Şeb-i Arus törenleri
bu sene büyük bir görkem içinde yapıldı. Konya’dan kopartılarak İstanbul’a
taşındı Mevlana görkemi. Yeni yetme burjuvanın sponsorluğunda metafizik bir
kurgulama, daha doğrusu bir gövde gösterisi yapıldı. Ben gitmedim. Son yıllarda
Mevlana’ya olan ilgi katlanarak artıyor. Sağcısı, Solcusu, İslamcısı,
İlericisi, Gericisi, İşvereni, İşçisi, Amiri, Memuru, Siyasetçisi, Batıcısı,
Doğucusu; hâsılı bütün bir fikriyat ve sınıf erbabının dilinde Mevlana’nın
ilahi aşka, insan doğasına, bu dünya hayatının özüne ait vb. özlü sözleri
pelesenk olmuş. Mesele, Mevlana’yı anlayıp anlamamak meselesi değil. Mesele
Mevlana’ya bu denli muhtaç olmaktaki garabet…
Mevlana’ya muhtaç
olmaktaki bu garabetin Mevlana’nın şahsı ile bir ilgisi yok. Garabet; toplumsal
ve siyasal bütün kesimler olarak dünü anlamakta, bugünü yaşamakta ve yarını
kestirmedeki içine düştüğümüz kısırlık veya kısır döngü…
Bölünmüş bir toplum
olduğumuz bir vakıa. Fakat bu bölünmüşlüğümüzü etraflıca tartışmaktan kaçınıyoruz
ve kaçındıkça da topu Mevlana’ya atıyoruz. Toplumsal barışı, hakça bölüşümü,
devlet millet kaynaşmasını, kamudan aktarılan sermaye transferlerini
(yolsuzluğun teknik ismi bu) sanal korkularımızı, siyasal alan açmalarımızı,
kul hakkı yemelerimizi vb. gittikçe uzayan sorunlar ve ahlaksızlıklar listemizi
Mevlana’ya havale ediyoruz. Mevlana hakemimiz, çözüm merkezimiz olamıyor ama
netice de duygudaşlık kurabiliyoruz; sanal çözüm ya da vicdan temizleme daha
doğrusu vicdan bastırma arenası.
Toplumsal Barış mı? Mevlana’dan
iki beyit, barışa ait. Fakat toplum cinnet geçiriyor. Güne onlarca ölüm ile
uyanıyoruz, onlarca ölüm ile uyuyoruz; şayet ölen biz değilsek. Bir gerilim var
toplumun üzerinde, bir açmazlık, bir tedirginlik. Mevlana beyitleri muska gibi…
Her şeyi erteliyoruz, semazen dönüyor, eteği uçuşuyor. Uçup gidiyor
aklımızdakiler, gönlümüzdekiler. Kursağımızda kalıveriyor heveslerimiz.
Metafizik kurguda hınçlarımız, öfkelerimiz, beklentilerimiz eriyip gidiyor.
İslam âlemi kan ve gözyaşı içinde. Sünni-Şii eksenli güç savaşını yaşıyoruz.
Dinin arkasına saklanmış caniler yaşama hakkımızı elimizden alıyor. Can almada
“Allah-u Ekber” nidaları, ey şehit diye başlayan edebiyata dönüşüyor. Ama
durumu Mevlana’ya havale ediyoruz. İki beyit, bir özlü söz ile. Çözüm? Yok.
Hakça Bölüşüm mü? Bu
dünya hayatı geçici azizim. “Can cananı bulmuşsa kovanım yağma olsun.” Ama
nedense hep balı yağmalanan fakir fukara… Zengin ya da zenginleşen bal tutan
parmağı yalamakla meşgul… Bir şeyler saklıyoruz Mevlana’nın ardına; ahlaksızlıklarımızı,
aşırılıklarımızı, zalimliklerimizi… Konuşmuyoruz, konuşamıyoruz. Üstümüze
abanan güç, hiçbir şey konuşturmuyor. Konuşmanın hiçbir meşruiyeti kalmamışsa
ve konuşulacak bütün alanları iktidar doldurmuşsa kim neyi, kiminle ve hangi
zeminde konuşacak. Buğulu bir ney sesini dinlemek iyi gelir bu konuşamamalar
üzerine. İç çekişlerimizle, yaşaran gözlerimizle, bizden uçup giden
değerlerimize el sallarken, değerlerimize sahip çıktığımızı sanmak ne büyük bir
budalalık.
Mevlana’ya en büyük
haksızlığı ve saygısızlığı herhalde ona bu denli muhtaç kalarak yapıyoruzdur.
Hiçbir şeyini çözememiş ve çözmek niyetinde olmayan, kısırlaşmış bir beyin ve
körelmiş bir vicdan ile ona bağlılık gösterisi yapmak. Bir de yeni yetme
burjuva etik ve estetik kaygılarımızı yüklediğimiz Mevlana var. Dünün yığını bugünün asilzadesi,
Mevlana’dan asil bir geçmiş üretmeye çalışıyor. Merhum bir dirilse diyeceği
şudur: “Allah rızası için bırakın yakamı. Zalimi ve mazlumu bir arada, bir
potada ve sanallaştırılmış birlik zemininde görmek beni bile aşıyor.”
Selam ve dua ile.
Arif Arcan
İstanbul, 17.12.2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder