Yanlış giden işler var.
Bunlardan biri yönetimin din anlayışında taraf olması.
Aslında taraf olmasalar yanlış da yapmayacaklar.
Demek ki içlerinde tarafsız kalamayan taassup sahipleri var.
TRT 1’de yayınlanan Diriliş dizisinin 13. bölümünde Nasır denilen vezir Halep emiri El-Aziz’e şöyle diyor: “Bu tasavvuf erbabının İslam’a verdiği zarar yetti artık efendim.” Bu adam tapınak şövalyelerinin Müslümanların içine soktuğu bir casus. Filmin en kötü karakteri.
Yani burada tasavvufu kötüleyenlerin Batı ajanı olduğu vurgusu var.
Tabi tersinden okuyunca tasavvufun Osmanlının kuruluşunda oynadığı o bütünleyici rol akla geliyor. Yeni Türkiye’nin inşasında bu rolün yine bu ekoller tarafından üstlenilmesi mi isteniyor acaba?
Dizinin daha önceki pek çok bölümünde İbn Arabi’nin şahsında zikir törenleri gösteriliyor. Dahası bu zikir törenleri sırasında şeyh, bulunduğu yerden çok daha ötede fiili tasarruflarda bulunuyor.
Tabii yine Osmanlı söylemlerinin ayyuka çıktığı bu dönemde bu mesajların kime ne söylediği ve bu din anlayışıyla ne yapılmak istendiği sorusu akla takılıyor.
Devlet büyüklerinin dinin içeriğinden, yani nasıl anlaşıldığından ziyade neye yaradığı ile ilgilendikleri eskiden beri bilinir. Osmanlı’nın bu anlamda din devleti olup olmadığı da tartışılır. Fakat önemli olan halkı bir arada tutan cemaat ve cemiyetlerin devlete olan itaatidir. Bu yaklaşımda devlet dini kendi birliği için elzem görür. Karşısında başıbozuk ve ne yapacağı belli olmayan tipler görmektense bir cemaat bulmak ister.
Zira söz konusu cemaatler halkı toplar ve devletin önünde saygı duruşuna davet ederler. Böylece devlet tek tek şahıslarla ilgilenmekten kurtulur.
Devletin birliğine kimsenin bir diyeceği yok sanırım. Ama Müslümanları birleştirmenin yolunun cemaatleri belli kanallara angaje etmekten ve saltanat söyleminden medet ummaktan geçiyor olması yeterince üzücü. Üstelik doğru anlaşılmayan bir dinin söz konusu birliğe uzun süre fayda sağlayamayacağı da biliniyor olmasına rağmen.
Fakat birileri aynı filmi tekrar tekrar seyretmekten hoşlanıyor sanki.
Üst düzey yetkililerin seçim öncesinde tarikat şeyhlerini birer birer ziyaret etmesi, bu açıdan onların zihni yapısını ele vermiyor mu? Buna sadece seçim yatırımı denebilir mi?
Peki YÖK Başkanı seçilen kişi için ne demeli? Bu zatın, başkan yardımcısı iken YÖK genel kurulunda geçen 15 Ağustos’ta aldığı kararla, İlahiyat Fakülteleri'nde felsefe dersini kaldırmaya teşebbüs ettiğini ve bu kişinin ilgili kararın alınmasında oynadığı rolü bilmeyen yok sanırım. Üstelik bunu seçilmeden önce yapmış ve buna rağmen seçilmiş olması da ilginç değil mi? Yeni olan her şeyi modern sayan ve bütün modern yaklaşımları da gâvurlukla bir tutan nasıl bir gelenekçilik bu? Tayyib Erdoğan’ın bunu bile bile o makama getirmesi ne anlama geliyor olabilir ki?
Paralelci denilen cemaate zamanında destek verilmesi üst düzey yetkililerin din anlayışı konusunda başka bir kanıt. Onlar dini topyekûn bir olgu şeklinde algılıyor ve doğru olup olmamasına bakmıyorlar. Nitekim kimse paralelcilerin neden bu hâle geldiğini yine sorgulamıyor. Kabul ederken ki toptancılık reddederken de aynı. Zira bugün onlarla aynı şeyleri düşünen kişi ve gruplara yine destek veriliyor. Hatta onlardan daha fazla sorun çıkarması ihtimallerine rağmen bu tehlikeyi kimse görmüyor, göremiyor. Nitekim devlet televizyonda oynatılan diriliş dizisinde halkın önüne konulan şeyh-mürid ilişkisi, paralelcilerin ve onlara benzeyen diğerlerinin kabul ettiğinden farklı değil ki!
Asıl anlaşılması güç olan paralelciler dışında ama onlara tıpatıp benzemelerine rağmen desteklenen diğer grupların pek çoğunun Ak Parti’ye oy vermemiş olması. Bu bir akıl tutulması olabilir mi? Hepsinin İbn Arabi’nin yolunu izliyor olması bir tesadüf mü? Tabii ki Hayır.
Kimse İbn Arabiler olmasın demiyor. Ama yeni Türkiye’yi inşa eden kurucu aklın bu akımlara teslim olması ve onların halka örnek olarak sunulması doğru olabilir mi?
Evet, Ak Parti, hayal dahi edemeyeceğimiz şeyler başardı.
Ve bu başarı öyküsü onun hâlâ desteklenmesi gerektiğini telkin de ediyor.
Ayrıca Türkiye’de demokrasi ve özgürlük karşıtı güçlerin tamamen elimine edildiğini kim söyleyebilir ki?
Nihayet dünyanın kan gölüne döndüğü bu puslu ortamda hiçbir sebep müslümanları bölüp parçalamamalı.
Fakat üst düzey din anlayışının belli bir yöne kayıp siyaseten de olsa tasavvufi akımları savunulması insanı korkutmuyor değil. Bu korkuyu Müslümanlar duyuyorsa laik kesimin bu olgudan hayli hayli kaçınması normal gözüküyor.
Eğer meselelere hâlâ ideolojik yaklaşan az sayıda kimseyi görmezseniz Müslümanlar Türkiye halkının çoğunluğunun Müslüman olduğunu Ak Pati ile öğrendi.
Şimdi bu cemaatler elinde çoğunluğunun kâfir olduğu eski dönemlere mi dönülecek?
İslam’ın nasıl olursa olsun içeriğine bakmadan bakılmadan devlete hizmet etmesinin gereği nasıl savunulacak?
Dinin doğru anlaşılması önemini hiç koruyamayacak mı?
Yeni Türkiye’nin din anlayışı inşası, Gazzali’nin yolunu izlemekten mi geçecek?
Birlik olalım diyerek bütün hurafeler ve batıl yaklaşımlar sineye mi çekilecek?
12. yy. İslam dünyasının fikri açıdan her anlamda rönesansıydı.
Geleneksel yaklaşım felsefeyi yok edip aklı reddederek bu ilerlemeyi durdurdu.
İbn Rüşd’ün akılcılığı yok sayılmasaydı,
Gazzali’nin tasavvufuna da diyecek bir şey olmazdı.
Bu şekilde;
Doğudan Batıya akan nehir kendi topraklarını sulayamadı.
İslam ne kendi coğrafyasında ne de diğer topraklarda doğru anlaşıldı?
21.yy. da aynı müslümanlar Türkiye’nin önderliğinde yeni bir aşama kat ettiler.
İlk defa akla ilahiyat fakülteleri marifetiyle önemli bir rol verilmişken…
Özgürlük, adalet ve eşitlik gibi önemli değerlerden yoksun idareciler elinde
İnsanlar tekrar eskiye filmleri seyretmeye zorlanıyor.
Oysa din doğru anlaşılmadığı sürece devlete hizmeti de devamlı olamıyor.
Müslümanlar, bu cahilce uygulamalar ve sadece oy almayı düşünen siyasetçilerin hırslarına mahkûm edilerek
Mısır’a tavsiye edildiği gibi,
Yoksa yaşasın laiklik demeye mecbur kalsınlar diye mi böyle davranılıyor?
11-04-2015 17:00
Tarık Nur Engin
http://dusuncemektebi.com/yazar.php?id=371
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder