Prof. Dr.
Fuat Sezgin ile Bilim Tarihi Üzerine Söyleşi
Prof. Dr.
İhsan Fazlıoğlu
http://fazlioglu.blogspot.com/2018/06/prof-dr-ihsan-fazlioglu-prof-dr-fuat-sezgin-ile-bilim-tarihi-uzerine-soylesi-pdf.html
Alanında saygın bir yere sahip olan iki değerli ismin elbette gündeminde de
"Bilim" olmuştur. Prof.Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Prof. Dr. Fuat
Sezgin'in söyleşisinde "Bilim Tarihi" hakkında önemli sorulara,
değerli yanıtlar veriliyor... İstifade etmeniz dileğiyle...
Muhammet
Negiz
Hocam,
sizinle ‘bilim tarihi’ merkezli bir konuşma yapmak istiyoruz. Ancak daha da
önemlisi sohbetimizi, “bir bilim tarihçisi olarak Fuat Sezgin kimdir, bilim
tarihi çalışmalarına nasıl başladı, ne tür amaçlar güttü, ne tür ilkelere
dayanarak çalıştı, neleri başardı ve daha neler yapmak ister” gibi sorular
çerçevesinde sürdürmek niyetindeyiz. Öyleyse ilk sorumuz şöyle olsun: Bilim
tarihi çalışmalarınıza başladığınızda Türkiye’de nasıl bir ortam vardı? Sizi
yönlendiren hocalarınız kimlerdi?
Hocalar mı
dediniz? O kadar çok hoca var mıydı Türkiye’de?
Kimler
var idiyse…
Bir hoca
vardı. Hem de büyük bir hoca. O da kâfiydi. Alman asıllı Helmutt Ritter.
[Odasında-ki duvarı işaret ederek] resmi orada asılı. Bana gelince, ben
esasında matematiğe meraklıydım ve mühendis olmak istiyordum. Bir tanıdığım,
bir gün beni alıp Ritter’e götürdü. Bir süre konuştuktan sonra içimden “büyük
bir adammış” dedim. Gerçekten de o küçük halimle bile, çok büyük bir adamın
karşısında olduğumu hissettim. O an karar verdim: “Şarkiyat okuyacağım.”
Ritter’le çalışmaya başladım. Çok zor bir adamdı. Çalışmaya başladıktan bir iki
gün sonra bana: “Fuat! Günde kaç saat çalışıyorsun?” diye sordu. “13-14 saat
çalışıyorum” dedim. O zaman bana: “Bu çalışmayla âlim olamazsın. Eğer âlim
olmak istiyorsan bu miktarı artıracak-sın. Benim hocam [Eilhard] Wiedemann
günde 24 saat çalışırdı. Gün daha uzun olsaydı daha çok çalışırdı” dedi. Ben bu
konuşmadan sonra çalışma saatlerimi yavaş yavaş artırdım. 17 saate kadar
çıkardım. Uzun zaman böyle devam ettim. Son senelerde, malum, artık yaşlanınca
çalışma tempomu biraz yavaşlattım.
Şarkiyattan
bilim tarihine geçişiniz nasıl oldu?
Benim
öğrenciliğim döneminde İstanbul Üniversitesi’nde bilim tarihi yoktu. Ancak,
hocam bana: “Matematiği bırakma” dedi. Fen Fakültesi de zaten yanımızdaydı.
“Matematik bölümü-ne git, ders al, matematiği iyi öğren. Müslümanlardan da
büyük matematikçiler yetişmişti” diye izahatta bulundu. Konuşma esnasında
birkaç isim saydı: Harizmî, Ebu’l-Vefa Buzcanî, İbn Heysem, Birunî gibi. Bu
isimler benim hiç bilmediğim, hatta duymadığım isimlerdi. Dehşete düştüm.
Hocam halimi görünce: “Bunlar ve daha pek çok isim büyük âlimlerdi ve daha
sonraki Avrupalı âlimlerle aynı seviyedeydiler; hatta yer yer onlardan da
üstündüler” diye açıkladı. Bu konuşmadan sonra da bilim tarihi yapmaya karar
verdim. Hocam Ritter, tabiî ki matematik ilimlerden anlamıyordu. Ancak benden
çok süratli bir şekilde Arapça öğrenmemi istedi. O tarihlerde Almanlar
Bulgaristan’a kadar gelmişlerdi. II. Dünya Savaşı’nın şiddetli günleri.
Türkiye’de devlet bütün üniversiteleri kapatıyordu; bizim üniversiteyi de
kapattılar.
1941
Nisanı mı?
Doğrusu
tarihi çok iyi hatırlamıyorum. 1942 ya da 1943 de olabilir. Ancak çok uzun bir
tatil vardı. Hocam da benden Arapça öğrenmemi istemişti. Eve kapandım ve 6 ay boyunca
çalıştım, hiç bir yere çıkmadım. Babamdan kalan Taberî Tefsiri’ni okumaya
başladım. Hepsini anlamasam da ısrarla okuyor, Türkçe Kur’an tefsirleriyle
karşılaştırıyordum. Bu şekilde, gece gündüz 6 ay içinde 30 cildi okudum.
Babanız
âlim miydi?
Din adamıydı.
Sonra sonbaharda, okulda seminere gittim. Ritter’in ilk seminerlerine o
zama-nın büyük âlimleri de, zaman zaman katılırdı; beraber münakaşa ederlerdi.
Derste bana bir yandan “Bu yaz ne yaptın bakalım” diye sorarken diğer yandan
önüme Gazzâlî’nin İhya Ulumi’d-din’ini koyuverdi. Ben hemen hocanın maksadını
anladım ve okumaya başladım. Şaşırdı ve “Hayatta bir lisanı bu kadar süratle bu kadar iyi öğrenen bir
insan görmedim” dedi. Çok sevinmişti. Gerçekten de talebelerinin başarısı
karşısında bu kadar çok sevinen bir insanı, bir hocayı hayatım boyunca
tanımadım.
Bu
çalışmalarınızda, o dönemdeki Süleymaniye’nin yeri neydi? Duyduklarımıza göre
Süleymaniye’de çok sıkı çalışırmışsınız.
Süleymaniye’ye
Ritter’le beraber giderdik. Dediğim gibi zor bir adamdı. Onun için etrafında
pek talebe tutamazdı. Nadiren tek tük talebe gelirdi. Bu sebeple çoğunlukla
hoca ile baş başa idim. Bu da benim için iyi bir şanstı. Çünkü Ritter, başta
İstanbul kütüphanelerindekiler, Türkiye’deki yazmaları dünyada en iyi bilen
kişiydi. Bir süre sonra beni de yanına alıp kütüpha-nelere götürdü ve gösterdi:
“Bak! Şu eski kitap İbn Heysem’in kitabı.” Böylece yavaş yavaş kitapları,
yazarları tanımaya başladım. Hiçbir şeyi de unutmuyor, söylediği her şeyi
hafızam-da tutuyordum. Kolay değil, bir adam sana birçok nesilden aldığı
birikimi, öğrendiği her şeyi veriyor, aktarıyor. Öyle şeyler ki hiçbir yerde
bulamaz, hiç bir kitapta okuyamazsın. Bu şuurla söylediği her şeyi kafama
almaya çalışıyordum.
Sizi
matematiğe yönlendirmesine rağmen, doktora teziniz bilim tarihiyle alakalı
değil bildiğimiz kadarıyla.
Mecazu’l-Kur’an
benim doktora tezimdi. Evet bilim tarihiyle alakalı değildi; ancak beni
yazmalarla tanıştıran bir çalışmaydı. Bunun bir nüshası İsmail Saib’in
kütüphanesinde, Ankara’da bulunmuştu. Hocam da İsmail Saib’i çok severdi. Onun
kitapları Ankara’ya intikal edince, Ritter Ankara’ya gitmiş orada aramış,
bulmuştu. Çalışmaya başladım. Fakat, yazma çok eski olmasına rağmen kitabı tek
nüshayla neşretmek zordu. Aradım taradım ikinci nüshayı buldum. Hocam da
şaşırdı: “Ben 30 senedir bu kitabı bulmaya çalışıyorum, nasıl buldun?” dedi.
Kitabı tez olarak teklif eden oydu; ben de hazırladım.
Bir
de Buharî çalışmanız var. O nasıl başladı?
Buharî
çalışması şöyle başladı: Mecazu’l-Kur’an’ın kaynaklarını arıyordum. O sırada
İbn Hacer el-Askalanî’nin Tehzib adlı eseriyle karşılaştım. Muammer b.
Musemma’yı Buharî’nin kitabında Muammer diye zikrettiğini öğrendim, “Buhari’nin
ne alakası var bu kitapla?” dedim. Buhari’nin kitabının sekiz büyük bölümü
vardır, bir kısmı tefsirdir. Buharî’nin kitabına baktım, “Kale Muammer” diye
alıntılar yapıyor. Bunu okuyunca baktım ki, Buharî, Mecazu’l-Kur’an’dan da
cümleler iktibas ediyor. Yani bir hadis kitabında, bir filoloji kitabından
alınma uzun uzun cümleler var. Hatta yer yer, aşağı yukarı, kitabı ihtisar
etmiş. Bu durum, bütün hadisler hakkındaki tasavvurumu allak bullak etti.
Bunun üzerine karar verdim, tezi bitirince Buharî’ye bakacaktım: Acaba Buharî
ara sıra da olsa yazılı kaynak kullandı mı? Bu işin hikâ-yesi de böyledir.
GAS
[Geschichte des Arabischen Schrifttums] çalışmanıza gelirsek. Bu devasa projeye
nasıl başladınız?
Brockelmann’ın
GAL’ını [Geschichte der Arabischen Litteratur] kullanırken, hem İstanbul’da,
hem de Türkiye’nin diğer şehirlerinde bulunan çok güzel yazmalara nadiren atıf
yapmış olduğunu fark ettim. Bu esere, eksikliklerini tamamlayan bir Zeyl
yazmanın lazım geldiğini düşündüm. Kaç tarihinde bu fikir oluştu? 1944’tü.
Durumu hocama açınca “Sen yap” der gibi bana baktı. Ben de başladım. Size
güveniyordu demek ki. Zannederim biraz güveniyordu, evet. Ben de o zaman karar
verdim. Hem zaten yazma kütüphanelerine Ritter’le beraber giderdik. O
tarihlerde İstanbul’da, hatta Türkiye’de, özellikle Arapça yazmalarda ciddi
manada ilgilenen yalnızca ikimizdik; yani Ritter ile ben... O kadar az mıydı?
Maalesef kimse yoktu. Ritter’le beraber Ayasofya kütüphanesine giderdik. Tabiî
o zaman Ayasofya Kütüphanesi Ayasofya Camii’ndeydi. 20 yazma kitap alır
aramızda taksim ederdik. Sonra da cildine, kâğıdına, yazısına bakarak tarihini
tespite çalışırdık. Önce Hoca tahmin ederdi, sonra da ben. Tabir caizse
aramızda çocuk gibi müsabaka ederdik. Ama son derece heyecan vericiydi.
Umumiyetle o benden daha isabetli sonuçlara varıyordu. Bazen de ben
tutturuyordum. Benim tahminim daha iyi olduğunda “O! Bakıyorum boynuz kulağı
geçti” gibi latifeler yapardı. Bu şekilde yazmalarla içli dışlı olurduk.
Size
yardımcı olan bir ekip var mıydı?
Ne ekip
vardı, ne de para. Hiç bir şey yoktu. Ama kafaya koyma vardı. Kafama koymuştum
yani. 1954 senesinde doçentliğim biter bitmez bunu ciddi bir proje haline
getirdim ve çalış-maya başladım.
Hâlâ
devam ediyor.
Evet, tam 50 sene oldu. Fakat çalıştıkça fikrim değişti. Hem
biraz da gecikmiştim. Gecikme-min nedeni de Brockelmann’ın atladığı yazmaların
çok olmasıydı. Bu eserin bir Zeyl değil, müstakil yeni bir eser olması
gerektiğine karar verdim. Dünyadaki bütün yazmaları ihtiva etmeliydi. 1956
yılında Ritter Türkiye’ye gelmişti. Fikrimi ona açtım: “Hocam” dedim “Ben artık
Zeyl’i bıraktım. Dünyadaki bütün yazmalara dayalı müstakil, yeni bir eser
yazıyorum”. O zaman bana: “Bunu dünyada hiç kimse yapamaz. Bırak bu işi; boşuna
kendini yorma” dedi. İlk defa ona inanmadım; çünkü kararımı vermiştim. Karar
verdim ve yaptım. 1967 yılında kitabın birinci cildi çıkar çıkmaz Hocama gönderdim.
3-4 ay cevap gelmedi. Ben o zaman Almanya’daydım; o da Türkiye’de. Kendisine
bir mektup yazdım: “Ne oldu hocam? Size ki-tap gönderdim, henüz cevap alamadım”
dedim. O zaman “Ne acele ediyorsun? Koca kitabı okumak lazım” şeklinde bir
cevap gönderdi. Daha sonra gönderdiği bir karta “Şimdiye kadar böylesini hiç
kimse yapamadı. Senden başka da hiç kimse yapamayacak. Tebrik ederim” cümlelerini
yazdı. Önceden hiç inanmıyordu ama görünce “sadece siz yaparsınız” dedi. Hocam
insaflı bir adamdı. Daha önce de dediğim gibi talebesinin muvaffakiyeti çok
mesut ederdi kendisini. Öyle bir insandı.
Bilim
tarihine doğru gelirsek... Türkiye’den ayrılmanız ve Almanya’ya gelmeniz. Burada
büyük bir emek harcayarak kurduğunuz müessese. Bu hikâyeyi, sebepleriyle
birlikte dinlesek.
Sebepleri
pek hoş değil. O sıralarda Türkiye’de atmosfer çok iyi değildi. İsmini
zikretmeyeceğim, bir adam Şarkiyat’ın atmosferini çok kirletti. Kıskanırdı
bizi. Tabiî, devir askerî ihtilal devri. Siz gençsiniz, bu olayları bilmezsiniz
ama okumuşsunuzdur. Milli Birlik Komitesi içerisinde bulunan bir subay, bizde
şarkiyat tahsili yapan bir adamın hanımının akrabasıymış. Bu yolla benim ismimi
vermişler. Zaten böyle ortamlarda bu işler de kolaydır. Bir gün evden dışarı
çıktım, Enstitü’ye gidiyordum. Gazeteler yazmış. Çocuklar: “Yazıyor, yazıyor!
Profesörlerin üniversiteden atıldığını yazıyor!” diye bağırıyordu. Baktım benim
de ismim vardı. İhtilali gördükten sonra Türkiye’de çalışılamayacağına karar
vermiştim. Ancak kendi kendime Türkiye’yi terk etmeye karar veremiyordum.
Neyse! O sırada Amerika ile Almanya arasında da kararsızdım. Almanya’dan davet
gelince Almanya’yı tercih ettim ve Almanya’ya geldim. Almanya’ya misafir doçent
olarak davet edilmiştim. Gelince tabiî ilimler tarihi derslerini takip ettim.
Aynı senelerde de bilim tarihçisi olmaya karar vermiştim.
Yaklaşık
olarak...
1965 senesi.
Enstitü’de ikinci bir doçentlik çalışması yaptım. Doçentlikten sonra da
bilimler tarihi profesörü unvanını verdiler.
Frankfurt’da
Institut für Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften [Arap-İslâm
Bilimleri Tarihi Enstitüsü] adlı kurumu kurarken hangi ilkelere dayandınız ve
nasıl bir üslup takip ettiniz?
Enstitü
fikri şöyle oluştu: Kitabımı yazarken gördüm ki İslâmî ilimlerin tarihinin
etüdü tesadüflere bağlı. Gerçi hâlâ da öyle. Avrupa’da çok büyük âlimler fırsat
gelince ortaya çıkıyor ve Müslümanların keşiflerini insaflı bir şekilde ortaya
koyuyorlar. Ama onlar geçince her şey öylece kalıyor. Yani bir süreklilik yok.
Yeri gelmişken şunu da vurgulayayım: Bizim bu âlimlere bir şükran borcumuz var.
Çünkü eğer Müslümanlar bugün ilimler tarihinde bir yerleri olduğunu ve çok
mühim bir yerleri olduğunu biliyorlarsa, bunu bazı fedakâr oryantalistlerin
çalışmalarına borçludurlar. Bu çalışmaları XIX. yüzyılda başlatan öncelikle
Fransızlardır. Baba-oğul iki Fransız (J.J Sédillot, L.A Sédillot) oryantalist
Paris’teki yazmalardan hareketle İslâm medeniyetindeki astronomi üzerine
çalışıyorlar ve ilk dönemde Avrupa’ya ne kadar giden şey varsa hep
Müslümanlardan gelmiş olduğunu fark ediyorlar. [Hasan] el-Merrâkuşî’nin
Câmi‘u’l-mebâdî ve’l-ğayat fî ilmi’l-mîkât adlı eserinin kalın olmayan bir nüshasını
elde edip Fransızcaya çeviriyorlar. Bu ve benzeri çalışmalarının neticesinde
bilimlerin gelişmesine ilişkin tarihî tasavvurumuzun yanlış olduğunu ileri
sürüyorlar. Her şeyi Yunanlılara nispet etmeyi ya da İslâm medeniyetini
atlayarak Avrupa’dan başlamayı yanlış buluyor ve Müslümanların ilim tarihinde
takdir edilemeyen bir yerlerinin olduğunu savunuyorlar. Daha da ileri gidip bu
gerçeği Fransız ilim dünyasının kabul etmesi için çalışıyorlar. Fransız
Akademisi bunların iddialarına karşı çıkıyor ve neticede bir çatışma başlıyor.
Ne kadar ilginçtir ki bu baba-oğul bu çatışmayı elli yıl aralıksız sürdürüyor.
Öyle bir hale geliyor ki bu çatışma Fransa sınırlarının ötesine taşıyor. J.
Reinaud adlı bir araştırmacı benzer bir çatışmayı Coğrafya sahasında devam
ettiriyor. Bu sırada Almanya’da Alexandre von Humboldt bu çatışmayı yakından
izliyor. Son derece insaflı, ilme saygı duyan bu akıllı adam Woepcke adlı
öğrencisini İslâm ilim tarihinde yetişmek üzere Paris’e gönderiyor.
İslâm
matematik tarihi, özellikle cebri üzerine çalışan kişi değil mi? Ömer Hayyam’ın
cebir kitabını çalışarak ilk defa üçüncü derece denklemlerin geometrik
çözümlerinin İslâm dünya-sında verildiğini tespit eden kişi.
Evet. Kırk
kadar eser yazıyor. Bu bilginin eserlerini toplu olarak birkaç cilt halinde
Ensti-tü’nün yayınları arasında yayımladık.
Osmanlı
döneminde Salih Zeki’nin Woepcke’nin eserlerini kullandığını biliyoruz. Öyle ki
Salih Zeki, Woepcke’nin İslâm cebrindeki notasyon ve semboller hakkındaki
makalesini geliştirerek yeni bir makale yazıp Journal Asiatic Sociéty’de
yayımlamış.
Bu benim
için de yeni bir şey. Demek ki son dönem Osmanlı’da başta Fransızların
yaptıkları olmak üzere Avrupa’daki ilim tarihi çalışmaları takip edilmiş. Bu
oldukça önemli. Neticede Woepcke bu çalışmalarıyla matematik tarihinin
çehresini değiştiriyor. Onun çalışmalarının sonuçları o kadar etkili oluyor ki,
artık Fransızlar bile İslâm ilimler tarihinin kıymetini kabul etmeye
başlıyorlar. Woepcke’yle beraber İslâm ilimler tarihi çalışmaları Almanya’ya
intikal ediyor. İngilizlere çok daha geç intikal etti. Daha doğrusu tam
manasıyla intikal etti bile denemez. Kısaca, İslâm ilimler tarihinde önderliği
Fransızlar yaptı, daha sonra Almanların eline geçti. Almanya’da en ileri gelen
isim Wiedemann’dır. Özellikle Fizik tarihi çalışmaları üç büyük cilt tutuyor.
Yeri gelmiş iken bu yayınlar Türkiye’ye geliyor mu?
Süleymaniye
Kütüphanesi ile İslâm Araştırmaları Merkezi Kütüphanesi’nde Enstitü’nün hemen
hemen bütün yayınları mevcut. Çok az bir kısmı da IRCICA’da var zannediyorum.
Çok iyi. Bu
yayınlar Türkiye’ye hiç ulaşmıyor diye üzülüyordum açıkçası. Sizin Enstitü’de
var mı?
Bilim
Sanat Vakfı kütüphanesinde henüz yok. Yavaş yavaş topluyoruz.
Mevcut
nüshalardan birer tane gönderelim o zaman. Arkadaşlar istifade etsinler.
Lütfedersiniz.
Evet!
Wiedemann yalnızca kendisi çalışmıyor. Talebelerini de vazifelendiriyor. Mesela
bir talebesine Kemaleddin Farisî’nin Tenkîhu’l-Menâzır adlı optik kitabını
çalıştırtıyor. Açıkçası sohbetimizi şahıs ve kitap isimleriyle boğmak
istemiyorum. Kısaca dersem, Wiedemann eko-lü kırk yıla yakın bir zaman
Almanya’da faaliyet gösteriyor. O zamanlar, imkânları daha az olmasına rağmen
âlimlerin birbirleriyle münasebeti daha sıkıydı. Birbirlerine bugünkünden daha
çok hürmet ediyorlardı. Mesela, bir âlim bir yazma keşfettiğinde; kendisi
anlamadığı zaman hemen kopyasını alıp anlayan birisine, mesela Wiedemann’a gönderiyor.
Burada şu noktayı da belirtmeme müsaade edin: İslâm medeniyetinde kullanılan
bazı ilmî âletlerin modellerini ilk çizen ve yapan Wiedemann’dır; yani bu
konuda da önderimizdir. Hülasa olarak bu âlimlere şükran borcumuzu
unutmamalıyız. Bu realiteyi kabul etmemiz lazım. Biz bu ça-lışmaları, bütün
denilenlere rağmen, oryantalistlere borçluyuz. Bugün, evet, son on onbeş sene
içerisinde, Türkiye’de de bir faaliyet var. Ancak dil bilmiyoruz; gerekli
kitaplar mevcut değil. Biliyor musunuz? Yunanlılar bile İslâm ilimler tarihi
konusunda bizden ileride... Düşünmemiz lazım, niye böyle diye?
Enstitü’ye
dönersek, Enstitü’nün kuruluş felsefesi, amacı neydi? Kısaca, nasıl kurdunuz?
Bu çok önemli bir süreç. Bu konuda bilgi verebilir misiniz?
Her şeyden
önce ilimlerin tarihinin çok geniş bir çapta ele alınması zaruretine inandım.
Bunun da bir müessese çatısı altında yapılması zarureti vardı. Müessese de
maddî bir problemdi her şeyden evvel. Bir enstitü kurmanız bugün de çok kolay
bir hadise değildir. Hele o zamanın Almanya’sında, yabancı bir memlekette,
nasıl kurabilirdik? Ortaya bir şans çıktı. Bana, kitabımdan dolayı, ‘Kral
Faysal Mükâfatı’ verdiler. Milletlerarası bir mükâfat olduğu için, törene
birçok devlet adamını çağırmışlardı. Bu törende onlar beni, ben onları tanıdım.
Bu durumu fırsat bilip yine kafama koydum: “Bir vakıf kurmalıyım. Bu vakıf da
daha sonra teşekkül edecek Enstitü’nün malî tarafını temin etsin.” Dediğim gibi
kafama koydum mu yaparım. Gerisi cehd ü gayret. Bu düşüncemi geliştirdim. O
zamanki dekana gidip konuyu açtım. İkna oldu ve üniversitenin yine o zamanki
rektörü ile görüştü. Rektör hayret etti. Beni çağırttı. Ben ona da projemi
açıkladım. Biraz düşündükten sonra, bana, “Fuad Bey! Siz meşhur bir insansınız;
ancak zannediyorum yanlış bir şeyin peşindesiniz. Başarısız olursanız, şu an
sahip olduğunuz şöhreti de harap edebilirsiniz” dedi. Netice olarak, rektörü de
ikna ettim. Çalışmalara başladım. Para bulmak kolay değildi. Önce bu binayı, şu
anda içerisinde bulunduğumuz binayı temin ettik. Bunun için, Kuveyt’te
katıldığım bir konferansın akabinde yaptığım uzun görüşmelerden sonra Kuveyt
Devleti yardımcı olmayı kabul etti ve bu binayı rektörün de yardımıyla aldık.
Kısaca ‘Kral Faysal Mükâfatı’nı bütün bu seyahatlerde kullandım. İki sene süren
amansız takiplerden sonra Vakfı kurdum. Ama bununla bitmedi. Enstitü’yü finanse
edebilecek şekilde Vakfın sermayesini artırmaya çalıştım. O hale gelmeli idi ki
Enstitü’nün senelik masrafını karşılayabilmeliydi. Hem Arap dünyasından, hem de
Avrupa’dan para bulmak zordu. İnsanları birçok şeye ikna etmek zorundaydınız.
Hâsılı bütün bunları başardım ve Enstitü’yü kurdum. Kurulduğu günden bu yana
gayesine uygun çalışmalarını sürdürüyor. Nitekim bugüne kadar tutunabildi,
yaşadı ve çok meşhur oldu. Hedefimiz neydi? Şuydu: İslâm ilimler tarihini geniş
çaplı araştırmak ve tanıtmak. Vakıf ve Enstitü kurulduktan, maddî gelir sağlandıktan
sonra gerisi insan unsuruna bağlıydı. O zaman Avrupa’da bu işe inanan yoktu,
Arap dünyasında ise anlayan. Velhasıl işimiz zordu; ancak bu zor işi de
başardık. Ancak o zaman ben hem genç hem de dinçtim. Gece gündüz çalışarak
Enstitü’yü bu seviyesine getirdim. Projelerimden birisi de İslâm İlim Âletleri
Müzesi idi. Çok şükür bunu da başardım ve 800’ü aş-kın aleti yeniden imal
ederek Enstitü içerisinde çok önemli bir müze kurdum.
Enstitü
araştırma yanında öğrenci de yetiştiriyor mu?
Ben öğretim
üyesi iken yetiştiriyordu. Ancak ben şu an emekliyim. Fahrî olarak çalışmaya
devam ediyorum. Yine de doktora verme hakkımız var. Seksen yaşını aştık ve
zaman bizi yordu. Yine de yapacak işlerim var. Her şeyden önce kitap devam
ediyor. Enstitü başka eserler yayımlamayı sürdürüyor. Müze çalışmaları ise
oldukça yoğun. Sırtımda çok iş var. Ders verme işini bırakınca kendimi tamamen
bu işlere teksif ettim. Kolay değil. Bu Enstitü’de olan her şeyi bütün
aşamaları ile takip etmek kolay değil.
Sizin
gözünüzle, bilim tarihi çalışmalarının, özellikle İslâm ilimler tarihi
araştırmalarının dünyadaki durumu nedir?
Bunca emek
vermiş bir insan olarak kuş bakışı baktığınızda nasıl bir manzara görüyorsunuz?
Geçmişini özetlediğiniz Fransa’da, Almanya’da şu andaki durum nedir? Ne tür
eksiklikler var ve neler yapılmalı? Henüz çok şuurlu, bir hedefe götüren
çalışma, açık söyleyeyim, dünyanın hiç bir yerinde yok. Sadece bu Enstitü’de
var. O da, mütevazı olmaya hiç gerek yok, şahsımla alakalıdır. Araplar kendi
ülkelerinde daha henüz bu işe ayak uyduramadılar. Tek tük Amerika’da, Fransa’da
veya başka ülkelerde ferdî olarak bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Elbette,
tekrar edeyim, ferdî çalışmalar var. Yeni keşifler yapılıyor. Ancak, mesela
Almanlar bile yetmiş seksen sene evvelki Wiedemann gibi bir insanı
yetiştiremiyorlar. Nasıl bir insan? Bu işin heyecanını duyan, kendini bu işe
veren bir insan. Maalesef, dünyada böyle bir insan hemen hemen hiç yok.
Yalnızca
akademik rütbeler için mi yapılıyor çalışmalar?
Ya da zevk
alıyorlar diyelim; hoşlarına gidiyor. Mesela bir matematikçi Arapçadan da biraz
anlıyorsa, İslâm matematik tarihiyle uğraşıyor ve bundan zevk alıyor. Hedef yok
demek isti-yorum. Hedeften de şunu kast ediyorum -bence bu işin püf noktası da
budur-: 800-1000 yıl devam etmiş yaratıcı bir medeniyetin hakkını ortaya
çıkaralım şeklinde bir maksat yok. Bu maksat etrafında bir araya gelmiş bir
müessese yok. Bunu başarmaya azimli bir heyet yok. “Sadece bu Enstitü’de var”
derken kasdım buydu. Evet, bu hedef sadece bu Enstitü’de var.
Öyleyse
manzara budur diyebilir miyiz?
Evet,
manzara budur. Geçen sene Fransızlar geldi ve Fransa’da bir ilmî aletler
sergisi açmak istediler. Üç sene çalıştık; ama neticede, maalesef, olmadı. Bu
esnada bir Fransız profesör bana şöyle dedi: “Pek çok ülkede iddialarınız kabul
görmeye başladı; Müslümanların ilimler tarihinde önemli bir yeri olduğuna
inanmaya başlıyor insanlar. Fakat biz Fransızlar, aynı kanaatte değiliz.” Demek
istediğim bunca çalışmaya rağmen hâlâ bir mukavemet var. Elbette mukavemet
olabilir; ancak hakikat benim dediğim gibiyse, yani hakikaten Müslümanların
ilimler tarihinde bir yeri varsa, bu mukavemet ne olursa olsun bir gün çöker.
Buna eminim. Ben şahsen Müslümanların katkısının çok büyük olduğuna inanıyorum.
Ancak hakikatleri çarpıtmamak için, yani hiçbir yalan, mübalağa katmamak için
de daima kendimi kontrol etmeye çalışıyorum. Gerçekten Müslümanların yeri çok
büyük. Bunu göstermeyi hedef edinmeliyiz. Bu bakımdan bizim müzemizin çok
tesirli olacağına inanıyorum. Bu amaçla, İslâmî İlimler Tarihine Giriş isimli
bir eser yazdık. Bu eserde ilk defa Müslümanların bilimler tari-hindeki yerini
kronolojik olarak, başlangıcından XVI. yüzyıla kadar göstermeye çalıştık. Bu
eseri okuyan yabancılar, takdirlerini ilettiler. Ayrıca bir de teknoloji
müzemizi gezdiler mi dehşete düşüyorlar. Mefhumların yanında, daha müşahhas olan
bu aletleri yavaş yavaş insanların tasavvurlarına sokabiliriz. Bu da yanlış
malumatları tashih edecek bir tesir yaratabilir. Ben buna inanıyorum. Ama mühim
olan bu çalışmalara Müslümanların katkıda bulunması. Bu katkı şimdilik çok
zayıf. Hatta Avrupalılar bizim adımıza araştırma yaparken bugün dünyada
yaşayan Müslümanların varlığını bile kabul etmiyorlar. Çok ilginç. Ancak bu
histe sadece Avrupalılar suçlu değil; hiçbir katkıda bulunmayan Müslümanlar
bence çok daha fazla suçlu. Sanki İslâm dünyası diye bir şey yok. Muhatap bile
kabul etmiyorlar.
Dünyada
ki durum, manzara böyle. Elbette dünyadaki manzaraya nispetle, belki sizce,
Türkiye’nin durumu söz konusu bile edilmez. Yine de tecrübeli bir kişi olarak
Türkiye’de bilim tarihi çalışmalarını nasıl görüyorsunuz? Evet, söz konusu bile
edilemez.
Peki! Ne
yapılmalı sizce? Özellikle Türkiye’de. Türkiye’de son yıllarda bir yönelme olduğundan
bahsetmiştim. Ancak bunların çalışma tarzları çok iptidaî.
Bu
yönelimi beslemek, bu potansiyeli harekete geçirmek için neler yapılabilir?
Kısaca tavsiyeleriniz nelerdir?
Bizim tecrübemiz,
Enstitü tecrübesi dikkate alınarak başlanabilir. Mesela, Türkiye’deki şartlar,
emin olun, bu Enstitü’nün şartları kadar müsait değil. Onun için, evvela bir
ilimler tarihi müzesi kursak, belki bir ilk adım olabilir ve bir heyecan
yaratabilir diye düşünüyorum. Bu müzeden de Enstitü’ye geçilebilir. Ah! Sizler
gibi insanlar benim 15-20 sene evvel karşıma çıkmış olsalardı!
Demek
ki geç kaldık! Peki Hocam! Dediniz ki Türkiye’de bir müze kuralım, bir heyecan
yaratalım, mevcut bu yönelimi besleyelim. Dünyadaki İslâm bilim tarihi
çalışmaları için ne ön-görüyorsunuz? Bildiğiniz gibi dünyada ferdî olarak
çalışan bazı insanlar var. Belki hedef cihetinden sizin kurumunuzla mukayese
edilemezler; ancak yine de onlara bir uyarı olması bakımından neler önerirsiniz?
Dünyada İslâm bilim tarihi çalışmaları için neler yapılmalı? Müzeler mi
kurulmalı, Enstitüler mi açılmalı? Yoksa bir birlik mi kurulmalı? Mesela,
‘İslâm Bilim Tarihi Çalışanları Cemiyeti’ gibi bir şey düşünür müsünüz?
Her şey
insana bağlı. Gerçekten zor bir sual sordunuz. Evet, şurada burada İslâm
ilimler tarihinin muayyen branşlarını üniversitelerde okutan hocalar var.
Öncelikle bu isimleri tespit edip onlara talebeler göndermek lazım. Sayımızı
artırmalıyız. Bu Enstitü’de mesela, ders veremiyoruz; ancak insanlar buraya
araştırmaya gelebilir, bunlara burslar sağlanabilir. Türkiye için daha önemli
bir şey var. Bu, ilmî çalışma için her şeyden daha ehemmiyetli. Türkiye’de
araştırma kütüphaneleri yok. Ben, mesela Kültür Bakanlığı’yla, Devlet’le temasa
geçip, çok büyük bir kütüphane kurmasını tavsiye edebilirim. Zannediyorum, şu
sıralar Türkiye’de siyasî şartlar da çok müsait. En azından koalisyon yok
tatbik edebilecek bir hükümet söz konusu. İşler de en azından yurt dışından
görüldüğü kadar, müspet. Düşünün! Türkiye’de muhtelif üniversitelerden kitap
getirtmek diye bir şey yok. Kendi çalışmalarımdan örnek vereyim: Matematik
Tarihi ciltlerini yazdığım zaman, mesela bir kitap, makale ismi tespit
ediyorum. Biz de var ise ne âlâ, yok ise hemen asistanlarıma söylüyordum.
Almanya’daki bütün kütüphaneler taranıyor. Tespit edilen kütüphaneye ya faks
çekiliyor ya telefon ediliyor ya da şimdilerde elektronik posta gönderiliyor.
Nerede olursa olsun kitap veya makale en geç 72 saat içerisinde Enstitü’ye
ulaştırılıyor. Bu sistem var mı Türkiye’de. Kısacası, bu büyük bir imkân. Bu
imkânı Türkiye’de de yaratmak lazım. Kitabı çoğaltmak lazım. Onun için bütün bu
işlemleri de yapabilecek, büyük bir kütüphane kurulması şart. Ayrıca
Türkiye’deki mevcut kütüphaneleri dünya kütüphaneleriyle, büyük kütüphanelerle,
dünyayla alışveriş edebilecek bir hale getirmek lazım.
Dediklerinizi,
bir nebze de olsa, Ankara’da YÖK yapmaya çalışıyor.
İstanbul’da olması lazım. Çok büyük bir kütüphane... Hatta
Türkiye’deki bütün yazmaların dahi orada toplanması gerektiğini düşünüyorum.
Allah korusun bir yıkım halinde bu dağınık, Türkiye’nin ötesinde berisinde
bulunan yazmaların hali nice olur!
Daha
nazarî bir soru sormama müsaade ediniz: Diyelim ki bir genç İslâm bilim
tarihinin belir-li bir sahasında uzman olmak istiyor. Tecrübeleriniz ışığında
nasıl başlaması lazım? Bir rehber olarak nasıl bir yol haritası çizersiniz?
Evvela,
Almanca bilmeden İslâm ilimler tarihi yapılamaz. Çünkü bugüne kadar en mühim
etüdler Almanca yapılmıştır. Almanca bilmek lazım. Bundan 40 sene evvel
Süleyman Demirel’e yaptığım bir teklif vardı. O zamanlar kardeşim bakandı.
Teklifim şuydu: Bursa’da Alman diliyle tedrisat yapan bir üniversite kurulsun.
Evet dendi, ama sonu gelmedi. 40 sene evvel bu üniversite açılmış olsaydı çok
yol kat etmiş olurduk. Ayrıca Latince de şarttır. Arapça’ya gelince onsuz zaten
hiç olmaz. Üstünde çalışılacak ilim dalının teknik muhtevasını bilmek de
zorunludur tabi.
Diller
ve ilmî teknik muhteva. Daha sonra...
Kitapları
takip etmek, araştırmaların izini sürmek; özellikle uygun bir hoca bulmak…
Bunların hepsi olmazsa olmaz. İslâm ilimlerinin en büyük, en yapıcı
unsurlarından biri şuydu: Müslümanlar, ilimleri hocalardan öğreniyorlardı. Hoca
vazgeçilmez bir vasıtaydı. Bakınız Avrupalılar X. yüzyılda Müslümanların
kitaplarını tercüme etmeye başladılar, ancak tercümelerin pek çoğu zaten doğru
değildi. Metinleri çoğu kez anlamadan tercüme ediyorlardı. Tercümeleri
okuyanlar da konuları yarım yamalak anlama şansına sahiptiler. Ne zaman anlamaya
başladılar: Hoca yetiştirip bu konuları hocalardan okumaya başlayınca. Bu da
ancak XVI. yüzyılın sonu XVII. yüzyılın başlarında vuku buldu. Hocalardan öğrenme
metodu son derece önemlidir İslâm ilimler tarihinde. Hoca merkezli bu
eğitim-öğretimde intihal da çok zordur. Bundan dolayı İslâm medeniyetinde
intihalin oranı çok azdır.
İntihal
yoksa o zaman atıf sistemi çalışıyor demektir.
Evet!
İntihal yok ve kaynakları zikrediyorlar. Yunanca veya başka bir dilde fark
etmez. Belki de tarihte ilk defa kaynak zikrederek ilim yapma geleneği İslâm
medeniyetinde oluştu. Bu nokta son derece önemlidir ve pek çok oryantalist bu
noktayı anlayamamıştır. Aslında bir şey diyeyim mi: Hocam Ritter dâhil, pek çok
âlim İslâm medeniyetini hakkıyla anlayamadı ve hala anlaşılamıyor.
Bu
açıklamalarınıza istinaden şöyle diyebilir miyiz?: Müslümanlar dahil, günümüzde
insanların İslâm medeniyeti tasavvurlarında sorun var.
İşte tam da
dediğim bu. Evet! Hem de ciddi anlamda sorun var. Tefsir geleneği, hadis
geleneği, kısaca ‘rivayet geleneği’ son derece ilmî usullerdir. Öte yandan
bakıyorsunuz ‘rivayet usulü’ tarih ilminde de uygulanmış ve yüksek seviyede
ilmî bir tarih geliştirilmiş. Avrupalılar bu noktaları hâlâ anlayamadılar.
Müslümanların da anladığı söylenemez ya. Bu dediklerimi en güzel Taberî
Tefsiri’nde müşahede edebilirsiniz.
Son
söylediklerinizi fırsat bilerek sorayım: “İslâm medeniyetinin batı medeniyetine
etkisini insanlar hâlâ anlamadı” diyorsunuz. Bu konuda ne yapılması lazım?
İslâm medeniyetinin Batı medeniyetine aktarılması ve oradaki ilmî faaliyetleri
tetiklemesi, etkilemesi...
Bu hususta
yine tevazu hududunu rencide ederek söyleyeyim: İlimler Tarihine Giriş adlı el
kitabımda bu konunun metodunu yazdım, çerçevesini çizdim. Bu kitabın iyi bir
rehber olduğunu düşünüyorum. Sonra bugüne kadar çıkan pek çok kitabımın
ön sözlerinde bu konuyu defaatle ele aldım, inceledim. Ama bu çalışmaları Türkçeye
tercüme etmek lazım.
Konuşmamızda
bir vurgunuz var: “Batılılar hatta Müslümanlar bu ‘etki’yi anlayamıyorlar”
diyorsunuz. Bu etkiyi küçümsüyorlar ya da çok cüzî kabul ediyorlar.
Mesele
anlamak değil yalnızca. Bilmiyorlar. Hayır! Bilmiyorlar. Çünkü ilimler
tarihinde yanlış Rönesans tarifi var. Herkesin kafasında bu tarif mevcut:
Yunanlılar ilimleri kurmuş, aradan asırlar geçmiş, XVI. yüzyıl sonlarında
Avrupalılar yavaş yavaş bu ilimleri elde etmiş ve geliştirmeye başlamış. Peki!
Bu ilimler Avrupalıların eline nasıl geçmiş, hangi coğrafyadan geçmiş, hangi
muhteva ile geçmiş. Bunları uzun zaman Avrupalılara unutturdular. İlimler tarihi
kitaplarında da bu hakikati görmezden geldiler. Biraz önce zikrettiğim isimler
büyük bir insaf-la bu tarife karşı çıkmış. Ancak yanlış malumatlar, düşünceler o
kadar derine inmiş ki bunları kolay kolay tashih etmek mümkün değil. Bir neslin
değil, birkaç neslin işi bu. Bu işin de çok şuurlu bir şekilde yürütülmesi
lazım. Her şeyden önce İslâm dünyasının bu çalışmalara yoğun olarak katılması
gerek. Açıkça söyleyeyim: İslâm dünyası bile bu yanlış düşüncelerin o kadar
içinde ki birçok kişiye yaptıklarımızı anlatınca şaşırıp kalıyorlar. Yani işin
ilginç tarafı Müslümanların tarihte ne kadar büyük yerleri olduğuna önce
Müslümanları inandıracaksınız. Bu da işimizin ne kadar zor olduğunu gösteriyor.
Bir
Türk gazeteci, Topkapı’daki İslâm Teknoloji Âletleri serginiz hakkında bir yazı
yazmış. Bu yazıda şöyle diyor: “Fuat Bey’in yaptığı çalışmalara itibar
ediyoruz. Tamam, bunlar vardı. Ama ne oldu? Niye devam etmedi?” Bu soruya nasıl
cevap verebilirsiniz?
Bana çok zor
bir sual sordunuz. Bu sual şimdiye kadar bana binlerce kez sorulmuştur. Alman
bilim adamları Müzemizi gezdiklerinde daima şu soruyu soruyorlar: “Peki! Doğru.
Müslümanlar bu kadar ileriydiler; bunu kabul ediyoruz. Müslümanlar bu kadar
ileri oldukları halde neden şimdiki İslâm dünyası bu kadar geri?” Bu sorulara
bir dereceye kadar cevap vermeye çalıştım. Hemen söyleyeyim: Bu sualin cevabı
kolay değil. Kitabımın ilk cildinin son sayfalarında bu problemi ele alıp
cevaplandırmaya çalıştım ve ben o cevabın geçerliliğine inanıyorum. Ama dediğim
gibi bu sualin cevabını bu kısa konuşmada tafsilatıyla veremem. Şöyle bir örnek
vereyim. Bizanslılar Yunanca bilmesine ve Yunanlıların bütün kitapları
ellerinde olmasına rağmen devam edemediler. Ortaya kayda değer bir şey
koyamadılar. İslâm dünyasında ise tercümeler yapılıyordu. Mevcut ilmî birikim
fehm edilmiş, dönüştürülmüş, geliştirilmiş, yepyeni katkılar yapılmış, yeni
ilmî disiplinler kurulmuş vs. Batılıların ilk tanıdığı bu geliştirilmiş ilim.
Daha sonra Yunan’a dönüyorlar. Hatta biliyor musunuz; ilk tercü-meleri yapan
Avrupalılar, bu eserleri Yunalıların eserleri diye tercüme ediyorlar. Önceyi
bil-medikleri için İslâm ilmî birikimini de anlayamıyorlar; hatta eserlerin
üzerine Yunanca âlim isimleri yazıyorlar. Neyse bu tarihî bir vakıa. Biz
gerileme meselesine gelelim. Her şeyden önce İslâm medeniyetinde bir yıpranma
oldu. Öncelikle bu yıpranmanın sebeplerini bulmak lazım. Ben bunu eserlerimde
izah etmeye çalıştım. Kısaca, İslâm dünyası, dünyanın merkezi halindeydi.
Avrupalılar Hindistan diye Amerika’ya ulaştıktan sonra dünyanın şartları
değişti. İslâm’ın politik, özellikle iktisadî gücü yavaş yavaş kayboldu. 1492
senesinde Müslümanlar İspanya’yı tamamıyla kaybettiler. Daha önce Portekiz’i
kaybetmişlerdi; yani bütün Avrupa’yı terk ettiler. Bu bölgelerde geliştirdikleri
bütün ilimler Avrupalıların eline geçti. Demek istediğim şu: Müslümanlar sadece
ilim üretmekle kalmadılar, kendilerinin yerini alacak insanları da
yetiştirdiler. Esasında şöyle söyleyeyim: Müslümanların hem kendileri, hem de
dünya medeniyeti bakımından en büyük faydalarından birisi de İspanya’ya ayak
basmalarıydı. İspanya’ya ayak basmalarından itibaren Müslümanlar kendi
haleflerini de seçmişlerdi. Yani kaderlerini kendileri çizdiler. Müslümanlar
Bizans topraklarına ayak basarken yeni bir medeniyetin kurucusu olacaklarını,
kurmaya namzet olduklarını göstermişlerdi. İspanya’ya ayak bastıklarında ise
yerlerini alacak kültür dünyasını seçmişlerdi. Ben bunu: “Bu kültür dünyasını
biz yetiştiriyoruz” manasında anlıyorum. Çünkü onların kullandıkları pusula
İslâm dünyasında yapılmış pusulaydı; bütün bilgileri İslâm dünyasından
gidiyordu. Kısaca Avrupa medeniyetinin istikbalini biz çizdik. Ama bu son
geldikleri noktadan bizim sorumlu olduğumuz manasına gelmemeli: Atom, anormal
silahlar... İlginç bir şekilde kendi sonlarını kendileri hazırlıyorlar, hem de
akıl almaz bir süratte.
Sizi
çok yorduğumuzun farkındayız. Son bir sorumuz var: Bilim tarihi açısından
Osmanlı dönemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Esasında
Osmanlı medeniyetinin hiçbir büyük, cevherî problemini, İslâm medeniyetinin dışında
düşünmemek gerekir. Böyle düşünmeye başladığınızda hiçbir sorunu çözemezsiniz.
Başka bir ifadeyle, İslâm medeniyetinin yükselme ve zaaf noktalarını iyi
bileceksiniz, ondan sonra Osmanlı medeniyetini tanıyacaksınız. Bizim çok iyi
tarihçilerimiz var; ancak Arapça bilmediklerinden İslâm medeniyetini hiç
tanıyamıyorlar. Bunun sonucunda da Osmanlı medeniyetini bir türlü
çözemiyorlar.
Kısaca
şöyle diyebiliriz: Osmanlı’yı İslâm medeniyetinin tabiî bir parçası, devamı
olarak görünce hem zaaflarını, hem kuvvet noktalarını fark etmiş oluruz. Son
olarak kamuoyuna, ilim dünyasına, bu yola baş koyacak genç ere bir diyeceğiniz
var mı?
Türkiye’yi
ziyaret ettiğim zamanlarda uzaktan şunu görüyorum: Aşağı yukarı iki cephe var:
Bir muhafazakâr zümre; bu zümre mütearız olmayan bir zümre. Bazen kendisini
müdafaa şeklinde tezahür eden bir taarruza geçişi var; ama çok önemli değil bu.
Bir de bugünkü İslâm dünyasının zayıflığını, İslâm medeniyetinin, İslâm dininin
bünyesinde arayan bir zümre var. Bu zümre kompleksler içerisinde. Ben bu iki
cepheyi de yabancı bulmuyorum; çünkü bana göre her ikisi de benim milletimin
bir parçası. Mesela muhafazakâr zümre öbürlerinden korkuyor ve kaçıyor belki;
çünkü öbürleri mütearız; muhafazakâr kesimi insan gibi görmüyorlar. Birçok
Avrupalı âlimlerin bizi, İslâm dünyasını hiç görmeleri gibi. Neticede ben bu
iki kesimi de reddetmiyorum. Onlar benim mensup olduğum medeniyetin parçaları.
Ancak her iki kesim de İslâm medeniyetinin, İslâm ilimlerinin 800-1000 yıllık
yaratıcı bir medeniyet olduğundan haberdar değil. Bunu göstermekle, en azından
büyük bir kısmının yaratıcı hale getirilebileceğine inanıyorum. Mütearız zümre,
İslâmiyet’ten kendimizi kurtarırsak, din adamlarını, dini bertaraf edersek
Türkiye’yi birden bire Avrupalı yaparız düşüncesindeler. Bu çok yanlış; bu
kafayla hiçbir şey yapamazlar. Tam tersine çok büyük bir pasiflik içerisine
düşerler. Başka bir taraftan muhafazakâr zümrede, bizde din adamı da yok. Din adamını
çok kuvvetli hale getirmek lazım. İslâm dininin birçok ahlâkî prensibi var. Bu
prensipleri bütün insanlara duyurmak, bu prensipleri yaymak lazım. Bunları
duyuracak, yayacak din adamı yok maalesef. Hem Avrupa sihirli bir değnek değil
ki... Eğer bu medeniyeti dinden tecrit ederek birden bire Avrupalılaştıracaklarını
zannediyorlarsa yanılıyorlar. Hakikat ne menfi, ne de müspet anlamda mübalağayı
kaldırmaz. Onun için her iki kesime de yalnızca hakikati göstermek lazım. Ben
bu bakımdan kurmuş olduğumuz müzenin muhtevasıyla çok faydalı olacağına
inanıyorum. Elbette Enstitü’nün yayımladığı kitapların tercümesi de büyük bir
mesafe kat edilmesini sağlayabilir.
Çok
teşekkür ediyoruz Hocam! Lütfettiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder