Henüz konuşmaya başlamayan bir çocuğun dili, arkasına sayısız meraklı sorunun yığıldığı bir kapının kilidine benzer. Çocuk o kilidi çözmek, yeni bir sözcüğü telaffuz etmek için tatlı bir maskaralıkla gerinir, birkaç kere kekeler ve biz tam da söyleyemeyecek derken, dilindeki temiz baklayı soframıza düşürüverir. Bu amansız ve anlaşılmaz dünyayla bağlantı kurmak için, ilkin iki sözcükle yola çıkar; Anne ve baba. Sonra onu kucağına alıp mıncıklayan kızın abla olduğunu söker birden; evlerine sıkça gelen kadınlardan birine ansızız teyze diyiverir; şu karşıda gerinerek oturan, ona bakıp bıyık altından gülümseyen adamın amcası olduğunu beller zamanla. Yeni konuşmaya başlayan çocuk için hayat, yalnızca birkaç kelime ile kundaklanmış, sınırları belirsiz bir oyun evi gibidir. Yeni konuşmaya başlayan bir çocuk
Vurulunca, o birkaç sözcükte vurulur onunla birlikte`Anne ve baba ; abi ve abla; amca ve hala; dayı ve teyze. Çocuk bütün sözcüklerini yanına alıp, öyle gider dünyamızdan…
Bilirsiniz!
Henüz cümle kurmaya başlamış bir çocuk, içine bütün evrenin sığdığı meraklı bir kumbaraya benzer. O kumbaranın ne zaman aralanacağını hangi ahiret sorusuyla bizi bunaltacağını asla tahmin edemeyiz. Yemek yerken birden gözü televizyona kayar ve sirkte cambazlık yapan bir kadının elinde tuttuğu hayvanın adını sorar, gemilerin nasıl denizin içine batmadan yüzdüğünü sorar; meleklerin kanatlarının neye benzediğini sorar; annesinin kulağının neden delik olduğunu sorar; yıldızların niçin gökten düşmediğini sorar. Bazen de olmadık bir anda, önceden duyduğu bir cümleyi hatırlar ve tutar onu sorar: “Anne çilingir ne demek?” Ama yeni sorular sormaya başlayan bir çocuk vurulunca, o meraklı kumbaranın kapağı da birden kapanı verir. Vurulan bir çocukla beraber, hayretin yatağında uyumayı sürdüren, üstü açılmamış sayısız soru da vurulur… Bilirsiniz!
Henüz koşup oynamaya başlayan bir çocuk, gözünü alamaz parklardan, bahçelerden. Bir tabiat nöbetçisi gibi, gün boyu pencereden dışarıyı gözler. Annesi onu gezmelere götürmeyince, bir köşeye kıvrılıp, uzun bir küslük oyununa girişir. Küstür ama kıyıdan köşeden annesini gözetleyip onun,”kalksın da küçük beyimi giydirip dışarıya çıkarayım”
Diyeceği anı bekler. Anne, mızıkçının içinden nelerin geçtiğini elbette iyi bilir. Birden dönüp ona bakar, birden yüzüne bir gülümseme yayılır. Böyle anlarda çocuk, annenin yüzünün kasıntılı evden sokağa doğru açıldığını, şıpınişi kavrayıverir. Yerinde kös kös oturan küçük haydut, nasıl da, ipi salınmış bir tazıya döner böyle anlarda. Parklara ve bahçelere çıkınca, artık kimse tutamaz olur onu. Bir kedinin peşine takılır, bir kuşu yakalamak içi göğe parmak geçirir, karanlık çökünceye kadar inmek istemez salıncağa kurduğu tahttan. Henüz koşup oynamaya başlayan bir çocuk vurulunca, birden yıkılır salıncağa kurduğu taht. Vurulan çocukla beraber, peşinde koştuğu kedi vurulur, parmaklarına doladığı gök vurulur, o gökteki kuş vurulur……Bilirsiniz!
Henüz boy atan bir çocuk, akşamları bir şey bekler eve gelen babasından, Bekledikçe, tatlı, sıcak bir çikolata eriyip durur küçük dilinin boşluğunda. Ama kapı aralanıp da baba içeri girence, hiçbir şey beklememiş, hiçbir şey istememiş gibi yapan da yine kendisidir. Sadece gidip çevresinde dolaşır babanın, ceplerinin şişkin olup olmadığını kontrol eder. Ne nazlı oyuncudur o ne alttan alıcıdır! Sanki baba ondan geri mi kalacak. Ses çıkarmaz uzun süre öylesine konuşur, ceplerini saklar tıfıldan, durmadan yorgunluk numarası yapar. Baba işi ota suya yaydıkça çocuk darlanır, iflahı sökülür, sinirlenir, huysuzluk çıkarır. Oyun sona erip de cepten şekerler çıkınca, çocuğun gözlerine bakmayı unutmayın! İnsanın nesi varsa gözlerde saklıdır. Henüz boy atan bir çocuk vurulunca. O çok beklenmiş çikolata vurulur. Gözleri sonsuza kadar kapanır çocuğun; küçük dilinin altında, biraz önce erimiş çok sıcak bir tat kalır….Bilirsiniz!
Bir çocuk vurulunca Dünya vurulur.Bütün elma şekerleri evsiz kalır bu yüzden
Ali Ayçil(Şair-Yazar)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder