Kâbil’de bombalar patladı, Bağdat’ta bombalar patladı, Beyrut’ta bombalar patladı. İstihbarat zafiyeti var mıydı yok muydu tartışılmadı. Kanıksanmış bir durum. Türkiye’de bombalar patladı. İstihbarat zafiyeti var mıydı yok muydu tartışıldı. Zira alışılmadık bir durum. Fransa’da da bombalar patladı. Türk Milli İstihbarat Teşkilatı derin bir nefes aldı; dünyanın ileri ülkelerinden birisinde de olabiliyordu.
Her gün savaş uçakları havalanıyor, bombalar patlıyor, füzeler uçuyor, gürbüz komandolar kasları ile düşmana korku salıyor, dosta güven telkin ediyor. Her gün, her saat, her dakika, kendinden emin takım elbiseli adamlar, mikrofonlara, anlamsız, gaddar, soğukkanlı daha çok mekanik diplomatik gevezelikler ediyor. Ateş düştüğü yakıyor.
İnsanlar öldürülüyorlar. İnsanlar yaşamları için değil, ölüm biçimlerinin hayırlısı olması için dua ediyorlar. Herhangi bir sınırda hiçbir şeymiş gibi vurularak toprak olmak ya da uluslararası sularda yitip gitmek; en azından mazlum olduğuna şahitlik edecek üç beş kişilik bir cemaat olsun istiyorlar. Nasıl bir dünya, nasıl bir düzen ki; insanlar hayati zorunluluklarla sınırlarını terk edip, farklı sınırlara yığıldıkları zaman ‘öteki’ olmanın derin kimsesizliğini yaşıyorlar. Çoğu zaman insan olmayan iki ayaklı mahluk muamelesi görmek belki ölümden de beter. Neler oluyor? Hayır;
Derin stratejik analizlerde bulunmayacağım.
Kurgulanmış siyasal teorilerden bahsetmeyeceğim.
Sosyolojik çözümlemelerde bulunmayacağım.
Kahredici bir nefreti kuşanmış bölünmüş insanımıza, birlikte yaşamanın yaşanmış pratiklerini de aktarmayacağım. Birlikte yaşamanın ne olduğuna dair tarihsel birikimlerimizi, tarihe ait olanları, siyasal anlamlar yükü altında taammüden öldürdüğümüzden beri tarih, bu yönüyle zaten bir anlam ifade etmiyor. Tarihe her bir bakış; bugünümüze ait kavgalarımıza bir meşruiyet kılıfı bulmak, nefretimize bir haklılık kazandırmak için inşa edilmeye çalışılan kaygan bir zeminden başka neyi ifade ediyor ki…
Devlet ve ulusal güvenlik; ötekisini insan olma vasfından çıkarıp, iki ayaklı, konuşabilen, tehlikeli ve yırtıcı bir canavara dönüştürüveren sihirli kelimeler. Devlet kimin devleti, ulusun güvenliğinden kasıt kimlerin da ha doğrusu nelerin güvenliği? Pek de entelektüel derinliği olmayan sorular değil mi? Hemen şuracıkta, cesetler soğumadan yaşama dair bir nutuk atmak dururken. Ya da havaya uçurulan mazlumların hangi taraf ait olduğuna dair çentik hesabını bilinçaltlarında yapmak, terör saldırılarında canlarını vermiş mazlumları fişlemek varken.
Dost toplantılarında kendisine ait olmayan zaferlere kısık seslerle sevinmek utanmazlığını istikbale ait mesut rüyalarla süslemek, kendi cenahındaki stratejistin haklı çıkmasının gururunu onunla birlikte yaşamak: Müslümanlar ne zamandan beri ‘Ey İnsanlar’ diye nida eden Yaratıcısını unuttu da yaşanılmayacak bir dünya düzenine ayak uydurarak bu kaotik dünyanın ahvalinden bir şeyler devşirmek istemektedir.
Fransa’daki bomba Paris’in merkezinde patlamadı. Avrupa sınırlara yığılan Suriyeli kardeşlerinin başında patladı. Avrupa’nın hümanist sınırları artık aşılmaz kalelere dönüşmüştür. Avrupa’da yaşayan Müslüman kardeşlerin rehindi şimdi ise mahpus. Hem de varsıl Avrupa şehirlerinin yoksul gettolarındaki kendi hücrelerinde.
Devlet ve ulusal güvenlik bültenlerine değil, İnsan feryatlarına kulak kesil, imtihan edilmediğin şeyler hakkında yüksek sesle ve emin konuşma Müslüman!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder