Modern Dünya görsel bir dünyayı inşa ettiği için anlam kaybını da beraberinde taşıyor. Modern Birey, modern dünya tarafından inşa edildiğini bildiğimize göre bireyin görsel bir kültürle beslendiğini de göz ardı edemeyiz! Modern bireyin kılcal damarlarına kadar sirayet ettirilmiş görsellik onu anlama yerine tasvire yöneltmektedir. Ama bu tasviri de daha çok kurgusal bir zeminde inşa etmektedir. Böylece farkına varılmadan yaşamı görsellik içinde tasarımlayarak yeni bir kurgusal dünya kuruluyor. Buna etki eden sanatsal faaliyetleri de eklersek hayatın bütününü kuşatan bir kurgusal tasvirle karşı karşıya kalıyoruz demektir.
Her tasvir kendi içinde bir betimlemeyi ve her betimleme de tasviri yapanın etkisini göstermektedir. Yani bir kere doğaya müdahale ile başlayan teknoloji hayatın bütün katmanlarına sirayet ederek her şeye müdahil olarak bir gösteri yaşamını zaruri kılmaktadır. Bu meseleyi tam olarak anlamadan modern çatışma kültürünün başat öğesini anlamak çok zor olacaktır.
Hikâyenin özü; modern birey monist (tekleştirme) yaklaşımla beslendiği ve hayatı kurduğu için farklılıklara tahammül etmeyi başaramıyor, post modern kültürün bütün çoğulcu yapısına rağmen anlamayı değil biçimlendirmeyi eksene aldığı için her farklılığı kendisine yöneltilmiş bir tehdit algısı içinde değerlendiriyor. Bu da onu hem çatışmacı ve hem de geçimsiz kılıyor. Hırçın, asabi, kavgacı, uzlaşmasız, kaba, sert, bencil gibi bir sürü olumsuz vasfı üzerinde taşımaktan imtina etmeden yaşamayı bir alışkanlığa dönüştürmüş durumda…
Şöyle bir etrafınıza bakın, otobüste, tramvayda, metrobüste, metroda vesaire insanların davranışlarını seyredin, nasıl bir tutumla karşı karşıya kaldığınızı ibretle seyredebilirsiniz. Binerken, çıkarken, otururken hal ve hareketlerine bakın, sanki kendisinden başka kimse yokmuş gibi rahat davranabiliyor ve ancak kendisine bizzat seslenildiğinde bir zahmet şöyle hareketleniyor. Bunu terbiye eksikliği olarak değerlendirmek ne kadar doğru bir tanımlama olur, bilmiyorum…
Meselenin eğitim öğretim kısmında da bundan farklı bir şey yok… Profesyonel mantık dışında eğitim kurumlarında herkes üzerine düşen rolü yerine getirerek sadece ulaşmak istediği hedefe kilitleniyor. Bu yüzden ciddi bir düşünür, fikir adamı, entelektüel ve aydın beyinlerin yetiştirilmesi mümkün olmuyor. Üniversiteler, liseler, orta öğretim vs. aslında ciddi bir durumla karşı karşıyayız. Herkes şikâyet ediyor. Ama kimse bu şikâyetin nedeni nedir? Ve biz bu sorunu çözümleyebilir miyiz diye düşünme ihtiyacı hissetmiyor. Düşünmek zorunda kaldığında da görevi savma babında meseleyi tutuyor. Bu yüzden hep meselenin özü ıskalanmış oluyor.
Şöyle bir geriye yaslanın ve düşünün… Gelecek üzerine neler kurguluyorsunuz? Çocuklarınızın geleceği konusunda nelere dikkat kesiliyorsunuz? Çocuklarınız için oluşturduğunuz beklenti sizin beklentileriniz mi yoksa çocukların kendi beklentilerini karşılayacak şeyler mi? Meselenin özü bu… Gelecek beklentisi belirleyici oluyor. Neler mi düşünüyoruz? Aslında herkes kendisine bu soruyu sorsa ve cevabından korkmadan söylese mesele açıklık kazanır. Ama insanların, vicdana yönelecek her soruyu yönünü değiştirerek amacının dışına çıkarma konusunda maharet gösterme becerileri üst düzeydedir.
Her tasarım bir kurguyu her kurgu ise kendi içinde bir yapaylığı barındırmaktadır. Siyasetten, topluma, hukuktan diyalog ve ilişkinin niteliğine kadar her konuda bir yapaylığın sirayet ettiğini gözlemek o kadar zor olmasa gerek! Her samimiyet gösterisi ise ulaşılmak istenen hedefle ortaya çıkan sonuca bağlıdır. O yüzden rahatlıkla dün dost olan bugün düşman kategorisine dönüşebilir. Çünkü çıkar farklılığı her türlü zeminin üzerinde yer almaktadır. Ama insanlar bunu ifade etmekten kaçınmayı bir marifet addetmektedirler. Hâlbuki meseleye doğru bir yaklaşım ve tespit özünü hesaba katarak çözümüne en önemli katkıyı yapacaktır. Ama kimsenin çözüm gibi bir derdi yoktur.
Bir adım ötesi ise herkesi ve her şeyi suçlamak asıl, kendini suçlamaya yeltenmek ise yasak cihetindedir. Bu da istismarı kaçınılmaz kılmaktadır. İstismar, ne bulursa onu istismar etmek… Mesela; kendisine bakmadan karşındakini ahlaksızlıkla suçlamak, hırsız olduğunu beyan etmek, istismarcı olduğunu söylemek çekirdek ve leblebi yer gibi bunu doğal kılmak… Toplumda karşılıklı suçlamaların mahiyetine birde bu göz ile yeniden bakmalıyız. O zaman göreceğiz ki aslında bütün suçlamalar sadece kendini haklılaştırmakla ilişkili ve adalet yada doğruluk arayışı ile ilintili bir durum yoktur.
Hedefe vardıran her yolun mubah olduğu algısı buna en uygun delildir. Aracın meşruluğu tartışmaları da bu çerçeve içinde anlamlandırılabilir. Velhasıl hayatın bütün katmanlarında tasarı, kurgu ve yapaylık o kadar had safhada ki kişi kendisinden başka hiçbir şeyi önemsemez. Ama önemser gibi görünmek zorunda hisseder… O yüzden hayat ‘mış’ gibi yaşanır hep…
Bu çerçevede anlamı öncelemek ve anlama üzerinden bir tanım ortaya koymak, hadiseleri anlaşılır kılmak, işin özü üzerinde düşünmek, kendini düşünme yerine ötekini düşünerek kendi mutluluğunun kaynağını keşfetmek mümkün görünmemektedir. Sebebi ise çok yalın: çünkü yargılamak öncelikli bir yaşamı içselleştirmiş durumdayız. Çözüm ise; anlamayı eksene alan yeni bir yaşam alanı oluşturmakla mümkünlük sahasına girebilir. Yani kendinden çok diğerlerini düşünmenin kendi selametin için öncelikli olduğunu kavramak gibi…
Hâlbuki insan, aslında bencil değil de cömert olduğunda mutlu olur. Başkalarına yaptığı yardımda sevinci bulur. O insanlar mutlu olduğunda mutlu, insanlar mutsuz olduğunda ise mutluluğu ona yük olur. Böyle düşünebilecek kaç kişi var bilmiyorum. Ama modern dünya bize dünyanın efendisi olanın ben olduğunu söylüyor. Eğer ben dünyanın efendisi isem o zaman benim isteklerim dünyanın istediği istek olmalıdır. Bu isteklerime karşı çıkanın ise yok edilmesi elzem olmalıdır. İşte çatışmanın ve fesadın kaynağı…
Şimdi niye anlamayı eksene almayı öncelediğimi biraz açıklamış sayılırım. Üzerinde daha çok fazla durulmasını hak eden bir konu, bunu biliyorum. Kelimelerin her zaman kişinin hissettiğinin ifadesinde eksik kaldığı malumunuzdur. Ama anlamak için tasarımdan vazgeçebilmeyi, yani kendimizden vazgeçebilmeyi öncelemeliyiz. Anlama olmadan selamet olmaz! Çünkü anlama çabası sahiciliği beraberinde taşır, her sahicilik ise bir samimiyet içermektedir. Samimiyetin ise anlamayı kolaylaştırdığını söyleyebiliriz.
Toplumsal barışın teminatı anlamayı önceleyen bir ilişkinin varlığına bağımlıdır. Aile saadeti diye tanımladığımız şey de bu anlama öncelikli tutumda yatmaktadır. Kişilerin farklı tavırları anlama üzerinden doğru bir zemine taşınabilir ve böylece toplumu, aileyi güçlendiren bir noktaya taşınabilir. Önce bireyi anlamalıyız, sonra yargılama yapma konusunda serbestiz… Ama Anlamadan yargılamak zulümdür. Ve zulümle abat olunmaz…
Ez cümle şunu demek istiyorum: modern kültürün oluşturduğu modern dünyanın hapishanesinden çıkmadan anlamayı önceleyemeyiz, anlamayı öncelemeden de bu hapishaneden çıkışın yolunu bulamayız…
Her şeyde ve her işte ya da olayda muhakkak anlamayı öncelemeliyiz ki samimiyet testinden sınavda kalmayalım…
Abdülaziz Taktik
Düşünce Mektebi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder