28 Kasım 2016 Pazartesi
27 Kasım 2016 Pazar
Ben buradayım!
Ben Buradayım!
Şehrin tâ öte ucundan koşarak geldim. Hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim Allah katındadır.
Sabrı ve metaneti, miktarını sadece Rabbimin bilebileceği uzun bir süre mağarada uyuyan pirlerimden öğrendim. Onlar uyudular ve uyandılar ki her şey tarih olmuş. Rabbim her şeye kadirdir. O Alimdir, Hakimdir.
İktidar mücadelelerinin kızıştığı fitne zamanlarında koşanların yürüyeni, yürüyenlerin oturanı, oturanların uzananıyım. Sinemde ahlakı ve adaleti, merhameti ve sevdayı, mümeyyiz aklı ve hikmeti böylece sakladım. Onu kör kavgalara, gözü dönmüş hırslara, kan davalarına, kin ve nefretlere yem yapmadım.
Ne bir çileciyim ne de bir filozof.
Çileci değilim; Allah’ın nimetlerini hem burada hem de orada talep eden vasat bir ümmetin vasat bir ferdiyim. Hakikati arayan bir filozof hiç değilim; Rabbim lütuf buyurmuş, hakikati apaçık beyan etmiş. Vahiy ile doğru yola iletildim, Resulüm Muhammed Mustafa (S.A.V) mürşidim, önderim, öğretmenim oldu. Beraber aç kaldık, beraber doyduk, beraber hüzünlendik, beraber sevindik, hak ve adaletin, merhamet ve sevginin merkezi mescidimize beraber kerpiç koyduk, beraber hendek kazdık, beraber kılıç salladık, beraber ok attık, ağacın bir tarafına o yaslandı bir tarafına da ben. Beraber uyuduk, beraber uyandık.
Kadim bir varoluşun aktarıcısı olarak buradayım ve sesleniyorum!
Nazik ve hikmetli konuşmakla emrolundum.
Nebi ve Resullerin havarisi ve varisiyim.
Ne kendinden menkul bir unvanım ne de hikmetli rüyalar görmekteyim.
Çok yumuşak konuşurum, güler yüzlüyüm. Selam alır selam veririm. Kör ve kimsesiz bir sevdalının en yakın arkadaşıyım. Ama zalim karşısında dedem Hamzayım. Efendim Ali’den miras kalan Zülfikar’ım her daim keskin ve de hazırdır canibimde. Allah (c.c) ile sözleşmem kavidir. Bilirim ve iman ederim; O vaadinde durur. Kisra’nın, Bizans’ın, Roma’nın, sarayları yıkıldığında oralardaydım. Beyaz Saray, Brüksel ve Kremlin yıkıldığında da buralarda olacağım.
Bir misyoner değilim.
Gözlerimi baygınlaştırıp, başımı öne eğerek uhrevi tona ayarlı ayartıcı sözler söylemiyorum. Ardımda, rızıklarınıza, ırzlarınıza, izzet ve ikbalinize kast edecek açık ya da gizli ordularım yok. Taif’te taşlanan bir Peygamberin ümmetiyim. Yüzüm kan revan içinde kalsa bile beddua edecek, taş üstünde taş, beden üzerinde baş bırakmayacak olanlardan değilim. Ben böyle eğitildim, kin tutamam.
Ben buradayım ve sesleniyorum!
Kitaplarınızda ‘Ahlak Babı’ bulunmazken neden ‘Sular Babı’nız yüzlerce cilt?
Teolojik tartışmalarınız kaç kardeşi daha birbirine düşman etti?
Kur’an-ı Kerimi heva ve hevesiniz için irdelerken kıyamet saatini hala bulamadınız mı?
Meleklerin kanat sayısını, Cebrail’in mahiyetini tartışırken kaç kız çocuğu daha diri diri toprağa gömüldü. Kaç kardeşiniz yatağa aç girdi ve kaç çocuk susuzluktan kavruldu. Kaç çocuğumuz kaldırımlarda uyumak zorunda kaldı. Kaç gencimiz bonzaiden, esrardan, eroninden, tinerden çırpına çırpına can verdi. Kaç genç kızımız yetiştirme yurtlarından tekinsiz sokaklara salındı. Ahlak abidesi (!) ağabeyleriniz daha kaç çocuğun ırzına tasallut olacak ki siz çürümenin dehşet kokusunu duyabilesiniz. ‘Kol kırılır yen içinde kalır’ ahlaksızlığını nerden öğrendiniz. Kızı Fatıma’ya ‘sakın ola ki bana güvenme’ diyen Peygamberden size ne kaldı ey Ümmet-i Muhammed. Hâlbuki o kadar hassassınız ki; bir sinema filmi üzerinden neredeyse dünyayı ateşe verecektiniz. Kutlu Doğum Haftalarında gözyaşı döken muhafazakârlar; Ömer’in tasasını çektiği Fırat kıyısındaki koyunun eti lezzetli miydi? Kurttan kopardığınız hisse sizi muzaffer kıldı mı?
Dedemin, ninemin, anne ve babamın, kapı komşumun, amca, dayı, hala ve teyzemin pür aşk ü şevk ile kıldığı namazı, tuttuğu orucu, ettiği duayı, kalbinin derinliklerinden kopan merhamet dalgalarını teolojik, ekonomi politik, sosyolojik ve psikolojik tahlillerinizde değersizleştirirken kaç cenazede saf tuttunuz, kaç düğünde boy gösterdiniz ve sabah namazlarında kaç nur yüzlü tonton hacı amca ile güneşin doğuşunu beraber izlediniz. Hızır size hiç uğramadı değil mi?
Ben buradayım ve sesleniyorum!
Biliyor musunuz, çocuklarınızın, torunlarınızın bayram hatıraları artık olmayacak ve bu durumdan korkmalısınız. Ne şeker toplayacaklar ne de kurban kesiminin coşkusunu yaşayacaklar. Hak sahiplerinin gözü yolda kalacak, gönülleri kırılacak, kalpleri burkulacak. Bir havale ya da bir SMS mesajı ile yaptığınız dijital ibadetleriniz; yoksulu, yoksunu, darda ve yolda kalmışı, düşkünü, akrabayı, miskini hülasa bütün bir hak sahiplerini burnunun dibinde görmek istemeyen ve bu davranışlarından dolayı helak olunan ‘Sebe Halkı’nı nede çok anımsatıyor. Allah’ın nimeti olan gümrah bahçeleri, kendi elleri ve yetenekleri ile yarattıklarını zanneden cahiller, bu gümrah bahçeleri, birer çalı çırpı yığını olarak görmediler mi?
Ben buradayım ve sesleniyorum!
Kadim varoluş bir silsiledir. Her zaman canlı yani bugünde olmak, bugünde yaşanmak zorundadır, geçmişi sadece yâd etmek ile yaşanamaz. Eylemsiz, amelsiz, hikmetsiz, salt güce ayarlı hülyalar ile geleceğe de devr olmaz. Peygamberimiz Muhammed Mustafa (S.A.V) son nebi ve resuldü. Kendi zamanlarında yaşayan önceki nebi ve resuller gibi bir kul ve bir faniydi, kendi zamanında vahyin izhar ettiği hak ve hakikati tebliğ etti, bizatihi yaşayıp gitti. Ensar ve Muhacir sahabesi de geçip gittiler. Varisi biz Müslümanlarız, tek ve şaşmaz hakikati bugünde yaşamak, yaşatmak ve istikbale devr etmek gibi bir mükellefiyetimiz var. Geçmişi, sanki bir daha yaşanamayacak bir bilinçaltı ile kutlu bir fanus içerisine hapsetmek ve bu fanus içinde yaşadığımızı/yaşattığımızı farz etmek; Müslümanların tarihten kopuşu demektir. Ya da nurlu ufukları istikbalde umarak atalet içerisinde olmak…
Merhum Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi; 'Niçin bugünü yaşamıyorsun Mümtaz? Neden ya mazidesin ya istikbaldesin? Bu saat de var.”
Arif Arcan
İstanbul, 25.11.2016
YORUMLAR
F. V. Yüksel 27-11-2016 13:19
Taif’te taşlanan bir Peygamberin ümmetiyim. Yüzüm kan revan içinde kalsa bile beddua edecek, taş üstünde taş, beden üzerinde baş bırakmayacak olanlardan değilim. Ben böyle eğitildim, kin tutamam.Selma Payyu Bayer 27-11-2016 13:01
Allah razi olsun abim,hislerimize tercüman oldun,eline yüregine saglik,sevgi ve saygilarimlaArif Arcan 27-11-2016 12:06
Değerli Hocalarımın, Ağabeylerimin, Kardeşlerimin ilgileri için teşekkürlerimi sunuyorum.Mustafa Öner 27-11-2016 11:24
"Şehrin tâ öte ucundan koşarak geldim. Hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim Allah katındadır." dedi bir salih kul, ne iyi dedi ve rahman ahdine sadık her daim; "Mü'minler içerisinde Allah adına verdikleri söze sadık kalan nice yiğitler var; onlardan kimi kendini adak olarak sunmuş kimi de sırasını beklemekte, fakat asla sözünden dönmemektedir." Allah misakına sadık kalanlardan, adanmışlardan, sağlam basanlardan eylesin bizleri.Mustafa Öner 27-11-2016 10:58
"Mü'minler içerisinde Allah adına verdikleri söze sadık kalan nice yiğitler var; onlardan kimi kendini adak olarak sunmuş kimi de sırasını beklemekte, fakat asla sözünden dönmemektedir." (ahzap-23)Haydar KAYA 27-11-2016 10:38
Arif kardeşimden adına layık bir tesbit ve tembih. Rabbim razı olsun. Kalemine ve yüreğine sağlık. İnşallah yanında olmaya gayret ederim.Gülden Aksulu 27-11-2016 08:42
Çok iyi bir yazı olmuş.Kaleminize sağlık...Tuğba Öncü 27-11-2016 08:39
Kitaplarınızda ‘Ahlak Babı’ bulunmazken neden ‘Sular Babı’nız yüzlerce cilt? Burayı çok beğendim hocam. Kitaplar, kavramlar, teolojik düşünceler in dejenere olması ne acıdır ki bize yasamimizindan da nekadar asimile olduğunu gözler önüne seriyor. Yeni bir toplumun inşası yeni bir ben (biz) insasiyla mümkün olabileceğini Rad süresi 11.ayet bize metod olarak sunulmaktadır. Yeri olan ve yerli olan bir ben olabilmemiz duası ile. ..Sinan 27-11-2016 08:31
Eyvallah hocam yüreğinize sağlik bizlerde inşallah yanınızdayızİbrahim Akkuç 27-11-2016 02:45
Ağzına sağlık abi, söze gerek bırakmayan sadece neler yapıp etiklerimizi muhasebe ettiren edebi bir sorgulama. Selamla kal.Kamil Günen 27-11-2016 01:40
Kalemine sağlık ...Hüseyin koçak 26-11-2016 23:10
Teolojik tartışmalarınız kaç kardeşi daha birbirine düşman etti? Buraydı içimdeki yara, Allah razı olsun hocamŞevket Hüner 26-11-2016 16:57
Ben de senin yanındayım...
26 Kasım 2016 Cumartesi
Büyü Bazen Hayat Kurtarırmış
Akşam saat 22:00. Komşudan bir haber geldi. Kız kardeşi onlara misafir gelmiş ama geç saate kadar oturdukları için eve dönmekte gecikmiş. Bu saatte araba bulmakta zorlandıkları için onu eve kadar bırakıp bırakamayacağımı soruyor. Tabii olur dedim. Ne de olsa komşu.
Eşimim de yanıma aldım ve diğer iki hanımla birlikte arabaya bindik. Evlerine doğru giderken komşuya misafir gelen hanım, “Sizin hoca olduğunuzu öğrendim. Müsaade ederseniz bir soru sorabilir miyim?” dedi. Ben “Estağfurullah ben öğretmenim. Ama siz buyurun sorun biliyorsam söylerim.” dedim.
Kadın konuşmasına şöyle devam etti:
“Ben yirmi yıllık evliyim. Kocam önceleri çok iyi bir adamdı. Fakat son bir, iki yıldır çok değişti. Başka biriyle ilişkisi olduğunu öğrendim. Dünya başıma yıkıldı. Aslında böyle biri değildi. Muhakkak ona büyü yaptılar. Siz bunu bozmam için bana yardımcı olabilir misiniz? Ya da bildiğiniz iyi bir hoca var mı?”
Dikiz aynasından kadına baktım. Çarşaflıydı ve sadece gözleri gözüküyordu. Ancak arka koltuğun üçte ikisini kaplayacak kadar kiloluydu. Ses tonu da hayattan bezmiş, bunalmış bir insanı resmediyordu. Bu manzara karşısında içimden geçen ve ona vermem gereken doğru cevap şuydu:
“Bayan, bu kilo ve ses tonu sizi ele veriyor. Muhtemelen kocanız çıtır birini buldu ve sizi aldatıyor. Yapmanız gereken şey aile büyüklerini toplayıp bir toplantı yapmak. Bu kişiler kocanızı çağırıp onu namuslu davranmaya ve size dönmeye ikna etmeli. Eğer ikna edemiyorlarsa sizin onunla son bir konuşma yapmanız lazım. Ve hatasından dönmesi için önce teklif, olmadı tehdit etmeniz bir zaruret hâlini alabilir. Sonunda sizi istemiyor ve o kadından vazgeçmiyorsa boşamasını istemelisiniz. Onurlu davranın ve bu duruma daha fazla katlanamayacağınızı söyleyin. Ya geri dönsün ya da tamamen gitsin.”
O anda aklıma üvey annem geldi. Onların köyünde bir kız nişanlandı mı hasta, evlendi mi ölü kabul edilirdi. Kocası dövdüğünde babasına sığınsa o da döver geri gönderirdi. Bu nedenle her türlü acıya katlanmaya mecburdu. Köyde “Meyve vermeyen ağaç kesilir.” düsturuyla büyümüş, hiç çocuğu olmadığı için “Acaba bir gün sokağa atılır mıyım?” diye korkuyla yaşamıştı. Yaklaşık seksen yaşındaydı. Bir gün yastığın içine bir miktar para saklarken yakaladım. İki yüz lirası vardı. Niye biriktirdiğini sorduğumda bana şok edici bir cevap vermişti. “Ya baban beni sokağa atarsa!” Bu cevap, bütün ömrü boyunca sokağa atılma korkusuyla yaşamış bir kadının bilinçaltından çıkmıştı. Sokağa düşse yapacak hiçbir şeyi yoktu. Ne ekmeğini yiyeceği bir mesleği vardı ne de ona sahip çıkacak bir tanıdığı. Bu yüzden babamın her türlü kaprisini çekmiş, dayak yemiş küsmemiş, horlanmış gidememiş, küfür yemiş kaçamamıştı.
Mamafih o kadına dönüp söylemem gereken asıl doğu cevabı veremedim. Geriye döndüm ve şöyle dedim:
“Hanımefendi. Ben bu işlerden anlamam. Büyü işlerinden anlayan tanıdığım iyi bir hoca da yok. Allah yardımcınız olsun.”
İstediği cevap buydu. Yanlış ama rahatlatıcı olan. O da bana teşekkür etti. Ve evine vardığımızda arabadan indi. Muhtemelen bundan sonra da hoca aramaya devam edecek. Kocası yaşlanıp bu işleri yapamadığında onun son bulduğu hoca da büyüyü bozmuş olacak. Böylece sokağa atılmaktan, yalnız kalmaktan ve bu şekilde yok olmaktan kurtulacak.
Büyünün bir kadının hayatını kurtardığına bu şekilde şahit oldum. Mamafih artık Ebu Hanife’nin aslı yoktur, batıldır, sözünü hatırlasam da muhatabımın durumunu dikkate almadan her yerde ulu orta konuşmuyorum.
Musa Şimşekçakan
28-10-2016 16:01
28-10-2016 16:01
25 Kasım 2016 Cuma
24 Kasım 2016 Perşembe
İlkelere İhanet etmek...
İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayatı ile olan saf ilişkisini yitirir. (Andrei Tarkovsky)
23 Kasım 2016 Çarşamba
22 Kasım 2016 Salı
Deliler gemisi...
Nereye gidiyorsun?
-Ruhsuz işler yapmaya gidiyorum…
Ruhsuz işler derken?
-Büyük işler yani… Büyük binalar, büyük alışveriş merkezleri, büyük saraylar, büyük ilerlemeler, büyük adımlar… İmparatorluk işleri…
•
Neyle gidiyorsun?
-Gemiyle gidiyorum… Sebastian Brant’ın Narrenschiff’iyle… Hani şu Rönesans çağının delilerle, meczuplarla dolu hayalî gemisi var ya, onunla… Bütün ülkeyi gemiye doldurdum… İçerde ne ararsan var. Açgözlülük, kibir, yalan, ayak oyunları, hırs… Ama en önemlisi delilik ve suç… Delilik toplumsallaşınca delilik olmaktan çıkıyor… Suç da öyle… Bu yüzden, gemidekilerin çoğu her şeyi anlayışla karşılıyor. Onlara her şey olabilirmiş gibi geliyor… Hırsızlık mubah, cinayet hoş görülebilir, adalet gereksiz… Bu gemidekilerin çoğu deli ve suçlu…
•
Bunca yükün altından nasıl kalkıyorsun? Gemiyi nasıl yönetiyorsun?
-Çok kolay… Sağduyuyu öldürüyorum… Her gün diriliyor ama ben yine öldürüyorum… İnsanlara sağduyusuz nasıl yaşayacaklarını anlatıyorum. Yarısı anlıyor, yarısı anlamıyor; anlamayanlara her gün yeniden anlatıyorum… Geminin hoparlörünü yalnızca ben kullandığım için, huzursuzluk yaratanların sesleri pek duyulmuyor… Savaşalım diyorum. Onaylıyorlar. Savaşın ne olduğunu hâlâ bilmiyorlar… Bilseler de unutuyorlar. Unutturuyorum… Ama asıl önemlisi onları özgürlük istememeye alıştırıyorum. Onları özgürlükten soğutuyorum. Kendinizi kaderin eline bırakın diyorum. Bırakıyorlar…
Bir amacın var mı peki?
Tabii ki var… Herkesin birbirine benzediği bir gemi hayal ediyorum. Herkesin bana benzediği bir gemi… Benim gibi olsunlar. Kötü mü? Ben kendimden çok memnunum… Hoşgörülerini yitirmelerini sağlıyorum. Azarlıyorum, fırça çekiyorum, bağırıp çağırıyorum. Sonra onlara ne kadar hoşgörülü olduğumdan bahsediyorum. Gemi belirsizliğe doğru gidiyor. Belirsizliğin içindeki karanlığı işaret ediyorum, ‘işte ışık,’ diyorum. Alkışlıyorlar, tezahüratta bulunuyorlar, inanıyorlar… Sonra vicdanı da öldürüyorum. Her gün öldürüyorum. Böylece hızla yozlaşıyorlar. Yozlaşmalarını kolaylaştıran gemi kanunları çıkarıyorum… Bu kanunlara uyduklarını görmek insanı mutlu ediyor. Görmezden geliyorlar, merhamet duygularını yitiriyorlar, dayanışmayı unutuyorlar; mutlu olun diyorum, mutlu oluyorlar… Onlara karşı çıkamayacakları şeyler söylüyorum… Bizi eziyorlar diyorum, biz ezilmeyiz diyorum. Beni haklı ve mağdur buluyorlar…
•
Ruhsuz işlerle uğraşmak, can sıkıcı bir iş olsa gerek…
-Yoo, hiç de öyle değil… Bazen güverteye çıkıp yarattığım dünyaya bakıyorum… Dev binalar, dev köprüler, dev taşlar… Her şey dev… Bütün bunları gördüğümde haklılığıma bir kez daha inanıyorum… Önemli olan organizasyonun büyüklüğüdür… Organizasyon ne kadar büyükse, devse ve ne ölçüde kontrol altındaysa, yaptığım işten o kadar çok zevk alırım… Şimdi her şeyi ben kontrol ediyorum. Çünkü kimseye güvenmiyorum. Hakka hukuka da güvenmiyorum… Ben bir kahraman olarak bu çağa çok yakıştığımı düşünüyorum… Biz bu çağı kamunun elinden alıp özelleştirdik… Bu çağın ruhu bu yüzden vahşi ve ölümcül bir girişimci güzelliği taşıyor. İnsanlar barış içinde onar onar, yüzer yüzer ölüyorlar… Kimse hakkını arayamıyor. Arayanları düşman ilan ediyorum, ahaliyi bu düşmanlarla korkutuyorum.
Sen korkmuyor musun peki?
- Korkmak insanın fıtratında var… Diktatörler de insandır… Ancak başkalarının nefreti onurlu bir kazançtır. Bunu hak etmek için elimden geleni yapıyorum. Gemiye, Narrenschiff’e sonuna kadar sahip çıkıyorum… Nuh’un, gemisine sahip çıktığı gibi… Ama benim gemi Tufan’dan kaçmıyor. Hep birlikte Tufan’a gidiyoruz. Bunu biliyorum. Kimseye söylemiyorum.
Hüsnü ARKAN
09.01.2015
http://www.birgun.net/haber-detay/deliler-gemisi-80818.html
-Ruhsuz işler yapmaya gidiyorum…
Ruhsuz işler derken?
-Büyük işler yani… Büyük binalar, büyük alışveriş merkezleri, büyük saraylar, büyük ilerlemeler, büyük adımlar… İmparatorluk işleri…
•
Neyle gidiyorsun?
-Gemiyle gidiyorum… Sebastian Brant’ın Narrenschiff’iyle… Hani şu Rönesans çağının delilerle, meczuplarla dolu hayalî gemisi var ya, onunla… Bütün ülkeyi gemiye doldurdum… İçerde ne ararsan var. Açgözlülük, kibir, yalan, ayak oyunları, hırs… Ama en önemlisi delilik ve suç… Delilik toplumsallaşınca delilik olmaktan çıkıyor… Suç da öyle… Bu yüzden, gemidekilerin çoğu her şeyi anlayışla karşılıyor. Onlara her şey olabilirmiş gibi geliyor… Hırsızlık mubah, cinayet hoş görülebilir, adalet gereksiz… Bu gemidekilerin çoğu deli ve suçlu…
•
Bunca yükün altından nasıl kalkıyorsun? Gemiyi nasıl yönetiyorsun?
-Çok kolay… Sağduyuyu öldürüyorum… Her gün diriliyor ama ben yine öldürüyorum… İnsanlara sağduyusuz nasıl yaşayacaklarını anlatıyorum. Yarısı anlıyor, yarısı anlamıyor; anlamayanlara her gün yeniden anlatıyorum… Geminin hoparlörünü yalnızca ben kullandığım için, huzursuzluk yaratanların sesleri pek duyulmuyor… Savaşalım diyorum. Onaylıyorlar. Savaşın ne olduğunu hâlâ bilmiyorlar… Bilseler de unutuyorlar. Unutturuyorum… Ama asıl önemlisi onları özgürlük istememeye alıştırıyorum. Onları özgürlükten soğutuyorum. Kendinizi kaderin eline bırakın diyorum. Bırakıyorlar…
Bir amacın var mı peki?
Tabii ki var… Herkesin birbirine benzediği bir gemi hayal ediyorum. Herkesin bana benzediği bir gemi… Benim gibi olsunlar. Kötü mü? Ben kendimden çok memnunum… Hoşgörülerini yitirmelerini sağlıyorum. Azarlıyorum, fırça çekiyorum, bağırıp çağırıyorum. Sonra onlara ne kadar hoşgörülü olduğumdan bahsediyorum. Gemi belirsizliğe doğru gidiyor. Belirsizliğin içindeki karanlığı işaret ediyorum, ‘işte ışık,’ diyorum. Alkışlıyorlar, tezahüratta bulunuyorlar, inanıyorlar… Sonra vicdanı da öldürüyorum. Her gün öldürüyorum. Böylece hızla yozlaşıyorlar. Yozlaşmalarını kolaylaştıran gemi kanunları çıkarıyorum… Bu kanunlara uyduklarını görmek insanı mutlu ediyor. Görmezden geliyorlar, merhamet duygularını yitiriyorlar, dayanışmayı unutuyorlar; mutlu olun diyorum, mutlu oluyorlar… Onlara karşı çıkamayacakları şeyler söylüyorum… Bizi eziyorlar diyorum, biz ezilmeyiz diyorum. Beni haklı ve mağdur buluyorlar…
•
Ruhsuz işlerle uğraşmak, can sıkıcı bir iş olsa gerek…
-Yoo, hiç de öyle değil… Bazen güverteye çıkıp yarattığım dünyaya bakıyorum… Dev binalar, dev köprüler, dev taşlar… Her şey dev… Bütün bunları gördüğümde haklılığıma bir kez daha inanıyorum… Önemli olan organizasyonun büyüklüğüdür… Organizasyon ne kadar büyükse, devse ve ne ölçüde kontrol altındaysa, yaptığım işten o kadar çok zevk alırım… Şimdi her şeyi ben kontrol ediyorum. Çünkü kimseye güvenmiyorum. Hakka hukuka da güvenmiyorum… Ben bir kahraman olarak bu çağa çok yakıştığımı düşünüyorum… Biz bu çağı kamunun elinden alıp özelleştirdik… Bu çağın ruhu bu yüzden vahşi ve ölümcül bir girişimci güzelliği taşıyor. İnsanlar barış içinde onar onar, yüzer yüzer ölüyorlar… Kimse hakkını arayamıyor. Arayanları düşman ilan ediyorum, ahaliyi bu düşmanlarla korkutuyorum.
Sen korkmuyor musun peki?
- Korkmak insanın fıtratında var… Diktatörler de insandır… Ancak başkalarının nefreti onurlu bir kazançtır. Bunu hak etmek için elimden geleni yapıyorum. Gemiye, Narrenschiff’e sonuna kadar sahip çıkıyorum… Nuh’un, gemisine sahip çıktığı gibi… Ama benim gemi Tufan’dan kaçmıyor. Hep birlikte Tufan’a gidiyoruz. Bunu biliyorum. Kimseye söylemiyorum.
Hüsnü ARKAN
09.01.2015
http://www.birgun.net/haber-detay/deliler-gemisi-80818.html
21 Kasım 2016 Pazartesi
18 Kasım 2016 Cuma
Tespit...
Diyelim ki
radikal bir müslüman kaldırımda yatan alkol komasındaki bir adamı hastaneye
götürmeyebilir. Çünkü radikal bir müslümanın bütün derdi meyhaneleri
kapatmaktır. Yerde yatan adamın günah işlemekle bu sona vardığı fikrindedir. O
yüzden teori acımasızlığı öğretir ama din yardım eder diyoruz. O müslüman eğer
teoriye değil de dine itibar etseydi orada yerde yatan bir sarhoş değil ölmekte
olan bir adam görürdü.
İsmet Özel
16 Kasım 2016 Çarşamba
Kur'anı anlamak neden önemlidir?
Kur'an
anlaşılmak üzere indirilmiş, anlaşılsın diye kolaylaştırılmış ve "Anlayan
yok mu?" diye soran bir kitaptır. İnsanları karanlıklardan aydınlığa
çıkararak onların hayatına bir anlam ve amaç katmak için gönderilmiş bu kitap
taşıdığı mesajlar açısından İslamın dininin en temel kaynağıdır. Bu yüzden
doğru anlaşılması her şeyden daha önemlidir.
Musa
Şimşekçakan
Sözün Gücü
Kitabın dan....
15 Kasım 2016 Salı
Bilinç ve Güzel Ahlak bulursa Kur'an
Hayata anlam
katan ve böylece insanı erdemli kılan şey, sözün gerçeğidir. Gerçek ise çok
güçlüdür. Hakikati taşıyan sözün gücü, güzel ahlakla birleştiğinde Gerçekleşmeden
duramaz. Hiçbir şey de ona engel olamaz. Bu anlamda Kur’an kendine iman edenlere
gerçeği gösteren canlı bir rehberdir. Bütünüyle yaşanmış ve kendisine değer
verildiğinde insanları özgürleştirmiştir. Maraz bulaşmamış bir bilinç ve güzel
ahlak bulduğunda aynı şeyi her zaman yapabilir.
Musa
Şimşekçakan
İlksöz
(Sözün Gücü Kitabınıdan)
13 Kasım 2016 Pazar
Bu nu düşünme sakın. ......
Dirisine okumadığın
Kur'anı mezarlık da ölüsüne okuduğun İnsan dirildiğinde sana ne der? Merak etmiyor musun?
11 Kasım 2016 Cuma
Bir hanımdan dizileri seyreden kadınlara uyarı
Ülkemin
kadınlarını dizilerle filmlerle kandırdılar. Gördük ki dünden kalan makyajı ile
uyanan kadın yine de güzeldi, ruju bile bozulmamış. Sonra kendimize bakıp dedik
ki "bak elalem nasıl güzel, ben yataktan bir çıkıyorum yüzüm gözüm
şiş!" Kadınlar omuzlarını açıkta bırakan çarşafa sarılarak, gülerek,
gerinerek doğruluyorlardı yatakta. Biz içimizden "gene bacaklarımıza
dolandı bak çarşaf, lastikli çarşaf alayım da kaymasın" diye söylenerek
uyanıyorduk. Tam o sırada kapıdan elinde üzerinde gül, üzerinde portakal suyu,
üzerinde kahvaltı olan bir tepsiyle bir koca yaklaşıyordu o kadına. Oysa
bizimkiler ya horul horul ya çoktan işin yolunu tutmuş...
Bakmayın siz
o filmlere, dizilere. Senaryo icabı onlar. Kadınların ekserisi yataktan çişi
gelmiş, yüzü şişmiş, uykuyu yarım almış, şansı varsa gece makyajını silmiş,
yoksa gözü akmış olarak çıkar. Mühim olan ondan sonrası. Kalktım, ahali uyuyor,
yüzümü soğuk suyla yıkadım, kendime adaçayı hazırladım, ıhlamur kolonyasıyla
bileklerimi ensemi ovdum, canım tatlı bişeyler çekti, iki hurma yuvarladım
mideme, iki satır kitap okudum, güne başlıyorum. İnanmayın siz onlara, bizi
kandırmaya, kendi kendimize "ulen ben niye böyleyim yaaa, bana niye
yatakta kahvaltı yok" dedirtmeye çalışıyorlar. İnanmayın, kalkın yüzünüzü
yıkayın, hadi kuzum, hadi annem, sakın inanmayın.
Şermin
Çarkacı/Oyuncu Anne
10 Kasım 2016 Perşembe
Sorulamayan Soru: ‘Kara Murat Gittikten Sonra Ahaliye Ne Oldu?’
Yaşları müsait
olanlar mutlaka ‘Kara Murat’ film serisini izlemişlerdir. Yaşları müsait
olmayanlar ise televizyonların sıkça yayınlamaktan zevk aldıkları
tekrarlarından nasiplenmişlerdir. Hemen bütün Kara Murat filmleri aynı sahne
ile başlar: Köyün ya da obanın tamamı yakılmış ve yıkılmıştır. Bütün bir ahali
kılıçtan geçirilmiştir. Sadece bir ağır yaralı vardır. Bu ağır yaralı Kara
Murat’a katliamı kimin yaptığını söyleyerek son nefesini vermektedir. Kara
Murat dişlerini sıkarak intikam yeminini yapmakta ve atını dörtnala düşman
üzerine sürmektedir.
Filmin
ilerleyen sahneleri tek kişilik ordu Kara Murat’ın destansı intikam sahneleri
ile doludur. Filmin sonunda intikamı alınmış ahali, Kara Murat’ı övgüler
arasında yeni akınlarına uğurlamaktadırlar. Burada sorulmayan daha doğrusu bu
psikoloji içerisinde sorulamayan soru şu: Kara Murat gittikten sonra bu ahaliye
ne olmaktadır? Zira Kara Murat ardında ahaliyi koruyup kollayacak ne bir
siyasal ne de bir askeri düzenek bırakmaktadır. Yeni bir katliamdan onları kim
ve nasıl koruyacaktır? Yeni bir Bizans ya da bir eşkıya baskını an meselesidir.
Tarihte
yaşanan ve güncelde yaşanmaya devam olunan İslam coğrafyalarındaki sorunlara yaklaşımlarımız
tam da Kara Murat’ın her defasında köyü kılıçtan geçirilmiş olarak bulmasının
oluşturduğu intikam duygusu ile şekillenmektedir. Ve bizler her defasında
intikam alan ya da intikam almaya aday bir Kara Murat icat etmişizdir. Bu
icadımızın tutarsızlığının sonuçları ise her defasında bizi derin
ümitsizliklere gark etmiştir.
Son zamanlarda özellikle Ortadoğu’da
yaşanan ve adına ‘vekâlet savaşları’ denilen bir garabeti çözmek için çene
yormak ile meşgulüz. Bu garabet çözümlemesinde ileri sürdüğümüz temel soru:
‘Hain kim? ABD liderliğindeki dış güçlerin dahli tartışılmaz. Fakat ‘kadiri
mutlak’ dış güçlerin bölgesel müttefiki kim ya da kimler. Daha düne kadar sadık
müttefiklerin dahi bu soruyu sormaya başlamaları garabeti daha da
koyulaştırmaktadır. Dünün yerli işbirlikçileri şimdinin Kara Murat adayı olmaya
soyunmaları, sureti haktan yana gözükmeleri intikam duygusunun psikolojisi
içerisinde kafaları karıştırmaktadır.
Rusya
mezalimine karşı Turan Ordusunun kurulduğu müjdesi ile Batılı güçlere karşı
İslam Ordusunun kurulduğu müjdesi, Kara Murat figürü kadar hayal mahsulü ve
mevcut siyasal akıl ve ufkumuz ile dahi bağdaşmayacak bir seviyesizlik
çıktısıdır. Her defasında Kara Muratlara muhtaç olmamak için evvel emirde bir
durum tespiti yaparak kendi kaderimize sahip çıkabilmenin yollarının
aranılmasını öneriyorum.
Arif
ARCAN
9 Kasım 2016 Çarşamba
8 Kasım 2016 Salı
Olasılıksız (Adam Fawer)
Bitirmek için yarını, başkasına anlatmak için bitirmeyi beklemeyeceksiniz.
Bir sabah, yıllardır görmediğiniz bir arkadaşınızı düşünerek uyandınız. Bir saat sonra, onunla sokakta karşılaştınız. Sizce bu sadece bir tesadüf mü, yoksa çok daha farklı bir anlamı olabilir mi?
Siz hiç Loto'da büyük ikramiyeyi kazanmadınız. Ama birileri kazanıyor. Hem de sürekli! Onlar sizden daha mı şanslılar?
Şans nedir gerçekten? İçinizde bütün parayı kırmızıya yatırmanız gerektiğini söyleyen bir his var. Bu his bir öngörü müdür? Yoksa daha fazlası mı?
Yolda gidiyorsunuz. Kafanızı çevirip yandaki küçük parkta baktınız ve bir anda bu anı daha önce de yaşamış olduğunuzu hissettiniz. Evet, Deja Vu. Sizce nedir Deja Vu; Geçmiş mi, rüya mı yoksa geleceği mi görüyorsunuz?
Eğer siz de kontrolün kimde olduğunu merak ediyorsanız, 'Olasılıksız' tam size göre bir roman…
(Tanıtım Bülteninden)
8 KASIM 2016
2016/21 İSTANBUL
7 Kasım 2016 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)