31 Mayıs 2015 Pazar

Kur'an nedir? diye sormuştunya

  Kur'an anlaşılmak üzere indirilmiş, anlaşılsın diye kolaylaştırılmış ve "Anlayan yok mu?" diye soran bir kitaptır. İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkararak onların hayatına bir anlam ve amaç katmak için gönderilmiş bu kitap taşıdığı mesajlar açısından İslamın dininin en temel kaynağıdır. Bu yüzden doğru anlaşılması her şeyden daha önemlidir.

Musa Şimşekçakan
Sözün Gücü Kitabın dan....

29 Mayıs 2015 Cuma

Ak Parti’nin Yüzü Nereye Bakar?

Yanlış giden işler var.
Bunlardan biri yönetimin din anlayışında taraf olması.
Aslında taraf olmasalar yanlış da yapmayacaklar.
Demek ki içlerinde tarafsız kalamayan taassup sahipleri var.
TRT 1’de yayınlanan Diriliş dizisinin 13. bölümünde Nasır denilen vezir Halep emiri El-Aziz’e şöyle diyor: “Bu tasavvuf erbabının İslam’a verdiği zarar yetti artık efendim.” Bu adam tapınak şövalyelerinin Müslümanların içine soktuğu bir casus. Filmin en kötü karakteri.
Yani burada tasavvufu kötüleyenlerin Batı ajanı olduğu vurgusu var.
Tabi tersinden okuyunca tasavvufun Osmanlının kuruluşunda oynadığı o bütünleyici rol akla geliyor. Yeni Türkiye’nin inşasında bu rolün yine bu ekoller tarafından üstlenilmesi mi isteniyor acaba?
Dizinin daha önceki pek çok bölümünde İbn Arabi’nin şahsında zikir törenleri gösteriliyor. Dahası bu zikir törenleri sırasında şeyh, bulunduğu yerden çok daha ötede fiili tasarruflarda bulunuyor.
Tabii yine Osmanlı söylemlerinin ayyuka çıktığı bu dönemde bu mesajların kime ne söylediği ve bu din anlayışıyla ne yapılmak istendiği sorusu akla takılıyor.
Devlet büyüklerinin dinin içeriğinden, yani nasıl anlaşıldığından ziyade neye yaradığı ile ilgilendikleri eskiden beri bilinir. Osmanlı’nın bu anlamda din devleti olup olmadığı da tartışılır. Fakat önemli olan halkı bir arada tutan cemaat ve cemiyetlerin devlete olan itaatidir. Bu yaklaşımda devlet dini kendi birliği için elzem görür. Karşısında başıbozuk ve ne yapacağı belli olmayan tipler görmektense bir cemaat bulmak ister.
Zira söz konusu cemaatler halkı toplar ve devletin önünde saygı duruşuna davet ederler. Böylece devlet tek tek şahıslarla ilgilenmekten kurtulur.
Devletin birliğine kimsenin bir diyeceği yok sanırım. Ama Müslümanları birleştirmenin yolunun cemaatleri belli kanallara angaje etmekten ve saltanat söyleminden medet ummaktan geçiyor olması yeterince üzücü. Üstelik doğru anlaşılmayan bir dinin söz konusu birliğe uzun süre fayda sağlayamayacağı da biliniyor olmasına rağmen.
Fakat birileri aynı filmi tekrar tekrar seyretmekten hoşlanıyor sanki.
Üst düzey yetkililerin seçim öncesinde tarikat şeyhlerini birer birer ziyaret etmesi, bu açıdan onların zihni yapısını ele vermiyor mu? Buna sadece seçim yatırımı denebilir mi?
Peki YÖK Başkanı seçilen kişi için ne demeli? Bu zatın, başkan yardımcısı iken YÖK genel kurulunda geçen 15 Ağustos’ta aldığı kararla, İlahiyat Fakülteleri'nde felsefe dersini kaldırmaya teşebbüs ettiğini ve bu kişinin ilgili kararın alınmasında oynadığı rolü bilmeyen yok sanırım. Üstelik bunu seçilmeden önce yapmış ve buna rağmen seçilmiş olması da ilginç değil mi? Yeni olan her şeyi modern sayan ve bütün modern yaklaşımları da gâvurlukla bir tutan nasıl bir gelenekçilik bu? Tayyib Erdoğan’ın bunu bile bile o makama getirmesi ne anlama geliyor olabilir ki?
Paralelci denilen cemaate zamanında destek verilmesi üst düzey yetkililerin din anlayışı konusunda başka bir kanıt. Onlar dini topyekûn bir olgu şeklinde algılıyor ve doğru olup olmamasına bakmıyorlar. Nitekim kimse paralelcilerin neden bu hâle geldiğini yine sorgulamıyor. Kabul ederken ki toptancılık reddederken de aynı. Zira bugün onlarla aynı şeyleri düşünen kişi ve gruplara yine destek veriliyor. Hatta onlardan daha fazla sorun çıkarması ihtimallerine rağmen bu tehlikeyi kimse görmüyor, göremiyor. Nitekim devlet televizyonda oynatılan diriliş dizisinde halkın önüne konulan şeyh-mürid ilişkisi, paralelcilerin ve onlara benzeyen diğerlerinin kabul ettiğinden farklı değil ki!
Asıl anlaşılması güç olan paralelciler dışında ama onlara tıpatıp benzemelerine rağmen desteklenen diğer grupların pek çoğunun Ak Parti’ye oy vermemiş olması. Bu bir akıl tutulması olabilir mi? Hepsinin İbn Arabi’nin yolunu izliyor olması bir tesadüf mü? Tabii ki Hayır.
Kimse İbn Arabiler olmasın demiyor. Ama yeni Türkiye’yi inşa eden kurucu aklın bu akımlara teslim olması ve onların halka örnek olarak sunulması doğru olabilir mi?
Evet, Ak Parti, hayal dahi edemeyeceğimiz şeyler başardı.
Ve bu başarı öyküsü onun hâlâ desteklenmesi gerektiğini telkin de ediyor.
Ayrıca Türkiye’de demokrasi ve özgürlük karşıtı güçlerin tamamen elimine edildiğini kim söyleyebilir ki?
Nihayet dünyanın kan gölüne döndüğü bu puslu ortamda hiçbir sebep müslümanları bölüp parçalamamalı.
Fakat üst düzey din anlayışının belli bir yöne kayıp siyaseten de olsa tasavvufi akımları savunulması insanı korkutmuyor değil. Bu korkuyu Müslümanlar duyuyorsa laik kesimin bu olgudan hayli hayli kaçınması normal gözüküyor.
Eğer meselelere hâlâ ideolojik yaklaşan az sayıda kimseyi görmezseniz Müslümanlar Türkiye halkının çoğunluğunun Müslüman olduğunu Ak Pati ile öğrendi.
Şimdi bu cemaatler elinde çoğunluğunun kâfir olduğu eski dönemlere mi dönülecek?
İslam’ın nasıl olursa olsun içeriğine bakmadan bakılmadan devlete hizmet etmesinin gereği nasıl savunulacak?
Dinin doğru anlaşılması önemini hiç koruyamayacak mı?
Yeni Türkiye’nin din anlayışı inşası, Gazzali’nin yolunu izlemekten mi geçecek?
Birlik olalım diyerek bütün hurafeler ve batıl yaklaşımlar sineye mi çekilecek?
12. yy. İslam dünyasının fikri açıdan her anlamda rönesansıydı.
Geleneksel yaklaşım felsefeyi yok edip aklı reddederek bu ilerlemeyi durdurdu.
İbn Rüşd’ün akılcılığı yok sayılmasaydı,
Gazzali’nin tasavvufuna da diyecek bir şey olmazdı.
Bu şekilde;
Doğudan Batıya akan nehir kendi topraklarını sulayamadı.
İslam ne kendi coğrafyasında ne de diğer topraklarda doğru anlaşıldı?
21.yy. da aynı müslümanlar Türkiye’nin önderliğinde yeni bir aşama kat ettiler.
İlk defa akla ilahiyat fakülteleri marifetiyle önemli bir rol verilmişken…
Özgürlük, adalet ve eşitlik gibi önemli değerlerden yoksun idareciler elinde
İnsanlar tekrar eskiye filmleri seyretmeye zorlanıyor.
Oysa din doğru anlaşılmadığı sürece devlete hizmeti de devamlı olamıyor.
Müslümanlar, bu cahilce uygulamalar ve sadece oy almayı düşünen siyasetçilerin hırslarına mahkûm edilerek
Mısır’a tavsiye edildiği gibi,
Yoksa yaşasın laiklik demeye mecbur kalsınlar diye mi böyle davranılıyor?
11-04-2015 17:00
Tarık Nur Engin
http://dusuncemektebi.com/yazar.php?id=371

26 Mayıs 2015 Salı

Şımarık ve Kendini Müstağni gören Yöneticilere....

Bu şımarıklığınızın bedelini çok ağır ödeyeceksiniz.
İşin kötü yanı Ülkenin de bu bedeli sizin ile beraber ödeyecek olması.
Bu seçimlerden küçülerek çıkacak olmanız umarım sizi kendinize getirir.

Benim yapabileceğim şeyler kısıtlı. Yalnızca sizleri İnandığım ve yaşamıma aktarmaya çalıştığım Kitap ile uyarabilirim. Yalnızca bizler imtihan olmadık. Yaşam devam ettikçe bu imtihanlar da devam edecek. İşte sizlere Yani İslam iddaasın da olan yöneticilere hatırlatmalar. 



Araf Suresi 129 -(Musa), "Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak eder ve onların yerine sizi yer yüzüne hakim kılar da nasıl hareket edeceğinize bakar" dedi.


Yunus Suresi 13.  Andolsun, sizden önceki nice nesilleri peygamberleri, kendilerine apaçık deliller getirdikleri hâlde (yalanlayıp) zulmettikleri vakit helâk ettik. Onlar zaten inanacak değillerdi. İşte biz suçlu toplumu böyle cezalandırırız.
14. Sonra, nasıl davranacağınızı görelim diye, onların ardından yeryüzünde sizi onların yerine getirdik.

Yaşamınız da gerçekte Kur'an hakim ise şöyle yapmanız gerekiyordu.


Hac Suresi 41 - Onlar (o müminler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekatı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah'a varır.

Haydi hayırlısı İNŞAALLAH...
26 Mayıs 2015
Serdar Karamanlı

Kendini İslama nispet eden şımarık yöneticiler'e...

"Bugün varlığını Kur’an’a referansla anlamlandıranlar, yeryüzünü daha yaşanılabilir bir yer yapma adına iktidara talip olarak bu çizgiyi terk etmiş görünüyorlar. Şımarık zenginler (mütref) ve siyasi anlamda ileri gelenler (mele) yerine kendileri geçmek için çırpınıyorlar. Toplum üstten, dayatmalar ve kanunlar yoluyla değiştirmeyi ya da dönüştürmeyi düşünüyorlar. Karşı çıkmaları gereken şeyleri kendileri yapıyorlar. Böylece kendi ahlaklarının da değişip dönüştüğü fark edemiyorlar. Yaşam standartlarının yükseldiğini ve önceleri adaletsiz addettikleri sistemin çıkarlarıyla kendi menfaatlerinin ötüşmeye başladığını görmüyorlar." 

Musa Şimşekçakan
http://dusuncemektebi.com/mobil/makale.php?id=16484




25 Mayıs 2015 Pazartesi

Temple Grandin....

Şahane bir film. Otizm olan Temple'ın 

gerçek hikayesi, bilmediğimiz ne kadar çok

şey var. Yaşadığımız dünyamızın canlılarına

saygı duymuyor, anlamaya çalışmıyor ve 

yalnızca tüketmeye çalışıyoruz.

Güzel bir film, bu filmi aileniz ile 

seyretmelisiniz. Homeland dizisinden 

tanıdığımız Claire Danes çok iyi oynamış 

desem abartmış olmam.

Ayrıca eğer BARFİ'yi ve Benim Adım 

Khan filimlerini seyretmediyseniz mutlaka 

onları da seyredin derim.. 

http://www.sinemalar.com/film/61294/temple-grandin

Odasının takımını seçmeye zorlanan çocuk...



Günün Sözü ve Sorusu

“Yalanları gördünüz. Artık her zaman elindeki gücü, kötüye kullanacak birilerinin olacağını biliyorsunuz.”*

 Peki bu konu da ne yapmayı düşünüyorsunuz?**

*Nikita dizisinden
** Soru Bana ait...

Nikita Amerikan da Paralel yapı mücadelesi...

Amerika yapımı bir dizi Nikita.

Devletin içinde paralel bir oluşumun 

tetikçiliğini yapan gizli bir birim BÖLÜM.

Entrika'nın dibinin Dünya da ki çalışması.

4 sezon yayınlamış ve Final yapmış. 

Üstüne tesadüfen İN diye bir Kitap 

okudum. Eski İstihbarat Daire Başkanı 

Sabri Uzun yazmış ki okurken vay vay vay

diyorsun. Dizi Şahane seyredin derim...


"İN" Paralel yapılanmanın bir İstihbaraçı anlatımı....

Kitabın bitiş tarihi 
25 Mayıs  2015 
İstanbul 2015/10

Bir Acayip hırs ve entrika 
arasında nasıl olacak da 
İslamın kardeşlik, barış ve paylaşmak olduğunu anlatacağız. 

Zor gittikçe de daha zor bir hale geliyor. İNSAN neye ve kime inanacağını şaşırıyor. 

21 Mayıs 2015 Perşembe

Müslümanlık nerede?...


Müslümanlık nerede! Bizden insanlık geçmiş bile,

Adem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile!

Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir;

Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir….

Mehmet Akif Ersoy


Merhum Akif, şimdi yaşasaydı ne derdi acaba....

Sözün Gücü dersinde Misafirlerimiz vardı....




20 Mayıs 2015 Çarşamba

Yaşam, Fanilerin Sahih Bir Şahitliğidir; Konu Devlet Olsa Bile…

Kenan Evren Öldü. Her fani gibi ölümü tattı ve O’na döndürüldü.
Kenan Evren’in nasıl yaşadığına dair hayatta kalanlar şahitlik ettiler elbette. Ölüm gibi tartışmasız ve sahih bir uğrak karşısında şahitliklerin ‘olması gerekenleri’ taşıması beklenir. Fakat şahitliklerdeki olması gerekenler, Kenan Evren gibi ‘kamusal bir ölünün’ şahitliğinde yaşanamadı. Her kamusal ölü de yaşandığı gibi.
Ölüm haberinin ilk saatlerinden itibaren zembereğinden boşanmış bir eleştiri dalgası yükseldi. Öncelik siyasete aitti tabiatıyla. Siyaset cenahı bil ittifak cenazesine gitmeme kararı aldı. Devlette devamlılık ilkesi gereği başta mensup olduğu Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere ‘kurumsal devlet’ onu bir devlet töreni ile gömdü. Basın cenahı birkaç gün yazdı çizdi, halk cenahından cılız tepkiler de vardı ama anlamsız siyasal uğultular arasında kaybolup gitti. Olay tavsadı, Kenan Evren’in ölümü tüketildi.
Olaya taraf olan yaşayanların ölene ait ve ölüme yönelik şahitlikleri hiç gündeme gelmedi. Mesela Kenan Evren’in zavallı bir adam olduğunu hiç kimse dile getirmedi. Kenan Evren nezdinde temsil edilen muktedirlerin esasında kimler oldukları da aşikâr edilmedi. Ona en yüksek perdeden sayıp sövenlerin, nasıl bir Türkiye istedikleri konusunda kendilerine ait fikirlerinin ana temasının, Kenan Evren nezdinde billurlaşan yönetim anlayışından pek farklı olmadığı kendilerine bir türlü itiraf ettirilemedi. Türkiye’de siyaset hiçbir zaman için darbeler ile yüzleşmedi ve yüzleşmeye de hiç niyeti yok. Zira Türkiye’deki her siyasal varoluş darbelerin şu veya bu şekilde ürünleri mesabesindedir.
Bir ‘Darbe’ Anayasası olan 1982 Anayasa metni müteaddit defalar değişikliğe uğramış olmasına rağmen halen yürürlüktedir. % 99 evet oyu ile yürürlüğe sokulmuş bulunan 1982 Anayasası hangi sosyal ve siyasal ihtiyaçların bir ürünündür. Zira Anayasa metinleri teorik olarak ‘sosyal kontratlardır’. Bir tarafında devlet aygıtı diğer tarafında ise toplum vardır. Türkiye’de Anayasal metinler, hiçbir zaman sosyal kontrat olabilmiş değildirler. Türkiye’de anayasal metinler, muktedirlerin iktidarlarını beyan ettikleri güç gösterileridir. Türkiye’de yapılmış olan bütün anayasalar toplumsal bir konsensüsü yansıtan sosyal ve siyasal kontratlar olmayıp devletin güçlü belirleyiciliği altında oluşturulmuştur. Kaldı ki; Türkiye’de devletin bir anayasa yapma ihtiyacı toplumsal itkinin bir sonucu olarak değil, devleti kontrol eden siyasal kadroların kendi güçlerini bir anayasa yapabilme iradesi ile ispata yönelik güç gösterisi olarak tezahür etmektedir. Bir anayasanın gerekliliğini savunan merkezi siyasettir ve mevcut anayasayı askıya alan, değiştiren ve yeni bir anayasa vazeden de merkezi siyasetin bizatihi kendisidir.
12 Eylül Askeri Darbesi, Türkiye’de önemli değişim ve dönüşümün yaşanabilmesi için yapılmış olan bir devlet müdahalesidir. Darbenin niyeti ile sonuçları görünürde biri birlerine taban tabana zıttır. Nedeni; Türkiye’nin önemli bir değişimi ve dönüşümü yaşayabilmesi için gerekli alt yapının oluşturulması ile öngörülen değişimin ve dönüşümün toplumsal planda meşruiyet zemininin sağlanmasıdır. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile oluşturulan yönetim ve bu yönetim aracılığı ile yaptırılan yeni Anayasa, katı bir devletçiliği amaçlıyordu. Fakat yapılan ilk seçimlerde sandıktan Turgut Özal liderliğindeki liberal eğilimli Anavatan Partisi (ANAP) iktidar olarak çıkmıştır.
1970’lerin sonu ile 1980’li yılların başında yükselen neoliberal ekonomi politikaları ve buna bağlı siyasal yapılanmalar Türkiye’ye ulaşmakta gecikmemişti. Türkiye, merkezi devletlerin estirmiş olduğu neoliberal ekonomi düzenine eklemlenmiş, 1960 ile 1980 yılları arasında yaşamış olduğu içe dönük ve kapalı yapısından hızla sıyrılarak dışa açılmış ve neoliberal ekonomi politikalarının uygulanması yönünde bölgesinde önemli görevler üstlenmiştir.
12 Eylül 1980 Askeri Darbesinin katı devletçi amacı ile liberal eğilimli ANAP’ın iktidar olabilme başarısı bir paradoks olarak görülebilir. Neoliberal ekonomi politiğinin temel ayırt edici özelliği; faaliyetlerinde kendisine engel teşkil edebilecek ekonomik, sosyal ve siyasal hiçbir örgütlü gücü karşısında görmek istememesidir. Neoliberal ekonomi anlayışında sekterci olarak görülen bütün örgütlü güçler tasfiye edilmelidir. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, Türkiye’deki hem sol karakterli hem de sağ karakterli bütün aşırı uçları tasfiye etmiş, bu unsurların örgütlenme becerilerini ve en önemlisi ideolojik meşruiyetlerini ortadan kaldırarak siyaseti merkeze doğru itmiştir. ANAP Türkiye’de mevcut bulunan bütün siyasal eğilimleri bir potada eriterek bu merkezileşmeyi elle tutulur bir hale getirmiş, seçmenin büyük teveccühünü kazanmış, ülke genelinde özgürlük rüzgârları estirmiştir.
ANAP iktidarının estirmiş olduğu özgürlük rüzgârı siyasal bir özgürlük rüzgârı değildi elbette. Liberal ekonomi faaliyetlerinin karşısına dikilen engellerin kaldırılması yönündeki siyasal faaliyetlerin özgürlüğüdür kastedilen. Devlet eli ile yürürlüğe sokulmuş bulunan liberal ekonomi politikaların yürütülmesinin karşısındaki en büyük engel yine devletin kendisiydi. Zira Türkiye’de devlet aygıtı homojen bir yapı arz etmemektedir. Türk siyasal kültürüne damgasını vurmuş bulunan ‘siyasetin devlet katında deruhte ediliyor olması durumu’, siyasetin üretmiş olduğu çelişki ve çatışmaların da devlet katında oluşuyor olmasının ana nedenidir.
Devlet dışı sivil unsurların kendi mecralarında ortaya koymuş oldukları siyasal faaliyetler, devlet katında çatışan siyasal aktörlerin elini güçlendiren ve iktidar aygıtını kontrol hakkını sağlayan meşrulaştırıcı araçsallıklardan öteye geçememektedir. Devletin icra makamını oluşturan sivil iktidarların, iktidarları boyunca yaşamak zorunda oldukları muktedir olup olamama endişesinin ana nedeni, devleti koruyup kollayan adeta görünmez bir güç olarak çalışan bir yapının varlığıdır. Herşeyi izleyen ve gerektiğinde müdahele eden bu yapının varlığı reel bir varlık mıdır yoksa muhayyel bir öngörü müdür? İster reel yani organik bir yapılanma olsun isterse de siyasal çatışmaların meşru ya da gayrimeşru olduğuna dair kıymet bildiren muhayyel bir varlık olmuş olsun Türkiye’deki bütün siyasal varlık iddiaları bu yapıyı kabul etmekte ve ona bir şekilde dahil olmanın yollarını aramaktadırlar.
Türkiye’deki siyasetin merkeze doğru hareketliliği aynı zamanda bu yapıya doğru bir hareketliliktir. Bir siyasal varlık merkeze doğru hareketlendikçe ‘makul’ olana doğru bir seyir içerisinde olduğu iddiası, hareketlilik içerisinde bulunan siyasal varlığın iddiasından daha çok bu yapının ağzından ifade ettirilen bir niyete işaret etmektedir. Özellikle merkezi siyasete rağmen oluşmuş bulunan siyasal varlık iddiaları, kendilerini muktedir hissettikleri andan itibaren merkeze doğru bir hareketlilik içerisine girerler. Güç aldıkları çevreye rağmen ortaya konulan bu hareketlilik toplumsal olmaktan ziyade, siyasal varlığı temsil eden siyasal seçkinlerin bir tercihidir. Bu tercihi meşrulaştıran ise; merkezi siyasete hükmeden bu yapının baskısı altında oldukları iddiasının tabanda seslendirilmesi ile başlayan süreçtir. Bu süreç merkezi ele geçirme iddiası ile ivme kazanır ve iktidarı durumunda bir ‘hesaplaşma’ gösterisinden sonra merkezi siyasetin yeni unsurları olarak hak etmiş oldukları yeri alırlar. Fakat bu bitmeyen bir kavgadır. Merkezi siyaseti eleştiren ve merkezin siyasal çıktılarından beslenen ‘merkezkaç’ güçlerin oluşturduğu siyasal varlıklar merkeze dâhil olduktan itibaren devletin yani merkezi siyasetin bir unsuru haline dönüşürler.
Türk siyasal yaşamında ana değişim ve dönüşümleri yerine getiren bizatihi devletin kendisidir. Türkiye’de değişim ve dönüşümler, devletin kendisini eleştirmesi ile başlamakta ve derinlik kazanmaktadır. Bu bağlamda 12 Eylül Askeri Darbesi esasında 1960 Askeri Darbesinin bir eleştirisidir. 1960 askeri darbesinin sunmuş olduğu siyasal özgürlükler 1980 Askeri darbesi ile büyük oranda tırpanlanmış, siyasal örgütlenmelerin ve bu örgütlenmelerin temsil edilmesinin önüne büyük setler çekilerek toplumsal bir ‘depolitizasyon” bir ortam oluşturulmuştur. Bu durum neoliberal politikaların işletilmesi noktasındaki gerekli olan zeminin oluşumunu sağlamıştır.
Liberal düzenin sağlıklı işleyebilmesi için geniş ölçüde bir sivil alana ihtiyaç vardır. ANAP iktidarı sivil alanı genişletmeye çalışarak devlet eliyle bir sivil toplum yaratmak istemiştir. ANAP iktidarı Türk orta sınıfını genişletmeye çalışmış, sivil ve askeri bürokratların hâkim olduğu Türk orta sınıfına farklı unsurların dâhil olabilmesi için ekonominin dinamizmini kullanmıştır. Sermayenin tabana yayılması girişimleri olarak adlandırılan ekonomik faaliyetler neticesinde devlet kaynaklarından az ya da hiç faydalanamayan özellikle Anadolu girişimcisi, devletten transfer edilen dolaylı ya da dolaysız sermaye ile Türk orta sınıfın yeni unsurları haline gelerek artık devlet katında görünüyor olmağa başlamışlardır.
İslamcı bir geleneğe sahip olan Milli Selamet Partisi’nin (MSP) 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile siyasetten uzaklaştırılmasının ardından kurulan Refah Partisi (RP) geleneksel ideolojik dil kullanımını alt seviyelere çekerek sivil toplumun dilini kullanmıştır. İlk önce büyük şehirlerdeki yerel yönetimlerde iktidara gelmiş, ardından birinci parti konumuna yükselerek hükümet kurabilme gücünü elde etmiştir. RP’nin bu yükselişi karşısında parti Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış, yerine Fazilet Partisi (FP) kurulmuştur. Abdullah Gül liderliğindeki yenilikçiler FP’den koparak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (Akparti) kuruluş sürecini başlatmışlar nihayetinde Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Akparti kurulmuştur.
Akparti’nin kuruluş ve iktidara yükseliş süreci, ANAP iktidarının Türk sivil toplum alanını yaygınlaştırma ve onu derinleştirme faaliyetlerinin bir sonucudur. Akparti MSP geleneğinin ana retoriğini terk ederek ‘merkez sağ’ bir parti görüntüsü çizmiştir. Türkiye’nin klasik ulus-devlet anlayışını sivil toplumcu bir dil kullanarak kıyasıysa eleştirmiş, Akparti, MSP’sini değil de DP’yi ve ANAP’sini kendisine siyasal bir geçmiş olarak seçmiştir.
Akparti’nin birinci iktidarı döneminde sivil toplumcu dili çok yüksek olmasına rağmen ikinci iktidarı döneminden başlayarak bu sivil toplumcu dili azaltmaya başladığı gözlemlenmektedir. Akparti’nin Türkiye’nin bölünmüş bir toplum olduğu gerçeğinden yola çıkarak oluşturmuş olduğu siyasal dili ve bu dilin özeti konumundaki ‘Millet İradesi’ vurgusu; Türk Siyasal Kültürünün tarihsel çelişki ve çatışma öbekleşmesinin bir tezahürüdür. Kişiselliğin ve bu kişisellik etrafında kümelenen iktidar talebinin ana belirleyici faktör olduğu ikbal arayışı ve iktidarı durumunda beka endişeleri, egemenlik ve onun billurlaştığı devleti önceleyen bir yönelim halini almaktadır. Akparti’nin muhafazakâr bir yönelim içerisine girmiş olması; “yönetim hakkı” hususundaki seçkincilik temelli kadim Türk siyasal kültürünün egemenlik olgusunun güçlü bir izdüşümüdür.
Akparti’nin bölünmüş toplumsallıklar üzerinden geliştirmiş olduğu siyasal dilinin ana temasını Türkiye’nin hükümferma bir mahiyet arz eden siyasal ve toplumsal geçmişi oluşturmaktadır. Akparti’nin mevcut siyasal dili Türkiye’deki bütün İslamcı unsurların varlık nedenlerini derin bir meşruiyet krizine sokmuş, bu unsurları devlete eklemlemiştir. Bu meşruiyet krizi neticesinde Türk sivil toplumunun önemli temsilcileri olan cemaatler adeta devletleştirilmişlerdir.
Bu kısa analizin ardından her fırsatta devleti kurtardığını iddia eden ve bu iddiasında da samimi olan devletçi Kenan Evren, yapmış olduğu darbenin nerelere savrulmuş olduğuna şaşırmış, şaşkın bir zavallı gibi ölmüştür. Kenan Evren’i hesaba çağıran iktidarda olsun veya olmasın bütün muktedirler, onun boyuna asmış oldukları davulu çala çala bu zavallı şaşkının itibarsız bir şekilde gömülmesine izin vermişlerdir.
Allah hesabı çabuk görendir…
Arif Arcan 
Düşünce Mektebi 
18 Mayıs 2015

SOKAKTA OYNAMAYAN ÇOCUK HASTA OLUYOR...

Sokakta oynamayan, mikroplarla tanışmayan, düşüp kalkmasına izin verilmeyen çocukların yeterince doğal bağışıklık kazanamadığını kaydeden Dr. Sinan Akkurt, kapalı alanda kalan çocukların sanılanın aksine daha fazla hasta olduklarını söyledi. 
Sokakta oynamayan çocuklardaki en dikkat çekici hastalığın astım olduğunu kaydeden Dr. Sinan Akkurt, 7 Mayıs Dünya Astım Günü vesilesiyle ailelere 1 yaşından itibaren her gün çocuğun fiziksel aktivite ve oyun ihtiyaçlarını açık havada karşılamalarını önerdi.
DOĞAL OLMAYAN BESLENME VE HAREKETSİZ YAŞAM

Son 50 yılın en fazla artan hastalıkları arasında yer alan astımın artışının başlıca sebepleri arasında doğal olmayan beslenme alışkanları, kirli hava, sigara, stres ve bağışıklık sistemini güçsüz düşüren hareketsiz yaşam şekli sayılıyor. Her tercihin doğaldan yana kullanılmasını tavsiye eden Akkurt, "Havuz yerine deniz, bilgisayar oyunu yerine sokak oyunu, nektar yerine taze sıkma meyve suyu, işlenmiş gıda yerine taze meyve-sebze gibi tercihler; çocuklarda astımın artışını yavaşlatabilecek unsurlar arasında" dedi.
Astımın en önemli tetikleyicilerinin başında sigaranın geldiğini anımsatan Dr. Akkurt, başka odada, balkonda ya da hava temizleyicileri kullanarak sigara içmenin bir çare olmadığına vurgu yaptı. "Sigaranın zararlarını önlemenin tek yolu tamamen dumansız bir ortam oluşturmak" diyen Dr. Akkurt, kimi zaman kaynağı anlaşılamayan alerjilerin de astım hastalığında tetikleyici unsur olabildiğine dikkat çekti. Dr. Akkurt, alerjilerin tanısında, ayrıca alerji ve astımın tedavisinde yardımcı tıp metodu olan biorezonanstan yararlanılabileceğini kaydetti.

Habertürk. com.tr/sağlık....

Sadece çok güçlü insanlara verilir otizmli çocuklar.


Zordur otizmle yaşamak!

Hele canından bir parçaysa daha zordur. Daha ilk yıllarında yaşarsın acıyı. Komşu çocuklar okullarına giderken önünden, sen buruk bakarsın ardından. Anneler, babalar konuşurlarken çocuklarından övgüyle, sen sadece dinlersin, gülümsersin. Yıllar geçer savaşırsın durmadan önce kendinle, sonra çevrenle, sonra herkesle. 
Zordur otizmle yaşamak. 
Her kafadan bir ses çıkar, akıl vermeler  havada uçuşur, nasihat enflasyonu yaşanır. Herkes yanındadır sözde ama ihtiyacın olduğunda bulamazsın kimseyi çoğunlukla.

Büyür otizm yıllar içinde seni yıpratır. Yorgunsundur, düşünürsün; 
"Benden sonra ne olacak?" diye. Bulamazsın çıkışı, çökmüşsündür. Yaşıtları üniversitededir, başarıları dillere destandır, sen hala bu geceyi nasıl atlatacağını düşünür durursun. "Cennetliksin!" derler. Kendileri cennete girmek için çocuklarını feda ederler mi? "Senin sınavın!" derler, davranışlarının kendi sınavları olduğunu unutarak. 
Zordur otizmle yaşamak, başka bir dünyayı düşünemezsin bile... Yaşayan her iki taraf için de; "ZORDUR OTİZMLE YAŞAMAK, HEM DE ÇOK ZOR!"

Bazen susarsın, "Kabullendim" dersin, Kabullenirsin de ama, gerçekte tam olarak öyle değildir. En küçük bir olayda hatırlatır kendini otizm hem de hiç acımadan. Aslında hayatının parçasıdır, moda değimle "Yaşam biçimi"n olmuştur. Sanki daha önce başka bir hayat yaşamamışsın gibi... 
Aslında mücadeleyi hiç bırakmazsın zaman zaman çöksen, yorulsan, ağlasan bile. 
Eğer varsa çok iyi dostların, akrabaların senin için çok üzülürler ama ellerinden bir şey gelmez çoğu zaman. Zaten herkesin bir hayat mücadelesi vardır. Büyük dertleri, endişeleri... Ancak bir fark var; Sen, çoğunlukla nefes almaya bile vakit bulamazsın, kendine zaman ayırmaya... Şikayetin otizme değildir, hayatını zorlaştıran şeyleredir. Bu senin için bir yük değil, en büyük sevgindir, evladındır. 

"Beterin beteri var" derler, doğrudur. Ancak bunu diyenlerin hayatına göre "çok beterdir" seninki. Herhangi bir insanın senden daha zor durumda olması bir teselliyse görün insanlığımızın geldiği hali... 

Her şeye rağmen şükredersin haline çünkü; sen çok güçlüsündür, bu "Zor çocuk" o sebeple "Cennetten" sana emanettir. Bu yazımda sitem de var, isyan da var ama şükür de var. İnsanız sonuçta, dayanma gücümüzün sınırları var. Eğer çevremiz otizm sebebiyle yaşadığımız zorlukları ne kadar iyi anlarsa, sokakta, okulda, işyerinde... yani hayatın her yerinde daha anlayış ve hoşgörü içinde olursa bir koltuk değneğin olur en azından. Çünkü; otizm kadar anne, baba, kardeşlerin hayatını bu kadar zorlaştıran çok az engel grubu vardır.

Kurt sürülerinde doğan her yavru o sürüdeki her bireyin de evladıdır, hepsi sahiplenir. Siz de toplum içinde kendi çocuğunuz kadar olmasa da en azından annesinin, babasının hayatında sizden kaynaklanan bir güçlük çıkarmayarak sahiplenebilirsiniz otizmli çocuğu.
Görmezden gelmek kolaydır. Siz görerek gelin otizmi ... Otizmde annenin, babanın suçu yoktur. 


Oğuz Matoğlu - İzmir 

Gazeteci, 19 yaşında otizmli bir delikanlının babası. 

http://www.medyaege.com/yazarlar/oguz-matoglu/sadece-cok-guclu-insanlara-verilir-otizmli-cocuklar/1765/

17 Mayıs 2015 Pazar

Birisi bu AKP'li Belediyelere Bu âyetleri Hatırlatasın. Ama Diyanet değil

Rahmân Suresi
Bismillâhirrahmânirrahîm.

1. Çok merhametli(Allah)
2. Kur'an'ı öğretti.
3. İnsanı yarattı.
4. Ona açıklamayı öğretti.
5. Güneş ve ay bir hesaba göre (hareket etmekte) dir.
6. Bitkiler ve ağaçlar secde ederler.
7. Göğü Allah yükseltti ve mizanı (dengeyi) O koydu.
8. Sakın dengeyi bozmayın.

Şehirleri İnsanların yaşayacağı ölçüde inşa etmeyen, yalnızca rant düşünen ve kalabalığın insanın  ruhuna ve Psikolojisine bıraktığı etkiye bakmayan. Ama baktığını iddaa eden bir partidir AKP. Diğer partilerinde farklı projeleri olduğunu da henüz ne dinledik nede okuduk. 

10 Mayıs 2015 Pazar

Aslında Toplumun en büyük hastalığı....

Sigara İçmek, bu toplumun en büyük hastalıklarını başında gelmektedir.
Bunu söylediğimizde tepki ile karşılaşıyoruz. Saygızca ve insanı çileden
çıkarırcasına Tüten o Dumanlar bu toplumunda geldiği seviyesinde
ortaya koyuyor. Sigara içmeyen bir insanın yanında
SİGARA İÇMEK İNSAN HAKLARI İHLALİDİR....

“TABİİ BİR HAL” OLAN EĞİTİM....


İnsan öğrenme arzusu ile doğar. Merak arzuyu besler. Düşünme, anlama, sorma, karşılaştırma, genelleme, muhakeme etme gibi özellikler ona hizmet eder. Merakının peşine düşen her meraklı, kendisini içine doğduğu evreni anlamlandırırken bulur. Mütemadiyen süren anlamlandırma çabası bir taraftan bilinenin kapısını aralar diğer taraftan bilinmeyenin eşiğinde bırakır. Bu velut daire o yok olana ya da takat kesilene kadar sürer.
Her bebek için öğrenme kendiliğinden gerçekleşen bir olgudur. Ne yönlendirmeye, ne teşvike ne de iteklenmeye ihtiyaç duyar. Dur durak bilmeyen tecessüs onu harekete geçirir. Adeta öğrenmek için yaratılmıştır. Onun bu hali gözlerini açtığı küçük evreni eğitim ortamına çevirir. Vaktinin neredeyse tamamını algıladığını tanımaya, ilgi duyduğunu anlamaya çalışmakla geçirir. Yaşamak için ne kadar başkalarına muhtaçsa, öğrenmek için o kadar müstağnidir. Demek ki belleme hırsı vehbidir, fıtratın gereğidir. Bu yüzden de Yaradan’ın bağışladığı bu hal, kimse tarafından yadırganmaz. Onun öğrenme hızı karşısında ebeveyn başta olmak üzere büyükler hayret makamına ererler. Kıymeti bilinirse hayret de onların öğrenme imkânıdır ve bebeklerden çok şey öğrenirler.
Tamamen kendiliğinden oluşun eğitim ortamının havası, o çocukluğa evirildikçe değişir. Gösterilen anlayış azalırken yerini icbar almaya başlar. Müsamaha azalırken sertliğin dozu artar. Ailede görülen bu değişiklik onaylanabilecek düzeyde ve gerektiği oranda olduğunda zarar vermeyebilir. Makul düzeyi aştığında ve gerekli gereksiz kullanıldığında kişilikte tahribe yol açar. Görülebilecek bu tür yanlışlara rağmen aile ortamı çocuğun kendisini güvende hissettiği bir yerdir. Arkadaşlara meyledilmesiyle aile ile geçirilen vakitler azalmaya başlar.
Annenin ev dışında çalışmasının nerdeyse zorunlu hale getirilmesi çocuğun olması gerekenden daha erken aile ocağından uzak kalmasına neden olmuştur. Artık maalesef pek çok çocuk bebeklikten itibaren yapay ortamlarla pek erken tanışmaktadır. Kimi zorunluluktan kimi daha iyi yetiştirmek için yavruyu anaya hasret bırakır. Böylece kreş, anaokulu vb adı altında giderek artan bir oranda eğitim ortamı yapaylaşır. Düşünüldüğünün aksine doğal olmayan hiçbir ortam çocuğun işini kolaylaştırmaz; aksine dünyasını altüst eder. Aslında yapaylığın bizatihi kendisi sorundur. Dünyayı ahtapot gibi sardığından beri suniliğin yol açtığı marazlar ortadadır. Tehlikenin ciddiyetinin izah edilmeye ihtiyacı yoktur zira zararının ulaşmadığı ev enderdir.
İbni Haldun meşhur eseri Mukaddime’de “ilim ve öğretim tabii bir haldir” der ve görüşünü şöyle temellendirir: İnsan, diğer varlıklardan düşünme yeteneğiyle ayrılır.  O, görme hızından daha hızlı düşünür. Göz kırpıncaya kadar bile düşünmeye ara vermez. Bu yüzden ilim, tefekkürden neşet eder. Ayrıca fikir, yeni şeyleri idrak edip kavramaya, bilmediklerini öğrenmeye, bilgisini artırmaya ihtiraslıdır. Hakikatlere yönelir ve her birinin özünü de iğreti olanını da düşünüp değerlendirir. Tefekküre devam edince, düşünmek bir meleke haline gelir. İlim adamı maharetiyle ulaştığı bilgiler özel bir disiplin haline gelir. Yeni nesiller, bu ilmi öğrenmeyi arzular ve bilenlere başvururlar. Talim böyle vücut bulur. Görüldüğü gibi ilim ve talim, beşer için tabii bir haldir.
Eğer o haklı ise doğallık, hiçbir eğitim anlayışının bigâne kalamayacağı bilakis dikkate almak zorunda olduğu bir gerçekliktir. Onu göz ardı eden bir anlayışın fıtrata uygun olma ihtimali yoktur. Bu nedenle fıtrilik herhangi bir eğitimin, felsefesinden uygulamasına, insaniliğinin mikyası mesabesindedir. Bu yüzden bebeğin doğuşuyla kendiliğinden oluşan insani yaklaşım ve doğal öğretim ortamı sonraki her aşamada muhafaza edilmelidir. Dolayısıyla anlayışın ve ortamın doğallığını sağlayan çatı değiştirilmeden sadece içerik güncellenmelidir. Zira yaş ilerledikçe hedef değişir ve bu da içeriğin değişmesini zorunlu kılar. Buluğ öncesi muhatabı tanımak, kapasitesini bilmek, imkânlarını görmek öncelikli işler arasındadır. Dikkatli bir göz, hayatın zengin işleyişi içinde bunları rahatlıkla fark eder. O da biraz kendi marifetiyle, biraz çevresinden aldığı tepkilerle kendisini tanıma şansı bulur. Ergenlik sürerken kendisiyle ilgili kararları verebilmesini mümkün kılan yeteneklerini kullandırmaya özen gösterilmelidir. Bu yeteneklerini kullanmayı meleke haline getirdiğinde ilgi ve kapasitesi doğrultusunda karar vermekte ve kararının arkasında durmakta zorlanmaz. Gelecek tasavvuru oluşmuş bir gencin, belirlediği hedef doğrultusunda kendisini yetiştirmek için genellikle motive edilmeye ihtiyacı olmaz. Yeter ki kendisine sunulan eğitim ortamı, ilgisi, yetenekleri, kapasitesi ve seçimiyle paralellik arz etsin.
Doğallığın neleri içkin olduğu yukarıdaki satır aralarından çıkarılabilir. Örgün öğrenime kadar eğitim hayatın bizzat içindedir ve bu doğallığın ta kendisidir. Bu noktada bebeklik döneminde uygulanan ve maalesef çocuk büyüdükçe terk edilen anlayış yol göstericidir. İnsanı öğrenme iradesi ve merak gibi dâhili saikler harekete geçirir. Çevresi onu anlamaya çalışır ve öğretmen gibi değil dost gibi davranır. Onun kendisini keşfetmesine izin verilir ve daha çok örnek ve yardımcı olma konumunda kalınır. Kampa almak, akranlarıyla yarıştırmak gibi ifsat edici işlere kalkışılmaz. Dolayısıyla zorlama ve sıkıştırmaya ihtiyaç olmaz. Aralarındaki ilişki velayet ilişkisidir ve davranışlar içtendir. Taraflar arasında güvene dayalı, şefkati, merhameti esas alan, sıcak, kalpten kalbe akan bir ilişki ve iletişim görülür.
Bebek her işini kendisi yapmak ister, büyükler izin verdikçe ustalaşır, aksi halde başkalarına muhtaç kalır. Kimse başkalarına muhtaç olmak istemez aksine kendi ayakları üzerinde durmak ister. Çocuğu nesne yerine koyan eğitim olsa olsa asalak yetiştirir. İnsanın nesne olacağı yerler olabilir ancak onun her daim özne olduğu teslim edilmelidir. Eğitim kendini rehber olarak konumlandırmalı, gönüllüğü esas alan bir atmosfer oluşturmalıdır. Tahsilini zihinsel aktiviteler eksenli bir dalda sürdürmediği sürece yaparak yaşayarak öğrenme ana yöntem olarak izlenmelidir.
Örgün öğretim uygulamaları da hayatın içinde kalmalıdır. O, dört duvarın içini de dışını da kapsamak zorundadır. Değerlendirene hayatın bizzat kendisi ve her aşaması bizatihi eğitim imkânıdır. Farkında olunsun ya da olunmasın bir şekilde içinde yer alınan her olgudan bir şeyler öğrenilir veya başkalarına öğretilir. Bu nedenle meslekî öğretim için işyerleri en ideal eğitim ortamlarıdır. Her iş kolu ihtiyacı olan elemanı bizzat iş başında kendisi yetiştirebilir. Kaldı ki sanat ve zanaat eğitimi öğretmen eliyle değil usta ve sanatçı marifetiyle olur. Kurumsal eğitim, devlet ve belediyeler dâhil her kurum ve işyeri tarafından verilebilir. Çalıştıracağı elemanda özel nitelik arasın aramasın her iş yeri, acemilere kıdemliler eliyle bilgi ve tecrübe aktararak onlara istediği nitelikleri kazandırmaktadır. Bununla yetinmeyip hizmet içi eğitim verenleri de vardır. Dolayısıyla zaten yaptığı işi en baştan yapacaktır.
Her insana verilecek eğitim aynı olamaz. Askeri ve sivil bürokraside görev alacakların eğitimleri aynı olamayacağı gibi, felsefe eğitimi ile mühendislik eğitim de birbirinden farklıdır. Eğer aynı olursa, iştigal edeceği işin nitelikleri kazandırılamadığı gibi tek tip insan bile yetiştirilemez. Piyasada çokça bulunan, karşılığı olmayan bilgilerle donatılmış mezunlar ordusuna yenileri eklenir. Eğitimle meslek sahibi olmak arasındaki ilişki doğru kurulmalıdır. Her eğitim, meslek öğretimine uygun değildir ancak her insanın hayatını sürdürebileceği kadar bir gelire ihtiyacı vardır. Bu gelirin en makbulü de alın teri ile elde edilenidir. Âlim, mütefekkir ve teorisyenler de hayatın bir gerçeğidir ve bunların eğitimi de gözetilmeli ve hatta özel önem verilmelidir.
Düşünme, anlama, sorma, karşılaştırma, genelleme, muhakeme etme gibi yeteneklerin kullanılmasına imkân verilmelidir. Her biri başlı başına bir imkân olan bu yetenekler ancak yeterince kullanıldığında meleke haline gelir. Onları kullanma imkânı vermeyen, öğretimi monologa çeviren, muhatabı boş levha sanan anlayış, insanı bir nesne mesabesine indirgeyip edilgenleştirir. Kullanılmayan potansiyel ham olarak kalır ve bebekken normal olan bu durum yetişkinlikte zaaftır. Bu nedenle eğitim bilkuvve olanı bilfiil kılmak durumundadır. Potansiyel olanı aktive edip kemale erdirme ortamı hazırlamayan eğitim, asıl işini ihmal ediyor demektir. Potansiyeli dikkate almayan, ilgiyi gözetmeyen, istekleri hesaba katmayan, zorlamayı marifet sayan, soru sorulmasını engelleyen, fikirlerin açıklanmasına izin vermeyen eğitim, doğuştan getirilen yetenekleri daha filizken kurutur, merakı cılızlaştırır, öğrenme isteğini söndürür.
27-04-2015 14:48
Cahit Ezerbolatoğlu
Düşünce Mektebi C