi vardır ki, bizleri diğer mesleklerde olduğundan daha fazla
birbirimize bağlar…‘‘
Türkiye’de
modern anlamda jeolojinin kurucularından olan İhsan Ketin 81 yıllık hayatında
her zaman genç kalması dağ başlarında, çadırlarda geçen 55 yıllık verimli
meslek yaşamına borçlu. Erciyes Dağı’na duyduğu hayranlıkla seçtiği mesleğiyle
dopdolu geçen ömrü Türkiye’de jeolojiyi ileriye götürerek yeni nesilleri yetiştirmeye
adamış bir ömür.
İhsan Ketin 1914 de Kayseri de doğdu. İlkokul
sıralarında başlayan jeoloji tutkusu, ömrü boyunca sürdü. 1932 Sonbaharında
devlet bursu ile Almanya’da üniversite eğitimi yapmaya gitti. Bir yıl Almanca öğrendikten sonra 1934 ‘de
Berlin Üniversitesi’nde tabliye dalında öğrenime başladı. Ünlü Alman Tektonikçisi
Stille’nin öğrencisi oldu. Öğrenimine Born Üniversitesi’nde devam etti. Burada
da Ünlü bir Tektonikçi olan Hans Cloos’ un öğrencisi oldu. Hans Cloos, İhsan
Ketin’i en çok etkileyen bilim adamlarından biriydi. 1938 Haziran’ında doktorasını
verdi. Ketin Osmanlı Devleti sınırları içinde doğup, doktora alan ilk
jeologdur. Aynı yılın Ekim ayında da İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi
Jeoloji Enstitüsün de asistanlığa atandı.
Yurda dönüşünden kısa zaman sonra, 21 Kasım 1939’da Tercan, ardından
28-29 Aralık gecesi Erzincan depremi oldu. 1939’dan itibaren depremlerin ardı
arkası gelmedi.
1942, 1943,
1944 ve 1946’da Kuzey Anadolu deprem bölgesi boyunca meydana gelen kuvvetli
depremleri irdeleyerek 1948’de Kuzey Anadolu Fayı’nın varlığını ilk kez ortaya
koyduğu ünlü makalesini yazdı. Aradan 40
yıl geçtikten sonra, 26 Şubat 1988 ‘de Almanya’da dünyanın en büyük jeologlarına
verilen Gustav Steinmann Madalyası İhsan Ketin ‘e bu makalesi için verildi. 1953
– 1959 arasındaki çalışmaları onu, Anadolu kristalin ekseninin (Menderes Kırşehir
Masifleri) son derece genç bir yapı olup, metamorfik evrimini geç Kreatase
erken Tersiyer döneminde tamamladığı şeklinde özetlenebilecek ikinci büyük buluşuna
ulaştırdı. 1938’den beri kesintisiz sürdürdüğü meslek yaşamında yurt ve dünya çapında
birçok ödül alan Ketin’in başlıca amacı, doğanın hazinelerini keşfedip ortaya çıkarmak
olmuştu.
İyi bir araştırmacı
ve öğretmen oluşu üniversitedeki kürsüsünde bilimsel verimin benzerlerinin üzerinde
olmasını açıklamakta yetersiz kalır.
Bilim adamlığındaki başarısı kadar, yöneticilikteki başarısında da en büyük pay,
demokratik ve alçakgönüllü kişiliğindeydi.
Erciyes sevdasıyla başlayan elli altı yıllık meslek yaşamını, hayata
veda ettiği güne kadar sürdürdü. Erciyes dağı, rüzgarın türküsüyle sevdalılarını
büyülemeye gene devam edecek. İlkokul çocukları uzak bir düş gibi onu gene seyir
edecek. İhsan Ketin ‘in o yaşlarda yaptığı gibi, beyaz benekli siyah çakıllarıyla
oyunlar kuracak, büyük bir zevkle kızıl renkli konilere tırmanacaklar. Belki
aralarından biri İhsan Ketin’in Erciyes ‘le başlayan tutkusunda büyüye kapılıp “kayalarda
gizli gerçeği ” aramaya ömrünü adayacak.
Çocuklar, eğitim, yasaklar ve Babalık üzerine....
1980
öncesine gidiyorum. Ortaokul öğrencisiyim. Babam bizim evimize de televizyon
aldı. Sadece TRT var ve yayınlar siyah beyaz. Günün birinde Charlie Chaplin’i
keşfettik. Filmin başından sonuna katıla katıla kahkaha atarak izledik dört
kardeş. Bir hafta sonu yine Charlie Chaplin filmi vardı ve saatinin gelmesini
dakika dakika sabırla çekiyorken babam: “Hadi herkes doğruca tarlaya! Dedi.
“Ama baba…
Baba ne olursun filmi izleyelim, Baba gidelim ama gelip filmi izleyelim…
Yalvardık.
Rahmetli babam kesin kararlıydı ve ısrarımız üzerine sesini yükselterek bizi
tarlaya gönderdi. Mısır tarlasında çalışırken ağlıyordum. O filmi izleyemediğim
için ağlıyordum. Kalbimde bir yara olarak kaldı bu olay…
Yıllar geçti
ve ben baba oldum. Oğlum ve kızım komşulardan görünce benden de çizgi film
kanalına abone olmamızı istediler. Gözyaşlarımı hatırladım ve isteklerini
ikiletmeden kablo tv’ye ve özellikle o çizgi film kanalı, jetix miydi o zaman,
emin değilim, ona abone olduk. Aradan birkaç ay geçti. O beni kapıya heyecanla
koşup sevinçle karşılayan çocuklarımı arıyorum. Koridorda omuzlarıma alırdım,
güreşirdik, konuşurduk, beraber işler yapardık. İlgileri, zekaları gelişsin
diye tamir, düzenleme vb. işlerimde işin bir ucundan onlara tuttururdum. Fakat
kayboldular.
Neler
oluyor? İzliyorum. Tuhaf davranışlar gelişmeye başladı.
Öf püf
ediyorlar.
Bizden
büyüklermiş gibi hükmedici konuşuyorlar.
Eleştirebiliyorlar.
Bir tuhaf bencilleşme, bir acayip kibirlenme…
Bir pis
maddeleşme, tatminsizlik…
Yemeği
beğenmeme, istekleri olmayınca seslerini yükseltme, debelenme…
Birbirlerini
öldürmece, satırla doğrayıp kazana koyup pişirip yemece oynuyorlar.
Bunları
çektikleri videodan öğreniyorum.
Bunlar daha
6-10 yaşlarında. Dehşete kapıldım.
Bunlar
çocuk. Bunlar benim sevgili evlatlarım.
Ben terörist
mi, cehennem odunu mu yetiştiriyorum.Ben hain yetiştireceksem keşke
doğmasalardı.Aman Allah’ım! Korkunç bir şeyler oluyor. Adeta elim ayağım
titremeye başladı.
Ne
yapacağımı şaşırdım. Laf söylüyorum anlamıyorlar.
Çocukları
izlemeye karar verdim. Bir hayalet gibi takip ettim. Ne gördüm… Günlerinin çoğu
televizyon karşısında o kanalı izlemekle geçiyor.
Bir biri
ardına çizgi diziler. Büyücüler,
tanrısal gücü olan, evreni yaratıp yok eden, avuçlarından ışıklı bombalar
fırlatan yaratık suretinde tanrılar. Gezegenleri yok eden şeytanlar.
Birbirlerinin eteğini kaldırıp bakan çocuklar. Popo üzerine konuşmalar. Aslında
kendilerini ördeklerin getirmediğini konuşup nasıl olduğunu utanılacak şekilde
ifşa eden sahneler.
Sadece çizgi
diziler mi?
Çocuk
animasyonları, oyuncaklar, neredeyse hepsi felaket. Aman ya Rabbim, Ben
çocuklarımın beynini tamamen şeytanın eline teslim etmişim. Şirk, küfür,
dinsizlik, ahlaksızlık, fuhuş, kibir, bencillik, maddecilik, akla hayale
gelebilecek ne kadar pislik varsa hepsi bu çizgi filmlerin içerisinde. Sürekli
her gün, sabahtan akşama kadar, Ben güya ailemizin rızkı için işe gidiyorum ve
çocuklarımı evde şeytan eğitiyor. Nasıl bir dehşet yaşadım. Derhal kabloları
kestim. Aboneliği iptal ettim, televizyonu yasakladım. Kızdılar, karşı koydular. Beton bir suratla
dikildim karşılarına. Dünyada yaşayacakları en büyük acı cehennem odunu
olmalarından ağır olamazdı. Çok şükür birkaç hafta içerisinde düzelip eskiye
döndüler. Enerjilerini boşaltacak zararsız yollar aradık.
Çocuklarınıza
sahip çıkın. Onları neyin nasıl yetiştirdiğini iyi takip edin. Şimdilerde
mantar gibi türeyen bacak arası meraklısı, ateizmi adamlık sanan kibir küpü,
haddini bilmez insancıklar görüyoruz. Bunlar bu milletin başının belası
olacaklar, çok can yakacaklar. Yazık oldu bu milletin bir nesline. Çocuk diye
acımak olamaz. Acıya acıya çocuklarınızı cehenneme hazırlamayın. Şeytani
zevklerin içerisinde dinsiz yetiştirecekseniz bırakın çocuk yapmayın. Kendi
günahı insana yeter. Elbette ne yapsak da evlatlarımızın hayırlı olmalarını
garanti edemeyiz. En azından kıyamet günü cenabı Allah’a verebileceğimiz
cevabımız olsun.
Dr. Muhammed
Bozdağ
Bu yazıda
seni rahatsız eden bir şey var mı Şevket Abim?
Diye sordum ve aldığım cevap
beni son derece tatmin etti diye bilirim.
İşte cevap
Bence
yasakçı baba yasakçı bir babayı yetiştirmiş o çocuklar da büyüyünce yasakçı
olacaklar.
Teşhis doğru
tedavi yanlış...
Ben de 7 yıl
tv almadım sonra Ekrem yüzünden aldım...
Ama en çok ben seyreder oldum...
Prof. İshak
Özgel bu sorunu şöyle çözdüğünü anlattı
Evdeki 31
ekran tv yi değiştirmedim...
Hanımla
anlaşıp bir gün kumandayı çocuklara bırakıp biz kitap okumaya başladık...
Çocuklar
inanamamışlar kanal değiştirip değiştirip bizi denediler
3 gün sonra
biz tv seyretmeye çağırdılar kulak asmadık...
Sonra
kumandayı bize verdiler almadık...
10. gün
sonunda kitaplarını alıp yanımıza geldiler...
Yukarıdaki
yazıyı yazan zat acaba internetli cep telefonlarını da toplayabilmiş midir?
Onun
bulunmadığı yerde çocukları nasıl davranıyor hakkında bir fikri var mıdır?
Babalık
yasak koymak değil iyilikte ÖRNEK olmaktır...
25 Şubat 2017 Cumartesi
Çok kırıldım....
Bu satırları
yazmadan birkaç saat önce “yüksek tansiyon” teşhisi aldım. Tıp kitaplarının en
önemli başlıklarından birinin altında kaldı adım. Hiç ummazdım. Tıptan bunu
beklemezdim. Oysa ben o tıp kitaplarının okuyucusu oldum; o kitapların konusu
olmaya hiç alışık değilim. Şaşırdım. “İlacını unutma ha!” denilenlerden biri de
benim artık.
Tıp doktoru
olmam beni hayatın risklerinden muaf edemezdi elbet! Her insanı akışına katan,
iniş çıkışıyla sarsan hayat benim için de geçerli. Bunu biliyorum, biliyorum
da… Yaşaması başka. Kabullenmesi zor. Doktorum babacan bir tavırla, “Bak
artık…” dediğinde azarlanıyormuşum duygusuna katıldım.
Şimdi azıcık
ukalalık edeyim. Psikolojinin ‘transaksiyonel analiz’ ekolüne göre, yıllarca doktor olarak başkalarına karşı
takındığım ‘ebeveyn’ rolüm çöktü, şimdi bir başka ‘ebeveynin’ haddini
bildirdiği “çocuk” rolüne girdim. “Narsisistik kırılma” diyor buna varoluşsal
psikoloji. Hiçbir ekolün elinden kurtaramıyorum kendimi. Aşk olsun! Sahiden
kırıldım!
Transaksiyonel psikologlar, terapi
seanslarıyla ‘yetişkin’ olmaya çağırır ‘çocuk’ ve ‘ebeveyn’ rolleri arasında sarkaçlanan
biz garipleri. “Yetişkin” olacağız, yetişkin! Yetişkin olmak ne mi demek? Bıçak
sırtında eğleşmek demek. Rüzgâra açık olmak demek. Oksijen çadırından çıkmak
demek. Ana rahminden çıkmak demek. Gecikmiş doğumumuza kendi ellerimizle ebelik
yapmak demek. Tercihlerinin doğurduğu
terkleri göze alacak olgunlukta olmak demek. Yaşamanın getirdiği tehlikeleri
sakince kabullenmek demek. Yok öyle ‘çocuk’ olmalar; ‘ana rahmi’ne kaçar gibi
kaçmalar. ‘Hipertanisyon’ teşhisi almayı normal görmek demek. Bu teşhisin er ya da geç doğuracağı, ilaç
alsan da kaçınılmaz olan, kalp hastalığı, damar tıkanıklığı, organ yetmezliği,
kalp krizi riski, otel odasında ölü bulunmak gibi türlü insan hallerini
kabullenmek demek.
Yaralanabilir
olduğunu kabullenmek demek ‘yetişkin’ olmak. Vakte karşı savunmasız olduğunu
görebilmek. “Adam gibi adam” olmanın biricik yolu yaraya açık olmak. Şairce
olsun hadi: “Yaranın içinden geçmek.”
Sakın bu makaleyi okuyup da bana “geçmiş
olsun” demeye kalkmayın. Çünkü “geçmiş olmuş” olmayacak yaram. Bir vakit sonra
“geçmiş” olmak üzere geçiyoruz yaraların ortasından.
Yaşamak,
ölmeyi göze almaktan başka nedir ki?
Senai
Demirci
24 Şubat 2017 Cuma
Prof. Dr. Aziz Sancar
1946'da
Mardin'in Savur ilçesinde, orta gelirli çiftçi ailesinin sekiz çocuğundan
yedincisi olarak dünyaya geldi. İlk, orta ve lise eğitimini Mardin'de tamamladı.
Lise yıllarında futbolla ilgilendi ancak son sınıfta futbolcu olmaktan vazgeçerek
yükseköğrenimine devam etmek üzere İstanbul'a gitti.
1963 yılında
girdiği İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesin'den 1969 yılında birincilikle
mezun oldu. İki yıl Savur'da bir sağlık ocağında hekimlik yaptıktan sonra bir
NATO-TÜBİTAK bursu ile önce Johns Hopkins Üniversitesi, ardından Dallas Teksas Üniversitesi'ne
gitti. Dallas'ta üniversitenin moleküler biyoloji programına ve Caude Rupert’ın
laboratuvarına katıldı. Bu laboratuvarda Sancar, danışmanı Claud Rupert ile
fotoliyaz olarak adlandırılan bir geni kolonlamış ve genetik mühendisliği ile
bakterilerde çok yüksek oranlarda çoğaltmıştır. Bu genin kodladığı enzim,
ultraviyole ışıkları ile haraplanan DNA'nın onarımını yapar. Bu buluş Dr.
Sancar’ın önce yüksek lisans, ardından doktora derecesi (1977) almasını sağladı.
Sancar,
1977-1982 yılları arasında Yale Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde çalıştı. Bu dönemde
fotoliyaz enzimi çalışmalarına ara verip nükleotid kesim onarımı araştırmaları
başladı. DNA onarımı dalında doçentlik tezini tamamladı. 1997 yılından
itibaren araştırmalarını Biyokimya ve biyofizik alanında yaptığı çalışmalarla
tanınan Amerika Birleşik Devletleri North Carolina-Chapel Hill'de North
Carolina Üniversitesi Biyokimya ve Biyofizik Bölümü'nde Sarah Graham Kenan
Profesörü olarak sürdürmektedir.
DNA onarımı,
hücre dizilimi, kanser tedavisi ve
biyolojik saat üzerinde çalışmalarını sürdüren Sancar, 415 bilimsel makale ve
33 kitap yayınladı. Sancar kanser tedavisinde sirkadiyen saat kullanımıyla ödüller
almıştır. 2001 yılında Amerikan Kimya Cemiyeti tarafından verilen Kuzey
Carolina Seçkin Kimyager Ödülü'nü almaya hak kazanan Sancar, 2005 yılında bilim
dünyasının en prestijli üyelikleri arasında yer alan ABD Ulusal Bilimler
Akademisi’ne seçilerek bu akademiye seçilen ilk ABD'li Türk oldu. Bu ödülü aldıktan
sonra, ABD'de okuyan Türk öğrencilerine yardım etmek ve Türk-Amerikan ilişkilerini
geliştirmek amacıyla eşiyle birlikte Aziz&Gwen Sancar Vakfı'nı kurarak ABD'nin
Kuzey Carolina eyaletinde "Carolina Türk Evi" isimli bir öğrenci
misafirhanesi açtı. 2006 yılında Türkiye Bilimler Akademisi’ne asli üye olarak
seçildi.
Sancar,
DNA'nın onarılması ile ilgili yaptığı çalışmalardan dolayı ABD'li Paul Modrich
ve İsveçli Tomas Lindahl ile birlikte 2015 Nobel Kimya Ödülü'ne layık görüldü.
Bu üç araştırmacı 30 yıldan uzun süre birbirlerinden bağımsız olarak ve büyük
oranda bakteri hücrelerinde çalışmaktadır. Sancar nükleotid kesim onarımı alanında
buluşlar yapmış, Tomas Lindahl ve Paul Modrich ise diğer DNA onarımı mekanizmaları
olan bazı kesim onarımı ve yanlış eşleşme onarımını keşfetmişlerdir. Aydınlattıkları
temel mekanizmalar daha sonra insanlar dahil olmak üzere kompleks
organizmalarda da gösterilmiştir. Örneğin, nükleotid kesim onarımı bozuklukları
ile deri kanserleri arasında doğrudan nedensel ilişki bulunmuştur. Sancar’a, İsveç
Kraliyet Bilimler Akademisi tarafından verilen Nobel Kimya Ödülü Alfred Nobel’in
ölüm yıldönümü olan 10 Aralık'ta düzenlenen törende verildi. Ödül, İsveç Kralı
XVI. Carl Gustaf tarafından takdim edildi.
Sancar, Amerika
Birleşik Devletlerinde çalışmalarına devam etmektedir.
23 Şubat 2017 Perşembe
21 Şubat 2017 Salı
Ordinaryus Prof. Dr. Cahit ARF
Ülkemizde matematiğin simgesi haline gelen Cahit ARF 1910 yılında
Selanik’te doğdu. 1932 yılında Galatasaray Lisesi’nde matematik öğretmenliği,
1933 yılında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde profesör yardımcısı (Doçent
adayı ) olmuştur. Doktorasını 1938 yılında Almanya’da Göttingen Üniversitesi’nde
tamamladı. Daha sonra İstanbul Üniversitesi’ne dönen ARF, 1943 de profesör,
1955’de Ordinaryus Profesör oldu.1964-1965 yılları arasında Fransa’da bulunan
Princiton’daki Yüksek Araştırma Enstitüsü’nde konuk öğretim üyesi olarak görev
yaptı.
1938 yılından beri
Cahit ARF cebir, sayılar teorisi, elastisite teorisi, analiz, geometri ve mühendislik
matematiği gibi çok çeşitli alanlarda yaptığı çalışmalarla matematiğe temel
katkılarda bulunmuş, yapısal ve kalıcı sonuçlar elde etmiştir. Bütün Türk
matematikçilerine dolaylı veya dolaysız bir şekilde esin kaynağı olmuş, yaptığı
uyarılar ve verdiği fikirlerle çevresindeki tüm matematikçilerin ufuklarını
genişletmiş ve çalışmalarını yeni bir bakış açısıyla yönlendirmelerini sağlamıştır.
Cahit ARF’ ın ilk çalışması,
1939 yılında Almanya’nın ünlü bir matematik dergisi olan Crelle Journal Dergisi’nde
yayınlanmıştır. Cahit ARF çözülebilen cebirsel denklemlerin bir listesini
yapmak amacıyla Göttingen’de ünlü matematikçi Hasse’nin doktora öğrencisi oldu.
Hasse’nin önerisiyle özel haller problemini çözdü. Cahit ARF bu çalışmasıyla
sayılar teorisinde çok özel bir yeri olan lokal cisimlerde dallanma teorisine çok
önemli yapısal bir katkıda bulunmuştur. Burada bulduğu sonuçlardan bir bölümü dünya
matematik literatüründe “Hasse-Arf Teoremi”olarak geçmektedir.
Bundan sonra uğraştığı problem, matematikte “kuadratik
formlar” olarak bilinen konudadır. Uzayda konisel yüzey denklemleri buna basit
bir örnek olarak gösterilebilir. Bu konudaki temel problem, kuadratik formların
bir takım invaryantlar, yani değişmezler yardımıyla sınıflandırılmasıdır. Bu sınıflandırma
Witt adında ünlü bir Alman matematikçi tarafından karekteristiği ikiden farklı
olan cisimler için 1937 de yapılmıştır. Karekteristik iki olunca problem çok
daha zorlaşıyor ve Witt’in yöntemi uygulanamıyordu. Cahit ARF bu problemle uğraştı
ve karekteristiği iki olan cisimler üzerindeki kuadratik formları çok iyi bir
biçimde sınıflandırdı. Bunların invaryantlarını, yani değişmezlerini inşa etti.
Bu invaryantlar dünya literatüründe “Arf İnvaryantları” olarak geçmektedir. Bu çalışması
1944 yılında Crelle Dergisi’nde yayınlandı ve Cahit ARF ‘ı dünyaya tanıttı.
1945’lere gelindiğinde
düzlem bir eğrinin herhangi bir kolundaki çok kat noktaların çok katlılıklarının
yalnız aritmetiğe ait bir yöntem ile nasıl hesaplanacağı iyi bilinmekteydi. Düzlem
halde algoritmanın başladığı sayılar eğri kolunun parametreli denklemlerinden
bilinen bir kanuna göre elde ediliyordu. Genel durumda ise böyle bir sonuç henüz
bulunamamıştı. Bu sıralarda İstanbul’da Patrick Du Val adında bir İngiliz
matematikçi bulunuyordu. Du Val genel halde algoritmanın başladığı sayılara “karakter”
adını vermiş ve eğrinin tüm geometrik özellikleri bilindiği zaman bu
karakterlerin nasıl bulunacağını göstermişti. Bunun tersi de doğruydu. Bu
karakter bilinirse, eğrinin çok katlılık dizisi, yani geometrik özellikleri de
bulunabiliyordu. Burada açık kalan problem ise bir eğrinin denklemleri verildiğinde
karakterlerini bulabilmek idi. Cevap düzlem eğriler için bilinmekte, ama yüksek
boyutlu uzaylarda bulunan tekil eğriler için bilinmemekte idi. Ayrıca, yüksek
boyutlu bir uzayda tanımlanmış bir tekil eğrinin çok katlılık özelliklerini,
yani geometrik özelliklerini bozmadan en düşük kaç boyutlu uzaya sokulabileceği
de bu problemle beraber düşünülen bir soru idi. Bu çeşit sorular matematiksel
bakış açısının temel problemi olan sınıflandırma probleminin eğrilere
uygulanması bakımından son derece önemli ve zor sorulardı. Cahit ARF bu
problemi 1945’de tamamı ile çözmüş ve tek boyutlu tekil cebirsel kolların sınıflandırılması
problemini kapatmıştır. Bu sonucun zorluğu hakkında fikir elde edebilmek için düzgün
varyetelerin sınıflandırılması probleminin bugüne kadar 1,2 ve kısmen 3 boyutlu
varyeteler için çözüldüğünü tekilliklerinin sınıflandırılması probleminin ise 1
boyutlu varyeteler, eğriler için Cahit ARF tarafından çözüldüğünü göz önüne
almak gerekir. Cahit ARF bu problemi çözerken önemini gözlediği ve problemin çözümünde
en önemli rolü oynadığını fark ettiğini bazı halkalara “karekteristik halka” adını
vermiş ve daha sonra gelen yabancı araştırmacılar bu halkalara “Arf Halkaları”
ve bunların kapanışlarına “Arf Kapanışları” adını vermişlerdir. Cahit ARF’ın bu
çalışması 1949 ‘da Proceedings of London Matematical Society dergisinde yayınlanmıştır.
Cahit ARF’ın 1940’lı yıllarda yaptığı bu çalışmaların günümüzde
hala kullanılıyor olması, onun kalıcılığını ispatlamıştır.
Cahit ARF’ı ilk tanıyan bir kişi onun sadece matematiğe ilgi
duyan bir insan olduğu izlenimini edinebilirdi. Cahit ARF için, matematik her şeyin
üzerinde ve ötesindeydi. Ancak, onu TÜBİTAK’ın kurulmasında ve gelişmesinde gösterdiği
çabayı ve özeni bilenler Cahit ARF’ın öyle içine kapanık, matematikle uğraşan,
dış dünya ile ilgilenmeyen bir kişi olmadığını bilirler. Mühendisliğin günlük
hayattan doğan problemlerine her zaman ilgi gösterirdi. Ama, bu probleme
mutlaka matematiksel bir model bulmaya çalışırdı. Hele bir de pratikten gelen
problemi matematik olarak (bilgi yelpazesi.net) çözüme kavuşursa pek
keyiflenirdi. Mustafa İNAN’la böyle bir işbirliği yapmış ve İNAN’ın köprülerde
gözlemleyip, araştırdığı bir sorunun matematiksel kesin çözümünü vermiştir. Bu çalışmaları
Cahit ARF’a İnönü Ödülü’nü kazandırmıştır.
Üniversitede rektörlük,
dekanlık gibi idari görevler almaktan kaçınmıştır. Araştırmacıların bu gibi görevlerden
uzak durmaları gerektiği görüşündeydi. Ama uzun yıllar TÜBİTAK Bilim Kurulu Başkanlığı’nı
da özveriyle yürütmüştür.
Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde bulunduğu yıllarda yeni ve
farklı bir üniversite modelinin ve kültürünün ortaya çıkması için çaba göstermiştir.
Akademik dünyanın yapay hiyerarşik ayrımlarıyla alay etmiştir. Genç öğretim üyeleri
ve öğrencilerle çok güzel, yararlı ve keyifli diyalog içindeydi. Her zaman üniversite
içi çekişmelerden ve politikadan özenle uzak durduğu halde, ODTÜ sistemi
tehlikeye düştüğünde duyarlı ve sorumlu bir bilim adamı olarak kendini bir mücadelenin
içine atmaktan çekinmemiştir. Bu onurlu mücadele de bile matematiğin
aksiyomatik yaklaşımını kimseye fark ettirmeden kullanmıştır. Cahit ARF 1948’de
İnönü Ödülü, 1974’de TÜBİTAK Bilim Ödülü, 1980’de İTÜ ve KATÜ Onur Doktorası,
1981’de de ODTÜ Onur Doktorası’nı aldı. Genç yaşta Mainz Akademisi Muhabir Üyeliğine
seçildi ve Türkiye Bilimler Akademisi Onur Üyesi oldu.
Cahit ARF matematikte kalıcı izler bırakarak 26 Aralık 1997 ‘de
vefat etmiştir.
19 Şubat 2017 Pazar
Prof. Dr. OKTAY SİNANOĞLU
Doğum | 25 Şubat 1935 Bari, İtalya |
---|---|
Ölüm | 19 Nisan 2015 (80 yaşında) Florida, ABD |
Babasının (Nüzhet Haşim Sinanoğlu) Türkiye Başkonsolosluğunda görev yapmakta olduğu Bari’de doğdu. 1939 yılında İtalya’da II. Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından ailesiyle Türkiye’ye döndü.
Oktay Sinanoğlu, sonradan TED Koleji olan Ankara Yenişehir Lisesi’ne 1953 yılında burslu öğrenci olarak girdi ve okulu birincilikle bitirdi. Okulun bursuyla Kimya Mühendisliği okumak üzere ABD’ye gitti. 1956’da ABD Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Kimya Mühendisliği’ni birincilikle bitirdi.
1957’de Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nü sekiz ayda bitirerek yüksek kimya mühendisi oldu. “Alfred Sloan” ödülünü aldı. 1959’da Kaliforniya Üniversitesi Berkeley’de kuramsal kimya doktorasını tamamladı. 1960’ta Yale Üniversitesi’nde öğretim üyesi (asistan profesör) oldu.
1960-1961 yıllarında atom ve moleküllerin çok-elektronlu kuramı ile “Doçent” oldu. 1963’te 50 yıldır çözülemeyen bir matematik kuramını bilim dünyasına kazandırarak 28 yaşında “tam profesör” unvanını aldı. 20. yüzyılda Yale Üniversitesi’nde bu sanı kazanan en genç öğretim üyesidir.
1962 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi mütevelli heyeti yalnız Oktay Sinanoğlu’na mahsus olmak üzere kendisine Danışman Profesör ünvanını verdi. Yale Üniversitesi’nde ikinci bir kürsüye daha profesör olarak atandı. 1973’de Almanya’nın en yüksek “Aleksander von Humboldt Bilim Ödülü”nü ilk kazanan kişi oldu. 1975’de Japonya’nın “Uluslararası Seçkin Bilimci Ödülü”nü kazandı; yine 1975 yılında özel kanunla Oktay Sinanoğlu’na ilk ve tek Türkiye Cumhuriyeti Profesörü ünvanı verildi. 1976’da Japonya’ya Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak gönderildi. Kendisi Türk-Japon kültür, bilim ve eğitim ilişkilerinin temellerini atmıştır. Amerikan Bilim ve Sanat Akademisinin ilk ve tek Türk üyesidir. Meksika hükümeti tarafından yüksek Bilim Ödülü “Elena Moshinsky” ile ödüllendirildi.
Dünyada yeni kurulmaya başlayan moleküler biyoloji dalının ilk profesörlerinden biri oldu. DNA sarmalının çözelti içinde o biçimde nasıl durduğuna açıklama getirdi. Dünyanın pek çok yerinde buluşları ve kuramları ile ilgili konferanslar verdi.
1980’li yıllarda çalışmalarını kimya biliminin basit bir şekilde öğretilmesine yönelik bir kuramsal çerçeve üzerinde yoğunlaştırdı. Ancak 1988’de yayımlanan çalışmaları akademik dünyada ilgi görmedi. 1993’te Yale Üniversitesi’ndeki profesörlük görevlerinden erken sayılabilecek bir yaşta emekliye ayrıldı. Aynı yıl Türkiye’ye dönerek Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Kimya Bölümü’nde profesörlüğe atandı. 2002 yılında bu görevden de emekliye ayrıldı.
Türkiye’de bulunduğu dönemde çalışmalarını daha çok Türk ulusal kimliği ve Türk diliyle ilgili milliyetçi görüşlerini yaymaya adadı. Eğitim dilinin resmi dil olması gerektiğini ve yabancı dilin takviyeli olarak öğretilmesinin gerektiğini savunmaktadır. Matematiksel yapısından dolayı Türkçe’nin en iyi bilim dili olduğunu söylemektedir.
Yaşamı boyunca Kuantum Mekaniği’ne birçok katkıda bulunmuş bir bilim adamıdır. P.A.M. Dirac’in de üzerinde uğraştığı ancak çözümleyemediği bir problemi, “Kuantum mekaniği”nde, Hilbert uzayının topolojisi ve içerdiği yüksek simetrileri çözdü[4]. Böylece Kimya bilimini bu topolojik inceleme ile sağlam bir temele oturttu.
Son Çember...
1979 yılında
yazılan romanda ilginç ve sürükleyici bir Soğuk Savaş çatışması anlatılıyor.
Kitapta birbirlerinden ölesiye nefret eden, temsil ettiği kimliklerin zıtlığının
yanı sıra kişisel bir hesapları da olan ve birbirini öldürmeye kafaya koymuş
iki casus ile tanışıyoruz. Tahmin edeceğiniz gibi biri Sovyet ajanı diğeri ise
Amerikalı. Soğuk Savaşın her iki aktörü de kendi ajanlarıyla gurur duyuyor çünkü
onlar alanlarında en iyisi. Fakat bu sıcak düşmanlık şaşırtıcı bir şekilde
yerini zorunlu bir işbirliğine bırakıyor. Matarese adını taşıyan gizli ve son
derece tehlikeli bir yeraltı grubu (aynı zamanda bir seçkinler kulübü) dünyayı
ele geçirme planları yapmakta ve iki dev gücü tehdit eden bir güç konumuna
gelmektedir. Üstelik çoktan Amerika ve Sovyetlerin içine sızmıştır. Dolayısıyla
düşmanlar işbirliği yapmaya başladığında, dünyayı kurtarmak gibi bir amaçla
yola çıksalar da, kendi ülkelerinin de hedefi haline gelirler.
19 ŞUBAT 2017
2017/4 İSTANBUL
Kitapta bana kalan;
"Amacımız hükümetleri felce uğratmak. Terör yoluyla dünyayı kapsayacak karşılıklar yaratarak amacımıza ulaşacağız. Evet kargaşalık tamamlandığında hükümetler, sivil ve askeri güçler bu durumla başa çıkamayacaklarını anlayıp çaresiz kaldıklarında, aklı başında kişiler harekete geçecekler. Şiddet sona erecek. Dünya barışı yaşayacak. Tarih boyunca olduğu gibi hükümetlerin çalışmalarına izin verilmemeli. İzin verildiği takdirde bu dünya bundan sonraki yüzyılı göremeyecek. Hükümetler değişmeli"
(Sayfa 332)
16 Şubat 2017 Perşembe
Gerçeğin Bir Kelimesi....
Cesur bir
insanın atacağı en basit adım, bir yalanın parçası olmamaktır. Gerçeğin bir
kelimesi bile bütün dünyaya bedeldir.
Aleksandr Soljenitsin (6 Mart 1992)
Ramazan
Kurtoğlu (Evanjelizm Kitabı Sayfa 261)
Referanduma doğru giderken bir Fikir.....
Faşizm,
bizim kullandığımız tabire yakın bir ifadeyle az sayıda büyük sanayici ve
finans sahibi tarafından yönetilen bir hükümettir. Demokrasi çarkını döndürüyor
göstererek de faşizmi uygulayabileceğiniz hususunda müsaadenizle ısrarcı
olacağım. Sadece bir Yüksek mahkemenin, bir temsilciler meclisinin ve bir
başkanın varlığı, gücün resmi hiçbir görevi olmayan birkaç adamın elinde
merkezileşmesine karşı yeterli bir tedbir sayılmaz.
Heymood
Broun
Bağımsız
Köşe Yazarı 1936
Ramazan
Kurtoğlu (Evanjelizm Kitabı Sayfa 262)
15 Şubat 2017 Çarşamba
Neden Bir Devlet Oluyoruz da Millet Olamıyoruz?
Türkiye bölünmüş bir toplumsallığa sahip.
Türkiye’nin toplumsal bölünmüşlüğü sosyo ekonomik değil, sosyo politik bir mahiyet arz ediyor. Yani benzer sosyal katman içindekiler, farklı politik angajmanlar çerçevesinde kendisini konumlandırabiliyor. Türkiye toplumundaki politik ayrılık sıradan politik bir ayrışmaya karşılık gelmemektedir. Kamusal alanlarda her daim belirli bir şiddette, ayrışmanın sembolü özel günlerde ise yoğun çatışmacı ve çelişik bir refleks kendisini hemen gösteriyor. Her türden seçim sathı mailinde, Ramazan aylarında, Ramazan ve Kurban bayramlarında, yılbaşlarında, milli günlerde vs. çatışık ve çelişik refleks en kaba haliyle sahne alıyor.
Türkiye toplumsal bölünmüşlüğünün aritmetiği, bizimkiler ya da ötekiler diye bir çırpıda kümelere bölünerek sayımı yapılabilecek bir basitliğe sahip değil. Türkiye’de siyaset, bu bölünmüş toplumsallık merkez alınarak yapılıyor. Türkiye’de siyaset, toplumsallığın bölünmüş taraflarının bir temsilcisi olarak işlev görüyor.
Bölünmüşlük durumu tabanda mı meydana gelmiştir?
Türkiye’de toplumu derin fay hatları ile bölen; toplumun kendi doğal mecrasında tabandaki farklılaşması değil, bizatihi devletin kendisidir. Devlet içinde kendisini devletin sahibi olarak gören siyasal elitin iktidara odaklı zihniyeti, Türkiye’de siyaset yapma imkân ve biçimlerini derinden etkilemiştir. Türkiye’de siyasetin temel çıktısı devleti ele geçirip devleti sahiplenmektir. Devletin sahipliliğini temsil etme kudretini eline geçiren unsurlar kapalı devre oluşturmuş oldukları özellikle ekonomik örüntülerle kendilerini meşrulaştıracak bir tabanı oluşturmuşlar ve bu taban marifetiyle devletin önceliklerini umut ya da korku ile toplumun geri kalanına dikte etmişlerdir.
Devletin kendisine yakın olan unsurlar ile oluşturduğu ekonomi politik, her daim yığınlar ile çelişik ve çatışık bir ilişki yaşanmasına neden olmuştur. Zira kısıtlı kaynakların dağılımı, kısıtlı bir kesime yönelik gerçekleşmiştir. Diğer taraftan çelişik ve çatışık ilişkinin mahiyeti, yönü, şiddeti Türkiye toplumunda farklı siyasal arayışları sürekli dinamik tutmuştur.
Türkiye’de siyasallık neden devleti sahiplenmek istemektedir?
Türkiye’de tek örgütlü güç devlettir. Taban dediğimiz ama neyin tabanı olduğunu bir türlü çözümlemediğimiz yığınlar, devletin karar alma süreçleri ile devletin eylemlerini yönlendirecek, etkileyecek, dengeleyecek örgütlü bir güce hiçbir zaman sahip olamamıştır. Türkiye’de siyaseti temsil eden sivil unsurlar da toplumu örgütleyecek bir alt yapıya sahip değildir. Dolaysız olarak siyasal düzenekler için devletin örgütlü gücünü ele geçirmek hayati önem arz etmektedir.
Türkiye toplumunu bölen, tek örgütlü güç olan devlettir. Toplumsal bölünmeyi çeşitlendirip derinleştiren ise devletin sahipliliğini ele geçirmeye çalışan siyaset unsurlarıdır.
Bu bağlamda;
a. Türk siyasal aklının devlet tarifinde ve devlet anlayışında temayüz eden ana fikir; devletin ‘var olma ve var kalma’ durumudur. Türk siyasal kültüründe devletin var olma ve var kalma bağlamındaki ayrıcalıklı yeri, devleti ve devlete ait olan şeyleri, en başta zihinsel olarak toplumsalın üzerinde ayrık ve bağımsız bir özne olarak egemenliğe taşımıştır.
b. Türk siyasal yaşamında iktidara odaklılık olgusu; oluşan grup/zümre/sınıf çıkarlarının devlet çıkarları ile eşitleme çalışmalarıdır. Bu eşitleme çabaları, toplumsal çatışmaların devlet katında görünür olmasına yol açmıştır. Türk siyasal yaşamında “devleti ele geçirme” söylemi, sivil ve/veya askeri darbeleri, darbe ve ihtilal teşebbüsleri ya da özlemleri, bu eşitleme girişimlerinin billurlaştığı alanlardır.
c. İktidar odaklı siyaset; yığınları ifade eden çevrenin siyasal dinamizmini merkezileştirmektedir. Çevrenin siyasetindeki iktidar odaklılık, yüksek bir aidiyet duygusu ile oluşabilecek tutarlı bir kitleselliği mümkün kılamamaktadır. Çevrenin ancak ana kırılmalar ile dışsal olarak elde etmiş olduğu kazanımları korumak ve kollamak haricinde bir siyasi duruşu oluşamamıştır. Kısaca iktidara odaklı siyasi zihin, çevreden koparttıklarını merkezileştirmektedir.
d. Merkezileşme; devlet ve sivil siyaset ayrımının bulunmadığı bir zemine işaret etmektedir. Merkezileşmede bütün sorunlar artık bir devlet sorunu olarak ele alınma eğilimini taşımaktadır.
e. Siyasetin bölünmüş toplumsallıklar üzerinden yapılıyor olması; siyaseti, uzlaşma arayışlarının sahası olarak değil, çatışmaların sahası olarak değerlendirilmesine yol açmaktadır. Batıcı-Laik/ Doğucu-İslamcı ana bölünmüşlüğün yanında yeni bölünme alanları doğmakta ve toplumsal bölünme giderek çeşitlenerek derinleşmektedir.
f. Türkiye’de devletin bir anayasa yapma ihtiyacı toplumsal bir basıncın sonucu olarak değil, devleti kontrol eden siyasal kadroların kendi güçlerini bir anayasa yapabilme iradesi ile ispata yönelik güç gösterisi olarak tezahür etmektedir. Bir anayasanın gerekliliğini savunan merkezi siyasettir ve mevcut anayasayı askıya alan, değiştiren ve yeni bir anayasa vazeden de merkezi siyasetin bizatihi kendisidir.
g. Türkiye’de devlet aygıtı homojen bir yapı arz etmemektedir. Türk siyasal yaşamına damgasını vurmuş bulunan ‘siyasetin devlet katında deruhte ediliyor olması durumu’, siyasetin üretmiş olduğu çelişki ve çatışmaların da devlet katında oluşuyor olmasının ana nedenidir. Devlet dışı sivil unsurların kendi mecralarında ortaya koymuş oldukları siyasal faaliyetler, devlet katında çatışan siyasal aktörlerin elini güçlendiren ve iktidar aygıtını kontrol hakkını sağlayan meşrulaştırıcı araçsallıklardan öteye geçememektedir.
Sonuç olarak;
h. Akparti’nin birinci ve ikinci iktidarı döneminde sivil toplumcu dili çok yüksek olmasına rağmen üçüncü iktidarı döneminden başlayarak bu sivil toplumcu dili azaltmaya başladığı gözlemlenmektedir. Akparti’nin Türkiye’nin bölünmüş bir toplum olduğu gerçeğinden yola çıkarak oluşturmuş olduğu siyasal dili ve bu dilin özeti konumundaki ‘Millet İradesi’ vurgusu; Türk siyasal yaşamının tarihsel çelişki ve çatışma öbekleşmesinin bir tezahürüdür. Akparti’nin muhafazakâr bir yönelim içerisine girmiş olması; “yönetim hakkı” hususundaki kadim Türk siyasal kültürünün egemenlik olgusunun güçlü bir izdüşümüdür.
i. Türk muhafazakâr geleneğinin “devleti ile birlikte var olma” siyasal temasının dayandığı meşrulaştırıcı söylemi “Milli İrade”’dir. Milli irade kavramsallaştırması, Türk siyasal kültürünün kadim anlayışı olan “dirlik ve düzen” fikrinin, Türk demokratik yaşamına uyarlanmış meşrulaştırıcı bir güncellenmesinden ibarettir. Dirlik ve düzen fikri; egemenliği kullanan ve “devlet aklı” olarak “aşkınlaştırılan” yönetsel aygıtın eylemlerinin, külfetin yüklendiği yönetilenlerden bağımsız olması gerektiği anlayışına dayanmaktadır. Bu anlayışta yönetsel aygıt, eylemlerinde yönettiklerinden bağımsız hareket etmektedir.
j. Türkiye’nin merhamet eksenli bir normalleşmeye ihtiyacı vardır. İktidara odaklı bir siyaset yerine, toplumsal merhameti eksen alan siyaset yapma biçimleri ile imkânlarını aramak, aklıselim sahiplerinin vazifesi olmalıdır. Tarihsel bağlamda temel çelişki ve çatışma devlet ile toplum arasında yaşanmaktadır. Toplumu devletine karşı yeri geldiğinde savunmak gerekmektedir. Bu savunudan çıkacak olan şey ise millet olabilmektir.
Arif ARCAN
15 Şubat 2017
14 Şubat 2017 Salı
13 Şubat 2017 Pazartesi
11 Şubat 2017 Cumartesi
7 Şubat 2017 Salı
6 Şubat 2017 Pazartesi
4 Şubat 2017 Cumartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)