Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır’ mısrasında Sezai Karakoç, verili bu dünyada zafer ve yenilgilerin esasında aynı şey olduğunu betimliyor. Öyle ya; bütün güç ve kudret telakkileri ile kahredici iktidarların beka vehimleri, zamanın taraf tutmayan ritmi içinde yok olup gitmişler, sonsuzmuş gibi görülen yokluk, yoksunluk ve mazlumiyetler parlak bir zaferle nimete gark olmuşlardır. Tarih çarkının devinimlerinde zaferlerin ya da yenilgilerin çarkın hangi bölümlemelerine denk geldiğini anlamak, neyin zafer neyin yenilgi olduğunu ayırt etmek oldukça güç.
Ashabı Kehf’in gençleri, sapkın toplumsallıklarını reddedip hicrete karar verdiklerinde, ortaya koymuş oldukları batıl olandan ayrışma iradesi onları Allah’ın yardımı nimetine kavuşturmuştu. Uyumuşlardı ve uyanmışlardı ki her şey tarih olmuş. Toplumsallık felaha ve rızaya erişmiş, Mü’min gencin satıcıya uzattığı zulmün hükümranlık sembolü para çoktan tedavülden kalkmış, paraya darp edilen mağrur müstekbirin resmi ancak birkaç meraklının, bir avuç antikacının mesleki ilgisine mazhar olarak sanki hiç yaşamamış gibi kalakalmış…
Sömürgeci politiğin üretimleri olan psikolojimiz, yakın geçmişimizi travmatik bir tema dâhilinde algılamanıza neden oluyor. Genelde Batı’yı özelde ise Avrupa’yı algılayış biçimimizdeki tedirginliğin nedenlerini haklı kılacak bir geçmiş var şüphesiz. Fakat bu tedirginlik, rehin olmanın, rehin kalmanın daha açık bir ifade ile mutlaklaştırılmış bir yenilmişlik psikolojisi dâhilinde kendimizi sürekli rehin hissetmeyi haklı çıkaramaz.
Başımızın eğik, boynumuz bükük olduğu karanlık bir gecede, en umulmadık bir coğrafyadan, bir işaret fişeği gibi atılan Bosna Cihadı ümmet olabilmenin izzetini bir mıh gibi çakıvermişti batılın kalbine. Diplomatik konuşmaların münafıkça perdelediği zulmün reel politik söylemleri, Aliya İzzetbegoviç’in yalın ve sahih itirazları ile parçalandıkça gri Avrupa’nın rengârenk olana yönelik nefreti de katlanmıştı. Bosna Müslümanları rehin kalmayı kabul etmemişlerdi. Daha önemlisi kendilerini rehin hissetmeyi bırakmışlardı.
Avrupa algımız ‘eşitsiz karşıtlık’ psikolojisi üzerinden çalışıyor. Algımızda İslam coğrafyaları salt bir coğrafya olmadığı kadar Avrupa’da salt bir coğrafya değil. Yakın geçmişimizin trajik hikâyesinden hareketle oluşturduğumuz tarih bilincimiz, sahih olmayan bir sahiplenme ile Doğu-Batı karşıtlığı genellemesinin çıkmaz sokaklarına düşüyor. Hindistan’ın ya da Çin’in Müslümanlara yaptığı zulümler, Avrupa’nın azmettirici etkisinden uzak olduğu için mi gündemimizi fazlaca işgal etmiyor. Yoksa Doğulu ve sömürgeciliği yaşamış olma ortak paydasında buluşuyor olmamız mı Hindistan’ı ve Çin’i affettiriyor.
Müslüman soykırımı yapmış ve yapmaya da devam eden Rusya ile hangi ortak paydada buluşuyoruz? Onları da affediyor oluşumuzda Avrupa’nın Rusya’yı kendilerinden saymıyor oluşlarının bir etkisi var mı?
‘İslam Avrupa’nın asli bir unsurudur’ önermesini duyduğumuz zaman takındığımız şüpheci tavrın arka planında inşa etmiş olduğumuz Avrupa’ya yönelik ‘eşitsiz karşıtlık’ algımız yatmaktadır. Güncel Avrupa’nın tarihsel Avrupa’nın bir devamı olup olmadığı yönündeki analizlerin kıymeti, travmatik tarih bilincimizin algısı ile sınırlı. Fakat İslam Avrupa’nın asli bir unsuru:
Birincisi; her insan gibi Avrupalı da Müslüman olmaya adayıdır. Hidayetin kime ne zaman hangi şart altında nasıl ve niçin nasip olacağını takdir ve tespit edemeyiz. Avrupa’nın uzak geçmişindeki Hıristiyanlık etkisi oldukça önemlidir. Hıristiyanlık tahrif edilmiş vahyi kaynaklı bir dindir ve ‘ortak olan sözde’ buluşabilme umudu her zaman mevcuttur.
İkincisi; Avrupa, İslam ile Arap Müslümanlarının fetihçi hareketleri ile oldukça erken tarihlerde tanışmış, medeniyet ve kültür birikimlerine İslam’ı da dâhil edilmiştir. Güncelde ise İslam Dünyasının birçok coğrafyasından köle, işçi, asker, göçmen vb. sıfatlar ile kopup gelmiş Müslüman topluluklar birkaç kuşaktır Avrupa’da yaşamaktadırlar ve geriye dönmek gibi bir niyetleri olmadığı da ortadadır. Daha önemlisi; Doğunun da Batının da sahibinin Allah (c.c) olduğunu unutuveriyoruz.
Hükümranlık art alanına sahip zafer ve yenilgi algılamalarımız Avrupa’yı uzak ve yakın geçmişi ile beraber düşman olarak görmemizin ana nedenidir. Şüphesiz Avrupa sömürgeci politiği ile düşmanımızdır. Avrupa ve İslam Dünyasının uzak tarihsel düşmanlıkları biri birini tamamlayan düşmanlıklar olarak asgari ölçüde bir eşitlik üzerine kuruluydu. 1400’lü yıllardan itibaren Avrupa’daki gelişmeler nihayetinde İslam Dünyasını sömürgeleştirdi. Adına modernizm dediğimiz Avrupa’nın yeni durumu Avrupa’nın kendi uzak geçmişi ile de hesaplaşmasını içermiş, sömürgelerinde yaşattığı trajediler kadar bir yıkımı kendi içinde de gerçekleştirmiştir. Avrupa kendi dışındaki dünyayı yıktığı kadar kendisini de yıkmıştır.
Yukarıda zikredilen eşitsiz karşıtlık kavramı tam da yıkımın artık bir ölçüsünün kalmamış olmasına işaret ediyor. Sömürgeci çıktıların ölçüsüzlüğü mutlak yenilmişlik psikolojisini oluşturunca sömürgeci muhatap mutlak bir güce dönüşüyor. Düşünsel ve eylemsel planda artık bu psikolojiden çıkılması gereklidir. Günceldeki İslam Dünyasının kan gölüne dönmesinin arka planında Avrupa’nın ölçüsüz yıkıcılığının etkisinden fazla İslam Dünyasının kendi hastalıklarından kaynaklanan nedenleri var. İslam Dünyasının kendi kendisine oluşturduğu yıkımını meşrulaştıran eşitsiz karşıtlık sendromu kaynaklı söylemler artık anakronik bir duruma karşılık gelmektedir.
İslam Dünyasındaki siyasal ufuk karartmalarının temel nedeni; anakronik eşitsiz karşıtlık algısının oluşturduğu özgüven eksikliğinin büyüttüğü karşıtına olan bağımlılık psikolojisidir. İslam Dünyasının bağımlılık psikolojisi, Avrupa’nın ölçüsüz yıkım politiğini bir miras olarak devralmasına neden olmuştur. Bu miras, Avrupa’daki Müslümanları rehin tutmaya yarar işlevsellik ile Avrupa siyasal aklı tarafından bulunmaz bir fırsat olarak kullanılmaktadır.
(Devam edecek)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder