23 Aralık 2018 Pazar

Son 20 Saniye

BIR ERKEK, BIR KADİN VE SADIST BIR KATIL! Üçü de korkunç bir yüzleşmeye doğru dörtnala koşarlarken kesin olan tek bir şey var: hayatta kalabilmek için çok sıkı mücadele etmeleri gerekecek. SİMON KERNİCK, Ingiltere'nin en heyecan verici gerilim yazarlarından biri. Onun eserlerini bu kadar özgün kılan ise yaptığı araştırmalar. Kernick romanlarını yazmadan önce Emniyet Teşkilatı, Anti-Terör Şubesi ve Ağır Organize Suçlar Masası üyeleriyle kayda geçen veya geçmeyen görüşmeler yaparak Ingiltere'nin yeraltı dünyasının derinliklerinde gerçekte neler olduğunu ilk ağızdan duyuyor. SIVIL POLIS Son on beş yıldır sivil polis olarak çalışan Sean Egan hayatı uçurumun kenarında yaşamaya alışkın olanlardan. Yakın zaman önce Londra'nın en tehlikeli suç şebekelerinden birinin içine sızmayı başardı ve şimdi kendisinden özel bir görev isteniyor: Gece Sürüngeni diye anılan bir seri katili polis nezaretinden kaçırmak. KATIL Acımasız ama bir o kadar da zeki olan Gece Sürüngeni şöhretini genç kadınları işkence ederek öldürmesine borçludur. Önceki gece tutuklanan katil, cinayetlerden birini işlemediğine dair çok sağlam bir delili olduğunu ve masumiyetini kanıtlayıp asıl katili sunacak çok önemli şeyler bildiğini iddia etmektedir. KADİN POLIS Dedektif Müfettiş Tina Boyd geçmişi asla yakasını bırakmayan bir bela mıknatısı. Gece Sürüngeni'ni cinayetleri işlemekle suçlayan polis kendisiydi ve şimdi kaçırılan suçluyu bulmak da yine ona düşecek. Ama bunu çok çabuk yapması gerekiyor, çünkü bazı tehlikeli kişiler onu sonsuza dek susturmak istiyor.

23 Aralık 2018 / 08.45
İstanbul 2018/24

6 Aralık 2018 Perşembe

Kartalların Uçuşu...

 Amerika'da doğdukları halde, anneleri Alman, babaları Amerikalı olan Max ve Harry Kelso ikiz kardeştirler. I. Dünya savaşının çok başarılı pilotlarından olan babalarının ölümü üzerine, meteliksiz bir Alman baronesi olan anne, çocuklarını alıp Almanya'ya dönmek ister. Ancak, çocukların dedesi Abe, gelinine geri dönmesi için büyük miktarda bir parasal destek sağlarken, torunlarından Harry'nin kendisiyle kalmasını şart koşar. Anne Max'i yanına alıp Almanya'ya döner. II. Dünya Savaşı başladığında, iki kardeş kendilerini iki karşıt kampın savaş pilotu olarak bulurlar. Max, Luftwaffe'nin Kara Baron adıyla anılan efsanevi pilotudur. Harry ise, Amerika henüz savaşa girmediği için, İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetlerine katılmış, eşsiz yeteneği ve rakipsizliğiyle ün salmıştır. 
İki kardeş savaşın getireceği acımasız ikilemlerden habersiz, iki dürüst asker olarak ellerinden geleni yaparlar. Ancak entrika ve kötülük dolu dış güçler, iki genci, bildikleri ve değer verdikleri her şeyi; yaşamlarını, ailelerini, sadakat duygularını sorgulamaya itecektir. 
''Eğer yazarlardan oluşan bir komando takımı kurulsaydı: Jack Higgins kesinlikle onların lideri olurdu. Askerlerin, liderlerin, hainlerin, hırsız ve casusların nasıl düşünüp nasıl davrandığını o kadar iyi biliyor ki.''

6 Aralık 2018 / 03.10


İstanbul 2018/23

2 Aralık 2018 Pazar

Katya'nın yazı

Yarattığı kahramanlar kadar gizemli bir yazar. Kim olduğunu yalnızca yayıncısı, nerede olduğunu ise yalnızca kendisi biliyor. Şu anda hangi adreste oturduğu ise herkesten gizli..."Herkesin kimliğini merak ettiği yazar bu kez de Bask bölgesini mekan seçmiş romanına. Genç bir doktor Birinci Dünya Savaşı'nın eşiğinde hayatının ilk aşkını yaşıyor...Ve bu olağanüstü öyküyü İkinci Dünya Savaşı öncesinde anımsadığı şekliyle anlatıyor. Bir aşk romanı görüntüsünde, insan ruhunun derinliklerine iniyor. Umulmadık dönüşlerle sürprizli bir son hazırlıyor."
2 Aralık 2018 

İstanbul 2018/22

29 Kasım 2018 Perşembe

Daima tutsak...

Kaçmaya çalıştıkça
fazlasıyla bağlandığımız
Şehir
Kalabalığın sarIp sarmaladığı
Kimi günahkar
Kimi saf tertemiz
Kimi dertli ki her daim öyle
Kimi fakir
Kimi zengin
Fakat her biri
Bu şehrin tutsağı
İnsanları
Ve daima tutsağı kalacağız

29 Haziran 2018
SK.

25 Kasım 2018 Pazar

Yılın En Karanlık Gecesi - Dean R. Koontz

Dean Koontz, bu kitabında yine yeteneğini sergiliyor ve üstünde uzun süre çalıştığı bu romanını nihayet okuyucusuna sunuyor. Kitap, bir aşk hikâyesi olarak başlıyor, sonra heyecanlı bir maceraya ve korkularımızın sınırlarını tekrar çizen, bir yandan da gerçek sevgiyi yeni baştan tanımlayan usta işi bir gerilime dönüşüyor. Amy Redwing bütün hayatını, sahipleri tarafından terk edilmiş, zor şartlarda yaşayan golden retriever’ları kurtarmaya adamıştı. Amy ile uğruna hayatını tehlikeye attığı Nickie arasında çok kısa bir süre içinde esrarengiz bir bağ kurulmuştu. Ancak Nickie ile gelen mutluluk bir dizi garip olayla gölgelenecekti. Uğursuz bir yabancının ortaya çıkması ve evine yapılan gizemli bir ziyaret, Amy’nin her adımının karanlık adamlar tarafından takip edildiğinin kanıtıydı. Birileri Amy’yi, hayatını adadığı o zavallı hayvanların durumuna düşürmek için ant içmişti. Ama şimdi Amy’ye yardım eli uzatacak kimseler yoktu. Nefes kesen açılış sahnesinden şok edici finaline kadar heyecan ve gerilim dozunu maksimum düzeyde tutmayı başaran bu kitap, okuyucuyu, yarattığı kurgu dünyasının içine sürüklüyor.

20 KASIM 2018 

İstanbul 2018/21

16 Kasım 2018 Cuma

Kötülük yapmak için.....


“Kötülük yapmak için kötü biri olmak gerekmez, kalbin körse iyilikleri göremezsin.”
Şubat Dizisin’den

4 Kasım 2018 Pazar

Fısıltılar...

Hilary dehşetin ne olduğunu daha çocukken öğrenmişti, ama bunun gibisini değil...
Güzel, başarılı ve yalnız yaşayan bir kadın yazar gizlice izleniyordu...
O nefretten de öte hasta bir arzuyla genç kadını avlamaya çalışıyordu, işte yine evine gelmişti...
Merdivenleri çıkıyordu ve durdurulamazdı.
Bir keresinde Hilary onu öldürdü ama o geri gelmeye devam etti.
Tekrar, tekrar ve tekrar...
Şimdi o Hilary'nin yatak odasının kapısındaydı.
04 KASIM 2018 

İstanbul 2018/20

21 Ekim 2018 Pazar

Konkordato ne demek?

Konkordato ya da diğer bir ifadeyle iflas anlaşması, son dönemlerin merak edilen konusu oldu. Batık şirketlerin borçlarını ödeyebilmeleri için alacaklılarla yaptığı anlaşmayı ifade eden Konkordato'nun tarihte de örnekleri yer almıştır. Peki, Konkordato nedir ve ne anlama gelmektedir? İşte, iflas anlaşması olarak da bilinen bu sistem hakkında detaylı bilgiler Konkordato, batık şirketlerin alacaklılara borcunun ödenmesi için var olan bir sistemdir.

Konkordato müessesesi borçlarını ödemede zorlanan şirket ve kooperatiflerin, bir kısım borçlarından kurtularak borçlarını ödeyebilir duruma getirmeleri için uygulanan bir müessesedir. Bu uygulamada alacaklı ve borçluların konkordato müessesesi kapsamında borç ve alacakları yeniden yapılandırma işlemine tabi tutulmaktadır.

Konkordato müessesesi 2004 sayılı İ.İ.K.’nun 285-309. maddelerinde düzenlenmiştir.

Finansal yapısı önemli ölçüde bozulan iyi niyetli ve dürüst borçlu işletmeleri ve kooperatifleri korunmayı amaçlayan bir sistemdir. Burada, borçlunun talebinin bulunması gerekmektedir. Borçlunun talebi üzerine, konkordato müessesesi işlemeye başlar. Konkordato müessesesi 4 bölümden oluşur.
1-Adi Konkordato
2- İflastan Sonra Konkordato
3- Mal Varlığının Terki Suretiyle Konkordato
4- Sermaye Şirketleri ve Kooperatiflerin Uzlaşma Yoluyla Yeniden Yapılandırılması,
ADİ KONKORDATO NEDİR?
Konkordato hükümlerinden yararlanmak isteyen herhangi bir borçlu, icra mahkemesine gerekçeli bir dilekçe ve bir konkordato projesi verir ve bu projeye
ayrıntılı bir bilanço, gelir tablosu ekle ve defter tutmaya mecbur şahıslardan ise defterlerinin durumunu bildiren bir cetvel istenir. Bu cetvelde, özellikle Türk
Ticaret Kanununun 66ıncı maddesi hükmünce tutulması mecburi olan defterlerin hepsinin tutulmuş olup olmadıkları gösterilir.

İflas talebinde bulunabilecek her alacaklı, gerekçeli bir dilekçeyle, icra mahkemesinden borçlu hakkında konkordato işlemlerinin başlatılmasını isteyebilir.
Konkordato talebi üzerine icra mahkemesi, gerekli gördüğü takdirde, borçlunun malvarlığının muhafazası için 290’ıncı maddenin ikinci fıkrasındaki tedbirleri emreder.

Başvuru makamı borçlunun teklifini, konkordato süresi verilebilmesi için uygun şartlarının olup olmadığını araştırıp inceler. Borçlunun varlıklarının, borçların en az %50 sini karşılamaya yetip yetmeyeceği ve borçlunun teklifinin varlıkları ile uygun olup olmadığını tespit etmek için İcra Tetkik Merciinin bilirkişiye başvurması gereklidir. İcra Tetkik Mercii bilirkişinin yapacağı inceleme sonucunda; Konkordato süresi verilmesi için gereken şartları borçlunun taşımadığı sonucuna varırsa,konkordato başvurusu reddedilir.

Borçlunun gerekli şartları taşıdığı sonucuna varılırsa, borçluya konkordato süreci tayin edilir ve komiser atanır. Borçlu, bilançosunda yazılı mal ve kıymetleri, konkordato mühletinin verilmemesi halinde, bilançoyu icra mahkemesine sunduğu tarihten bir sene içinde takibe uğradığı taktirde 162’inci madde uyarınca göstermeye mecburdur. Konkordato mühleti kaldırılmış veya konkordato tasdik edilmemişse bunların kesinleşmesi tarihlerinden itibaren bir sene ve konkordato feshedilmişse feshin kesinleşmesinden altı ay müddetle borçlu için aynı mecburiyet vardır. 

İFLASTAN SONRA KONKORDATO NEDİR?
İflasına hükmedilmiş olan bir borçlu konkordato teklifi ederse iflas idaresi mütalaasıyla beraber ikinci alacaklılar toplanmasında veya daha sonra müzakere edilmek üzere alacaklılara bu teklifi bildirir. Komisere ait vazifeler iflas idaresi tarafından yapılır. Paraya çevirme ticaret mahkemesi tasdik hakkında bir karar verinceye kadar ertelenir.

Konkordato üzerine verilen karar iflas idaresine bildirilir. Konkordatonun tasdiki halinde idare iflasa hükmeden mahkemeden iflasın kaldırılmasını ister.
MALVARLIĞININ TERKİ SURETİYLE KONKORDATO NEDİR?
Malvarlığının terki suretiyle konkordato ile alacaklılara, borçlunun malvarlığı üzerinde tasarruf etmek veya bu malların tamamını ya da bir kısmını üçüncü kişiye devretmek yetkisi verilir. Alacaklılar haklarını konkordato tasfiye memurları ve alacaklılar kurulu aracılığıyla kullanırlar. Konkordato tasfiye memurları ve alacaklılar kurulu konkordato talebi hakkında karar veren alacaklılar tarafından seçilir.

Konkordato tasfiye memuru icra mahkemesinin seçime ilişkin kararı onaylamasından sonra göreve başlar. Konkordato komiseri de tasfiye memuru olabilir.
SERMAYE ŞİRKETLERİ VE KOOPERATİFLERİN UZLAŞMA YOLUYLA YENİDEN YAPILANDIRILMASI NEDİR?
Muaccel para borçlarını ödeyemeyecek durumda olan veya mevcut ve alacakları borçlarını karşılamaya yetmeyen ya da bu hallerden birine düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalması kuvvetle muhtemel olan bir sermaye şirketi veya kooperatif, önceden müzakere edilmiş ve projeden etkilenen alacaklılar
tarafından gerekli çoğunluk sağlanarak kabul edilmiş olan yeniden yapılandırma projesi ile birlikte, muamele merkezinin bulunduğu yer asliye ticaret
mahkemesine, uzlaşma yoluyla yeniden yapılandırma için başvurabilir.

309/m ilâ 309/ü maddelerinde geçen "projeden etkilenen alacaklılar" terimi, yeniden yapılandırma projesi ile alacakları, hakları veya menfaatleri yeniden yapılandırılacak alacaklıları ifade eder. "Gerekli çoğunluk" terimi, projeden etkilenip oylamaya katılan alacaklıların sayı itibarıyla en az yarısını aşan ve oy kullanan alacaklıların alacaklarının en az üçte ikisini oluşturan ve projenin kabulü için gerekli olan çoğunluğu ifade eder. Projenin birden fazla alacaklı sınıfı içermesi hâlinde, her alacaklı sınıfının kendi içinde projeyi gerekli çoğunluk ile kabul etmiş olması gerekir.

11 Ekim 2018 Perşembe

Obradovic’ten....

İsmail Şenol’un sorularını yanıtlayan efsane çalıştırıcı, “Tarihte ölmüş veya yaşayan birisine, bir soru sormak isteseniz, ne sorarsınız?” sorusuna efsane koç  Obradovic, “Silahları yaratan kimse ona sorardım. ‘Neden?’ İkinci sorum ise politikacılara olurdu. ‘Neden kendinizle bu kadar ilgileniyorsunuz?’ Neden gerçek sorunları olan insanlarla ilgilenmiyorsunuz? Tüm dünyada böyle… Hepsinin ağzında demokrasi var. İnsanlar, fakir insanlar için yapmak istedikleri şeyler var ama şu anda dünyanın en zengin kesimi ile yemek bulamayacak kesimi arasında inanılmaz bir gelir farkı var. Dünyadaki adalet bu mu? 2018 yılındayız. İstediğimiz demokrasi bu mu? Dünya çıldırmış. Bence dünyada adalet yok. Bu nereden geliyor ve kim yarattı, bambaşka bir hikaye. Her insanın normal bir hayat yaşamaya hakkı var. En önemlisi bu. Daha iyi olacağına da inanmıyorum. Bakalım düzelme olacak mı? Bari daha kötüye gitmesin. Ne derler bilirsin, ‘en son umutlar ölür’. Umut etmeye ve inanmaya devam etmeliyiz. Mutlu olmaya çalışmak zorundayız. Hepimiz yanımızdakine yardım edelim. Her gün bu fırsatımız var. Hayattan zevk almak için ne olursa olsun pozitif kalmaya devam edelim. Yakınınızdaki birine yardım edin” 

10 Ekim 2018 Çarşamba

Ölümün Soğuk Sesi..


"Ölümün Soğuk Sesi, yüksek bir hedef koymuş ve o hedefi tutturmuş.Gerçekten çarpıcı bir ilk roman
-ReginaldHill-
"Ciddi anlamda merak uyandırıcı ve inandırıcı."
-RobertGoddard-
"Sürükleyici, korkutucu ve etkileyici-fazlasıyla doyurucu bir psikolojik gerilim."
-Sophie Hannah-
Jane Casey : Polisiye roman yazarıdır. 1977 yılında Dublin'de doğup Castleknock'ta büyümüştür. Oxford, JesusCollege'de İngilizce bölümünü okumuştur. İlk romanı The Missing, yani elinizdeki kitap 2010 yılı şubat ayında yayımlanmıştır. Aynı yıl kasım ayında 5. Kurban (The Burning) okuyucularla buluşmuştur. Ardından 2011'de Acımasız (The Reckoning) ve 2013'te de TheLast Girl kitapları yayımlanmıştır. Yazar Londra'da eşi ve oğluyla yaşamaktadır.
(Tanıtım Bülteninden)

Üst üste farkında olmadan iki farklı coğrafyadan aynı konuyu işleyen yazarların kitapları Ahmet Ümit ve Jane Casey aynı konuyu farklı işlemişler. Çok akıcı bir anlatım Bu hanımı okumaya devam edeceğim..

10 Ekim 2018 
İstanbul 2018/19


6 Ekim 2018 Cumartesi

Kırlangıç Çığlığı...

Acıyı gördüm. Gözlerinin ortasında bir çiçek gibi büyüyen irisin önce ağır ağır büzülmesini, ardından çığlık gibi ansızın patlamasını gördüm. Titreyen dudaklar, bal mumuna dönüşen yüzleri, çöken yanakları, irileşen elmacık kemiklerini, birer mağara gibi derinleşen göz çukurlarını, kurumuş ağızların içinde pelteleşen dilleri gördüm.
Anladım ki benliğimizin farkına vardığımız an, acının pençesinde kıvrandığımız andır.
Çığlık değil, ürperiş değil, evet, nereden geldiğini bilmediğim o vahşi iniltiyi kalbimin derinliklerinde duydum. Soluksuz kaldım, boğazım kupkuru, alnım ateşler içinde, tuhaf bir hülyaya kapılmışım gibi sürüklendim o dipsiz boşlukta. Hayatın en karanlık sırrıyla yüzleştim.
Karanlığın her aşamasından geçtim, akan kanın sesini duydum, ölümün serinliğini damarlarımda hissettim.
Geçmişin kamburunu çoktan söküp attım sırtımdan.
İnsanın insanı öldürdüğü o ilk ânı gördüm, katilin zafer haykırışını, kurbanın korku çığlığını işittim.
Her an uyanmaya hazır o muhteşem dürtüyü bastırmak, insanlığın en masum haline, en saf doğasına dönmemek için yıllarca ihanet ettim kendime. Kendimle birlikte bütün dünyayı da kandırdım. Neredeyse başaracaktım ama bırakmadılar, benim adıma onlar öldürmeye başladılar.
İşte bu yüzden geri döndüm...
"Kadınlar, ama sahiden seven kadınlar, erkeğin güçlü olmasıyla ilgilenmezler. Seni severler, çünkü yüreklerinde bir yere dokunmuşsundur."


6 Ekim 2018 

İstanbul 2018/18

2 Ekim 2018 Salı

Geçmiş zaman olur ki. (Mustafa Öztürk)

Yaş kemale erdikçe insan ister istemez hayatı başa sarmak, özellikle de çocukluk çağlarındaki doyumsuz neşe ve mutluluğu yeniden yaşamak ister. Hemen her yetişkin insanda mevcut olduğunu düşündüğüm bu istek ve arzunun önemli bir sebebi, yaş ilerledikçe hayattaki zevkler ve lezzetlerin gitgide azalıp bayatsıdığını fark etmek, hemen her tatta kekremsilik hisseder hâle gelmektir. Bir diğer önemli sebep ise olgunluk çağlarından itibaren hem zamanın eskisinden daha hızlı akıp gittiğini düşünmek hem de her yeni günü bir öncekinin tekrarı gibi vehmetmektir. Aslında bu bir vehim olmaktan çok, olgunluk ve yaşlılık çağlarına özgü bir gerçekliktir. Çünkü olgunluk, hele de yaşlılık çağlarında insanın algı ve idrak kadrajına yeni denebilecek türden şeyler pek girmez. Tabiatıyla her yeni gün bir öncekinin sanki aynısıymış gibi yaşanır ve bu durum zaman akıp gittikçe hayata karşı bıkkınlık duygusunu canlandırır.
***
Ne var ki ölüm modernitenin de etkisiyle çok daha soğuk yüzlü göründüğünden, nice insan hayattan nasibini yeterince almış, hatta yaşamaktan yorulup usanmış olsa dahi, “Artık bu kadarı kâfi; göçüp gitme vakti geldi” demek yerine olanca bezginlik ve bitkinliğine rağmen yine de kenarından köşesinden hayata tutunmaya çalışır. Kimi yaşlı insanların bir ayak çukurda olduğu halde mal mülk, bağ bahçe gibi dünyevi metalar ile tûl-i emellere ram olması herhalde ölümü biraz daha öteleme arzusundandır. Ölümü öteleme arzusu ise uhrevî âlemin bilinmezlerle dolu bir âlem gibi tasavvur edilmesiyle alakalı olmalıdır. Bu noktada, ahiret gününe iman dilde kalan değil de gönülden kopan bir iman olsa, “ölümden köşe bucak kaçılmaz, dünyaya bu kadar ram olunmazdı” demenin yanlış bir tespit sayılmayacağı umulur.
Her neyse, “geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer” sözünü kimi zaman yürek burkucu bir serzenişe dönüştüren şey nedir, diye sorulsa, benim bu soruya vereceğim cevap, “çocukluk çağına özlem” şeklinde olur. Çünkü çocukluk, tıpkı benim çocukluğum gibi travmatik geçse dahi yine de hayâli cihan değer bir çağdır. Dahası çocukluk, annemizin elinden bir dilim yağlı ekmeği kapar kapmaz sabahtan akşama kadar eve barka adım atmadığımız, hayattan memattan yana hemen hiçbir endişe ve kaygı taşımadığımız, ayrıca hem zamanın nasıl akıp gittiğini anlayamadığımız hem de “Zaman niçin böyle sakız gibi uzuyor da hemencecik büyüyemiyoruz?” diye düşünmekten kendimizi alamadığımız ve fakat her şeye rağmen küçücük mutluluklarla mest olduğumuz çağlardır.
Çocukluk çağlarındaki hayat algısı, “Allah dünyayı sanki çocuklar katıksız mutluluk içinde gülüp oynasın diye yaratmış” gibi çok naif bir düşünceyi akla getirecek kadar saf ve berraktır. Aslında saflık ve berraklık çocukluktaki hayat algısından ziyade, bizatihi çocukluğa özgü masumluktandır. Masumiyet ne kadar fazlaysa mutluluk da o kadar saf ve katıksızdır. Çocukluk çağı sona erdikten sonra masumiyet biteviye azalır ve zaman ilerledikçe insan hayat kavgasında binbir çeşit kire bulaşır. Kimi insan az kimi insan çok bulaşır ama sonuçta herkes bulaşır. Hayat kire bulaştığı, insan insana kir bulaştırdığı nispette hem mutluluk azalır hem de dert ve keder çoğalır. Bu yüzden, benim yetişkinlik ve olgunluk çağlarımla ilgili olarak, “geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer” denebilecek bir anı/hatıra galerim maalesef yoktur. Hayatımın gençlik sonrasına ait hatıraların hemen hepsi insan kirine bulaşmanın gam yüküyle doludur. Bende epey bir kir/pas bırakan bazı kimseler var ki bunlar can bedenden çıkıncaya değin nefretle anılıp kendilerine taalluk eden hak-hukukun asla helal edilmemesi lazım gelen insanlar sınıfına mensuptur. Hâl böyleyken, “ve-lemen sabera ve ğafera” (Şûrâ 42/43) fehvasınca sabretmek ve affetmek esas olmalıdır. Fakat bunu başarabilmek, yani sinede biriken nefreti sabırla bastırıp diri bir vicdanla affedici olabilmek hakikaten çok zordur.
***
Kuşkusuz ben de bazı insanlara kir bulaştırmışımdır. Bu yüzden, Hz. Yûsuf’un dediği gibi, kendi nefsimi temize çıkarmıyorum. Fakat şundan kesinlikle eminim ki geçmişte az çok hukukum bulunan insanlarda benim bıraktığım kir, onların bende bıraktığı kirden çok daha azdır. Çünkü ben fıtrat olarak fazlaca duygusal ve saf bir insanımdır; muhasebecilikten pek anlamadığım için koltuk değneği veya yürüyen merdiven işlevi görecek şekilde kullanılmaya müsait bir tarafım da vardır. Hâsıl-ı kelam, elli küsur yıllık hayat maceramda birçok vefasız ve hayırsıza ait olanca kirin üstüme başıma bulaştığına defalarca şahit olmuş ve bunun acısını derinden yaşamışımdır. “Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer” sözü sırf çocukluk çağı için geçerlidir, deyişim işte bundandır. Çünkü yetişkin insan oldukça kirli bir varlıktır. Bu sebeple, mümkün mertebe kire bulaşmamış bir insan olmak ve temiz kalmaya çalışmak azmine sahip herkes çocukluk çağındaki saflığını aramaktan ve ne kadar çok gadre, nankörlüğe uğramış olursa olsun bu saflığın peşinde koşmaktan asla vazgeçmemek zorundadır. En azından “geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer” sözünün başka insanlarla yaşadıklarımızda değil de sırf kendi iç dünyamızda az çok karşılık bulması için çocukluk çağındaki saflığa özlem duymak ve onu yeniden yakalamaya çalışmak lazımdır.
http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/gecmis-zaman-olur-ki-8041

Dikkat...


Elden gelen öğün olmaz, oda lazım olduğunda bulunmaz. (Kayseri Bölgesinden özlü söz)

1 Ekim 2018 Pazartesi

Zekeriyam...

Kocaman yürekli Adamım Zekeriyam, 1 Ekim 2018 09.15 girdiği ameliyatan, 12.45  itibariyle çıktı. İnşallah  çok başarılı bir ameliyat olduğunu ve bir sıkıntı gözükmediğini izah eden Prof.Dr.Mithat AKHAN na kalbi hürmetlerimi sunuyorum.

30 Eylül 2018 Pazar

5. Kurban

SENİ YANARKEN İZLEMEK İSTEYEN BİR SERİ KATİL VAR...

Medya ona Ateşçi diyor. Acımasız katil Londra'nın tenha köşelerinde kurbanlarını öldüresiye dövdükten sonra vücutlarını ateşe veriyor. Dört kadın öldü. Ve şimdi beşinci kurban bulundu...

Maeve Kerrigan hırslı bir dedektif ve cinayet masasında isim yapmaya kararlı. Çalışma arkadaşları onun duygusal yönünü zayıflık olarak kabul ediyorlar. Maeve'in son kurban Rebecca hakkında onun acı içindeki ailesi ve dostlarından öğrendikleri arttıkça katili bularak adalete teslim etme azmi de o kadar artıyor. 

Ama bütün kanıtların yanarak küllere karıştığı olaylarda kimsenin görmediği bir katil nasıl yakalanır? 

26 Eylül 2018 

İstanbul 2018/17

Hazreti Hüzün (Mustafa Öztürk)

Son zamanlarda yeniden üstüme çullanan uykusuzluk illetinden dolayı bu satırları yazdığım sabaha karşı kulağımın dibinde H. Zahra’nın “Broken Ones” (Kalbi kırıklar) şarkısı ile Farid Farjad’ın “Golha” (Güller) adlı yürek sızlatan keman eseri bana refakat ederken hayatın adeta zımpara gibi insanı törpülemesi üzerine düşünüyorum. Hayat zımparasından çokça nasiplenmiş biri olarak içimdeki şeytanın “Neden ben?” şeklindeki vesvesesini de bu arada zihnimden def etmeye çalışıyorum. Allah’a güvenip tevekkül eden bir mü’min için böyle bir istifhamın çok tehlikeli olduğuna, çünkü bu istifhamın ardından şikâyet, sitem ve serzeniş seanslarının başlayacağını iyi biliyorum. Madem ki hayatta yaşanan acı tatlı bütün her şey insan içindir; öyleyse kendi hayat hikâyemizi ve hayat maceramızdaki acı çekme kariyerimizi pek de merkezileştirmemek, dolayısıyla kendimizi fazlaca önemsememek gerekiyor. Kaldı ki bizim dışımızda akıp giden hayatta nice dramlar ve trajediler yaşanıyor…
***
Hayatın zımparası kimi zaman insanı süründürüp canından bezdiren bir hastalık, kimi zaman eşten dosttan görülen hayırsızlık, kimi zaman yar/yârenden hiç beklenmedik ihanet ve sadakatsizlik şeklinde kendini gösterir ve bütün bunlar size gerçekten büyük hüzün verir. Kur’an’da da hatırı sayılır bir kelime olarak kendine yer edinen ve kırk küsur ayette geçen hüzün (hazen) aslında yitip giden ve kaybedilen hatırlı şeylerin ruha çöktürdüğü derin gam olarak tasavvur edilebilir. Hüzün kimi zaman içerleme, kimi zaman gücenme hâli yaratan ve aynı zamanda insanın hamlığını da alan tarifi çok zor bir histir. Hüzün, St. Augustine’in, “Zaman nedir?” sorusuyla ilgili olarak, “Birisi sormadığı takdirde zamanın ne olduğunu bilirim; yok eğer bu konuda soran birine açıklamaya çalışırsam, işte o zaman bilmem/bilemem” demesine benzer şekilde, kendi kendinize az çok tarif edebildiğiniz, ama “Hüzün nedir?” diye sorulduğunda pek tarif edemeyeceğiniz çok tuhaf ve aromatik bir histir.
Bütün bunlara rağmen hüzün kimi insanlara çok yakışan bir duygu hâlidir. Bu yüzden, sanırım sonradan kazanılan değil, kimi insanlarda fıtrattan verili olan bir histir. Bu bakımdan, sözgelimi terazi burcu gibi “gülelim oynayalım kâm alalım dünyadan” diye özetlenebilecek bir burca sahip insanların kendilerine hüzün atfetmesi zannımca hüzün değil, olsa olsa lüks ve keyif azlığına, hatta kariyer kaygısına dayalı çiğ acı ve ham kederden ibarettir. Çünkü hüznü hakkıyla yaşamak dille söylendiği kadar basit ve kolay bir şey değildir. Hüzün kimi zaman insanın kendi içine dönüp varlık ve varoluşa, hayatın amacına dair büyük soruların cevabını arayıp sorgularken bütün benliğini içinde bulduğu ruh hâlidir. Üstelik hüzün gelip geçici değil, daimîdir. Hüznün mekân tutup yuva yaptığı yer ise gözler ve yüzdeki derin çizgilerdir. Acı kanayan yaradır, hüzün ise kanamayan yara olup belki de yıllar boyunca yaşanan onca acının, gadre ve ihanete uğramışlığın, aldatılmışlığın, sayısız hayal kırıklığının gözlerinizin içinde yuvalanması ve hayattaki son nefesi verinceye değin o yuvadan bir daha çıkmamasıdır. Hüzün sizi bir taraftan durgunlaştırır, bir taraftan da bakışlarınızın derinliğine yerleştikçe yarı cana sokup bırakır. Bütün bunlara rağmen yine de asil bir duygudur hüzün; vakurdur, olgundur ama aynı zamanda buruk ve suskundur. Hüzün sükunetli bir histir. İnsanı yoğurur, pişirir. Bu yüzden, çiğ acı ve ham kederden çok farklı bir şeydir. Hüznün refiki yalnızlık hissidir. Kalabalıklar içinde kendini yapayalnız hisseden insana yoldaş, belki de en yakın arkadaştır. Hüzün öyle bir duygudur ki gözlerinizin içi gülerken bile o gülen bakışta dahi “Ben hâlâ buradayım” demeyi başarır.
***
Hüzün acıyı bal eyler gibi yaşamak zorunda kalmanın damlamaz ve ıslatmaz gözyaşlarıdır. Geçmişte kalan ve bir daha aynıyla yaşanmayacak olan birçok şeyi derinden özletip hatırlatan, yine geçmişteki pek çok yaşanmışlığın asla yeniden yaşanmayacağını bilmenize rağmen nafile yere geri çağırmanıza sebep olan bir garip duygudur hüzün. Beklenmedik bir an ve zamanda kapınızı çalmasında sakınca olmayan, hatta size derinlik katan ama içinizde yuva yaptığı takdirde kanamamakla birlikte kabuk bağlamaz bir yara hâlini alan ve nihayet misafir gibi geldiği gözleriniz ve yüzlerinizdeki derin çizgilerin tapusuna da el koyan bir duygudur hüzün. Onca yıllık hayatta yaşanan sayısız acıların ve hatırı sayılır kayıpların yekvücut olup gözünüze ve yüzünüzdeki derin çizgilere gelip yerleşmesi ve bir daha da geri gitmemesidir hüzün...
Kur’an’da “Ben üzüntümü ve hüznümü sırf Allah’a arz ediyorum” (Yûsuf 12/86) diyen Hz. Ya’kûb’tur hüzün. “Senetü’l-Hüzün”de hem biricik Hatice’sinin kaybına yanan hem de amcası Ebû Tâlib’e şehadet getirmeden göçüp gitti diye hayıflanan Rasûlullah’tır hüzün. Bu yüzden hüzün aynı zamanda “Hazret-i Hüzün”dür. Gençlik çağlarımızda Ahmet Özhan’dan dinlediğimiz bir şarkıda, “hüzün zaman zaman deli dalgalarla gelir, gönlümün kıyısına vurur” diye anlatılan duygudur hüzün… Evet, hüzün gönlün kıyısına vurur ama yaş kemale erdikçe daha bir şiddetli vurur. Çünkü olgunluk çağlarında hayat ileriye değil de geriye bakarak yaşandığından hüzün artık daimî yoldaş olur. Bu çağlarda hüzün gelir baş köşeye kurulur ve yürek de yoruldukça yorulur…

15 Eylül 2018 Cumartesi

Aldanmamak lazım...


Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman’a gelerek kanadını bir dervişin kırdığını söyler. Hz.Süleyman dervişi hemen huzuruna çağırtır ve ona sorar;

“Bu kuş senden şikâyetçi, neden kanadını kırdın?”

Derviş kendini şöyle savunur: “Sultanım, ben bu kuşu avlamak istedim. Önce kaçmadı, yanına kadar gittim, yine kaçmadı. Ben de bana teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. Tam yakalayacağım sırada kaçmaya çalıştı, o esnada kanadı kırıldı”

Bunun üzerine Hz. Süleyman kuşa döner ve şöyle der:

“Bak, bu adam da haklı. Sen niye kaçmadın O sana sinsice yaklaşmamış. Sen hakkını savunabilirdin. Şimdi kolum kanadım kırıldı diye şikâyet ediyorsun”

Kuş’un kendini savunması Hz. Süleyman’ı da şaşırtır:

“Efendim ben onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı hemen kaçardım. Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez, bunlar Allah’tan korkarlar diye düşündüm ve kaçmadım.”

Hz. Süleyman bu savunmayı doğru bulur ve kısasın yerine getirilmesini ister. “Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın” diye emreder.

Ancak bu emre Kuş itiraz eder: “Efendim, sakın böyle bir şey yaptırmayın” diyerek öne atılır.

“Neden” diye sorar Hz. Süleyman.

Kuş nedenini şöyle açıklar: “Efendim, dervişin kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar. Siz en iyisi bunun üzerindeki derviş elbisesini çıkartın. Çıkartın ki, benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın.“

23 Ağustos 2018 Perşembe

İnsan tabiatının kötü tarafına dair

Kur’an’ın açık beyanına göre insan tabiatında iyilik kadar kötülük de verilidir, yani her ikisi de yaratılıştan gelir. Şems 91/7-8. ayetlerdeki “ve-nefsin ve-mâ sevvâhâ fe-elhemehâ fücûrahâ ve-takvâhâ” şeklindeki ifadeler belki de bunun en açık delilidir. Burada zikri geçen “nefs” kelimesi tasavvuf geleneğinde “şeytanın işbirlikçisi” olarak telakki edilen, hatta bazen “pisboğaz domuz”a, bazen “cadı”ya, bazen de “kişiyi/erkeği baştan çıkaran kadın”a benzetilen ve sonuçta süflî arzuların kaynağı olarak gösterilen lanetli bir varlık değil, bir bütün olarak insanın ta kendisidir. Bununla birlikte “insan” denen varlığın tabiat/fıtrat açısından kötülük (şer) ve günahkârlığa daha yatkın olduğunu söylemem gerekir. Kuşkusuz bu benim şahsî kanaatimdir. Çünkü ben insan söz konusu olduğunda “eşref-i mahlukat”çı değilimdir. Daha açıkçası Kur’an’ın beyanlarını az çok anlamaya başladığım zamandan beri işbu “eşref-i mahlukat” tabirinin aslında bir terane olduğu fikrine kailimdir.
H H H
Kur’an’ın gerçekte ne dediğini takvim yaprağının arka sayfasından okuyup öğrenenlere bu meyanda söyleyecek bir sözüm yok; fakat Kur’an bilgisine ve tefsir ilmine az çok hürmeti olanlara derim ki gerek altmış küsur ayette geçen “el-insan” kelimesi, gerek Tîn suresi 4. ayetteki “ehsan-i takvîm” tabiri, gerekse İsrâ suresi 70. ayetteki “ve-lekad kerremnâ benî âdem” ifadesi, daha yaratılış aşamasında peşinen bahşedilmiş bir “eşref-i mahlûkat, izzet, onur” payesine mi yoksa ehl-i küfür, nankör, şükürsüz insan tipolojisine mi işaret ediyor, buyrun biraz araştırın ve neticeyi kendiniz görün. Mesela, açın Kurtubî ve İbnü’l-Cevzî gibi müfessirlerin tefsirlerini ve bu ayetlerin ilk müslüman nesillerce nasıl anlaşıldığını bizzat kendiniz öğrenin.
Ben insanoğlunun tabiatı konusunda kötümser biriyim. Bu yüzden, “Kime iyilik ettiysen ondan sakın kendini” sözünü epeydir kulağıma küpe etmiş biriyim. Batılı bir filozof “İnsan Doğası Üzerine” adlı eserinde mealen şöyle der: Bizim sözde medeni dünyamız şövalyelerle, askerlerle, eğitimli insanlarla, avukatlarla, rahiplerle, filozoflarla, akademisyenlerle [not: bu benim eklememdir] ve daha bilmediğim daha başkalarıyla karşılaştığınız büyük bir maskeli balo gibidir. Bu insanların birçoğunun göründükleri gibi olmadıkları bir vakıadır. Aslında pek çoğunun suratında bir veya birkaç maske, onun arkasında da servet veya tazminat avcısı vardır… Kadınlar nispeten daha önemsiz görünen seçimler yaparlar ve genellikle derin sevgi, sadakat, uysallık, evcimenlik, hizmet ve mahcubiyet gibi maskeler takarlar.
Malum, nice kadın ve erkek ömür boyu bir yastıkta kocamak üzere kendilerine mahrem bir dünya kurarlar ve hele de bu dünya dillere destan bir aşk üzerine kurulmuşsa, ilk zamanlar birbirlerine çok büyük sözler veren çiftler kendi özel dünyalarında tüm mahremiyetleri yaşar, sırlarını paylaşırlar. Ama yine bir gün gelir, eşler ve/veya birbirlerini sevenler arasında birtakım sorunlar baş gösterir; derken onca yıllık yaşanmışlığa ortak olan bu insanlar birbirlerine karşı içten pazarlıklı hesaplar yapmaya, en az birkaç hamle sonrasını öngören hesap görme satrancını kurmaya başlarlar. Bu durum kimi zaman sözüm ona derin muhabbet ve sadakatin “artık bitti, tükendi” gibi ifadelerle noktalanması şeklinde son bulur ve bu safhanın akabinde geçmişteki sözde büyük sevginin yerine çok kere nefret ve hınç ikame olunur. Kimi zaman da sorunlar zaman içerisinde bir şekilde bertaraf olur, ardından sanki hiçbir kötü şey yaşanmamışçasına, “Nerde kalmıştık?” der gibi tekrardan yola revan olunur. Fakat ne tuhaftır ki bütün bu kir ve kirliliğe rağmen yine sevgiden, sadakatten ve eski zamanların güzelliklerini tekrar yaşamaktan dem vurulur. Hâlbuki bazen küçük bir sorunda dahi birbirlerini kırıp dökmek veya alabildiğine hırpalayıp bîtap düşürmek üzere konuşlanan eşler ve sevgililerin onca kirli hesap kitaptan ve birbirlerini alabildiğine yıpratmışlıktan sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi yola devamdan söz etmeleri insan tabiatındaki baskın çiğlik ve çirkinliğin tipik göstergelerinden biridir.
***
Buna benzer çiğlikler yıllar boyu büyük emek verdiğiniz, tüm birikiminizi kendisinden esirgemediğiniz insanların birtakım ümit ve beklentileri vaktiyle hesaplanan zaman ve zeminde karşılanmadığında da kendini gösterir. Yine bu tür çiğlikler ve çirkinlikler kimi zaman da saygısızlık, hoyratlık ve nobranlık şeklinde gerçekleşir. Hâsılı, insan denen varlık ham ve pişmemiş hâliyle sanki vahşi bir hayvan gibidir. Bencillik ise insan tabiatındaki kötülüğün kubbesini ayakta tutan fil ayağı sütun/kolon gibidir. İnsan tabiatı muazzam bir hodbinlikle bezelidir. Nitekim Meâric 70/19. ayetteki “innel insâne hulika helûâ” ifadesindeki geniş semantik de insan tabiatıyla ilgili olarak açgözlülük, sabırsızlık ve hodkâmlık gibi birçok kötü vasfı içerir. Fıtrat ve tabiatımıza kodlanmış bencilliğin yanı sıra pek çok insanın iç dünyası tıpkı bir yılanın dişinde depolanmış zehir gibi nefret, öfke, kin ve haset de içerir. Bütün bunlar zehirlerini akıtmak ve sonra da tıpkı zincirinden boşanmış şeytan gibi dört bir yandan saldırmak için sadece bir fırsat bekler haldedir.
İşte bu yüzden riyakârlık, yalancılık, düzenbazlık, hilekarlık, sahtekârlığın üzerine örtülen örtüyü kaldırıp atmak, dünyada hakiki sevgi, sadakat, vefa ve dürüstlükten ne kadar az kaldığını ve zahirde sevgi, sadakat gibi görünen birçok davranışın ardında birçok ahlaksızlık ve günahkârlığın sinsice pusuda bekler vaziyette olduğunu ortaya koymak, adiliğin bini bir para denebilecek bu devr-i âlemde neredeyse imkânsız bir iştir. Belki sadece bundan dolayıdır ki iç dünyalarında iyiliği kötülüğe baskın kılmaya çalışan pek çok insan kendilerine dört ayaklı dostlar edinmişlerdir. Bitmek tükenmek bilmez riyakârlıklar, yalakalıklar, sahtekârlıklar ve düzenbazlıkların adeta kol gezdiği bu dünyada halis muhabbet, sadakat ve vefadan artık büyük ölçüde ümit kesmiş insanlar için hayata iyimser bir nazarla bakmak hakikaten çok zor olsa gerektir.
18 Ağustos 2018
Karar Gazetesi

19 Ağustos 2018 Pazar

Gemi battıktan sonra


İsmet Özel
İsmet ÖzelGazete Yazarı
Yenişafak Gazetesi

Şimdiye kadar bir çok ağızdan işittik: Biz Türkiye ahalisi aynı gemide imişiz. Türküyle Kürdîyle, Alevîsi Sünnî''siyle, sağcısı solcusuyla aynı geminin yolcularıymışız. Gemi batarsa hepimiz mahvolurmuşuz. İşte bu yüzden ne yapıp yapıp gemiyi yüzdürmeye çalışmalıymışız. Türkiye''de yaşayan insanlar olarak bu tespiti ve ardından gelen tavsiyeyi kabullenmekte hiç zorluk çekmeyiz. Eğer gerçekten bir gemi içindeysek bizi boğulmaktan alıkoyan vasıtaya neden zarar verelim?
Ne var ki geminin sağlam kalmasına itina göstermemiz gerektiğini ileri sürenler bu güne kadar bize bu vasıtanın hangi tehlikeyle yüz yüze kaldığını hiç söylemedi. En azından şunu bilmiyoruz: Türkiye gemisinin dibi delindiği ve bu sebeple su aldığı için mi batma tehlikesi geçirmektedir; yoksa Türkiye''nin varlığını geminin rotası iyi tespit edilemediği için kayalara çarpıp parçalanma ihtimali mi tehdit etmektedir? Eğer birincisi ise millî bir seferberlik tehlikeyi savuşturmamıza kâfi gelecektir. Elbirliği ederek, işbölümü yaparak bazılarımız su boşaltmakla uğraşırken bazılarımız da deliği küçültme ve tıkama işiyle meşgul olur. Gemi mürettebatı ve yolcular su alan gemiyi yüzdürmek için dayanışmakta zorluk çekmez. Ve lâkin mesele geminin rotasındaysa ve birileri kayalara çarpıp parçalanma tehlikesinden söz ediyorsa mürettebat ile yolcular arasında sağlam bir dayanışma zemini bulmak hiç kolay değil. Yolcular rotanın değişmesini talep edebilir; ama bu değişikliği kendilerinin yapmaya ehil olmadığını bilebilirler. Mürettebat nerede yanlış yaptığını keşfedemediği için rotanın yanlış olmadığı inancını koruyabilir. Giderek mürettebatı, yolcuları, rotayı aynı hizaya getirememek (kayalara çarpmaktan bağımsız olarak) başlı başına bir tehlike olabilir.
Türkiye''nin bir gemi olduğu benzetmesi kimlerin işine geliyor? Öncelikle mevkiini koruyabilmek için çok sayıda insanın "niçin?" sorusunu sormaksızın itaat göstermesine muhtaç olanların. Toplumun işleyiş düzeneğinde iyi durumda olanların niçin iyi durumda olduklarının sorgulanması istenmiyorsa işin içinden "hepimiz aynı gemideyiz" deyip çıkıveriyoruz. İyi de, hangimiz geminin, ne sebeple, neresinde? Gemi benzetmesi bir de geminin gerçekte çoktan beri karaya oturduğu halde yüzer gibi durduğunu düşünenlerin işine geliyor. Gemi yüzer gibi durduğu için onlar hem gemide bulunmanın zevkini çıkarıyor; ama geminin karaya oturduğunu, asla sefere çıkamayacağını bildikleri için de kıymetli saydıkları ne varsa hepsini geminin dışında bir yerde muhafaza ediyorlar.

28 Temmuz 2018 Cumartesi

Her gün....

Her gün küçük bir yaşamdır; her uyanış küçük bir doğum, her sabah küçük bir gençlik ve her uyku küçük bir ölümdür.

Arthur Schopenhauer

26 Temmuz 2018 Perşembe

Sevgilerin eriyip dostluklar tükenince....


İnsan hayatında mutlu zamanlar azdır. Hayat insanın çehresine çok kere küçük tebessümler kondurur; ardından bunun karşılığını bitmez tükenmez meşakkatler olarak geri alır. Âşık Veysel’in, “Dünyada tükenmez murat varımış, ne alanı gördüm ne murat gördüm, meşakkatin adını murat koymuşlar…” şeklindeki muhteşem sözleri tam da bu durumu anlatır. Genel hayat bilançosu, Bedri Rahmi’nin bir tür şathiye tarzındaki, “Bir can verdi bize bin alır; gideriz gözümüz arkada kalır” dizelerini hatırlatır. Hayat macerasındaki nadir mutluluklardan biri, beklenmedik bir zaman ve mekânda karşılaştığınız bir insanı derinden sevdiğinizi fark ettiğiniz ve hayatınıza anlam kattığını hissettiğiniz zamanlardır. Sevgilerin eriyip dostlukların tükendiğini, zihninizin ve gönlünüzün sürekli olarak eski günlerde dolanıp bugüne gelmek istemediğini hissettiğiniz anlar ise ömür galerisindeki en berbat anılar arasında yer alır.
Hayat hikâyelerine hemen hiçbir fırtınada yıkılmayan, ömrün son demine kadar bir gıdım muhabbet kaybına uğramadan varlıklarını koruyan çok değerli dostluklar sığdırma bahtiyarlığına erişmiş insanlar vardır. Bunlar gıpta edilesi insanlardır. Zira uzun yıllar boyu böyle kadim dostlukların refakatinde yaşamak, yolda yürürken kaşıkçı elmasına rastlama ihtimali kadar düşük olur. Nedendir pek bilinmez, ama hayatta kopmaz dostluk bağları kurmak ve bu dostlukları sonuna kadar saklayıp korumak hakikaten zordur; ölümsüz olduğu zannedilen nice dostlukların ansızın tükenip bittiğine tanık olmak ise çok sıradan bir vakadır. Bunun böyle olması belki de bu dünyanın aslî kimyasıyla, yani basbayağı yalan dünya olmasıyla alakalıdır.
Hamdolsun ki ben kırk yıllık dostlukları yaşatma bahtiyarlığına ermiş kullardanım. Fakat aynı zamanda ölümsüz görünen kimi dostlukların güneş vurmuş çiy gibi bir anda eriyip gitmesine şahitlik etmenin acısını da yaşayan insanlardanım. Şimdi şu yakıcı sorunun cevabını aramaktayım: “Sevgi niçin söner, dostluk neden tükenir? Bu sorunun cevabı bin bir çeşit olabilir; her bir insan kendi yaşadıklarına binaen çok farklı hikâyeler anlatabilir. Kendi payıma söylersem, sevginin eriyip dostluğun tükenmesinde en temel sebeplerden biri, muhabbette iktisatsızlık, yani sevgide israftır. Hz. Ali’nin, “Sevdiğin insanı ölçülü sev. Yoksa gün gelir o insandan nefret edebilirsin; kızıp öfkelendiğin insana da ölçülü kız. Yoksa gün gelir o insanı sevebilirsin” (ahbib hâbîbeke hevnen mâ asâ en yekûne bağîdake yevmen mâ ve-ebğız bağîdake hevnen mâ asâ en yekûne habîbeke yevmen mâ) şeklindeki muhteşem sözü tam da bunu anlatır.

Bitmez tükenmez sanılan sevgi ve dostluklar kimi zaman öz çıkarlarla çatıştığında eriyip tükenir. Öz çıkar denen şey insanda çok esaslı bir dürtüdür. İnsan öncelikle kendi öz çıkarını düşünür. Sevgi ve dostlukla ilgili beklentiler öz çıkarları karşılamadığında hayal kırıklıkları yaşanmaya başlar; ardından yılgınlık, bıkkınlık, umutsuzluk ve ruhsuzluk duygusu insanı sarar. Bu arada sevgi ve dostluk da yavaş yavaş erimeye başlar. İlk zamanlar sevdiğiniz insanın hoyrat davranışları dahi size pek şirin görünürken, bu sevginin öz çıkarları karşılanmadığını fark ettiğiniz an itibariyle o kadim dostunuz ve sevdiğinizin hemen her davranışı size batmaya, kusurları çoğalmaya başlar. Çünkü gelinen noktada alınan karar, öz çıkarlar uğruna bu muhabbet ve dostluğun sonlandırılması kararıdır. İşin içine öz çıkarlar girdiğinde geri dönüş pek mümkün olmaz, “geri dönüş yok” kararının temyizi de olmaz. Bilakis karar verildiği andan itibaren bu kararı tahkim edecek birçok delil bulunur, sebepler icat olunur, bahaneler abartılır ve böylece çekip gitmenin gerekliliği hususunda vicdan rahatlatılır.
Sevgi ve dostluk kimi zaman sigara alışkanlığı gibi bir hâl alır. Normal şartlarda insanın bu tür alışkanlıklarından kopması hayli zordur. Ama günün birinde bir grip veya nezlenin sizi kırk yıllık sigaranızdan nefret ettirmesi de pekâlâ mümkün olur. Tıpkı bunun gibi gün gelir, hiç beklenmedik bir zuhurat sebebiyle sevgi ve dostluk ipi birdenbire kopar; artık çare yoktur, geri dönüş çok zordur. Ölmüş sevgiye, tükenmiş dostluğa suni teneffüslerle can vermeye çalışmak artık nafile bir uğraştır. Sevgi eridiğinde içinizde bir şeyler ölür. Hemen hiç kimse böyle bir kaybedişi, bir zamanlar asla kopmaz sanılan bağın birdenbire kopuvermesini kolay kaldıramaz. Üstelik hiçbir sevgi ve dostluk kaybı başka bir sevgi ve dostlukla telafi olunamaz. Çünkü hiçbir sevgi ve dostluk bir diğerinin yerini tutamaz.

Eriyip giden her sevgi, tükenip sönen her dostluk yürekte bir yara izi bırakır. Kayıp çoğu zaman yakıcı bir acı olarak yaşanır. Bu durumda hayat binanızdan bir parça koptuğunu peşinen kabullenmek kaçınılmazdır. Duygusal göçükten en az hasarla çıkmanın yolunu aramak lazımdır. Bu gibi hallerde pek çok insan umuda tutunmaya çalışır. “Şöyle şöyle olursa eski günler geri gelir, sevgiler ve dostluklar tazelenir” gibi düşüncelerle kendini avutur. Fakat bunlar ne yazık ki boş avuntulardır. Hatta bunlar acıyı daha da çoğaltan beyhude umutlardır. Bu gibi hallerde “yola devam” demek sanki daha akıllıcadır. Kaldı ki insan sanıldığı kadar kolay yıkılmaz, hayata çok kolay havlu atmaz; evet çok yıpranır, hırpalanır; kimi zaman düştüğü yerden bir daha kalkamam sanır ama sonunda bir vesileyle yeniden ayağa kalkmayı başarır. Ne pahasına olursa olsun, düşünce kalkmak, ayakta kalmayı başarmak ve hayata yeniden tutunmak lazımdır.
Mustafa Öztürk
Karar Gazetesi
14/7/2018

16 Temmuz 2018 Pazartesi

Pişmanlık mı? Kader mi?


Dam altında nice KEDER,
Kimi pişmanlık,
Kimi KADER,
Varsa paylaşanın
Azalık KEDER,
Üzülme Kardeşlik
Var senin içinde
KEDERLİLER.
Sayılı gün geçer derler,
Bir sayana
Bir de bekleyene sor,
Ne derler?
16 Temmuz 2018
Serdar Karamanlı

7 Temmuz 2018 Cumartesi

ODD THOMAS


Dean Koontz’un New York Times’ın en çok satanlar listesine giren muhteşem yeni kitabının genç kahramanıyla; bu sayfalarda size yüreğini sunan ve sizin yüreğinizi sonsuza kadar fethedecek olan, hayatla ölümün kesiştiği kavşağın cesur nöbetçisi Odd Thomas’la tanışın. Bazen Odd Thomas’ı arayıp bulan sessiz ruhlar sadece adalet ister. Bazen de onların verdiği ipuçlarıyla bir suçu engeller. Ancak bu kez durum farklıdır. Yaklaşan facianın habercisi olan sırtlana benzer gölgeler güruhunun refakatinde bir yabancı, Pico Mundo’ya gelmiştir. Ruh eşi Stormy’nin ve aralarında Rock’n’Roll Kralı’nın da bulunduğu bir grubun yardımıyla Odd, kötülüklerin yıkıcı sonucunu engellemek için zamanla yarışa girer. Geçmişle geleceğin, geçmişin yazgısıyla geleceğin alınyazısının birbirine yaklaştığı, her şeyi sarsan bu saatleri anlatan Odd Thomas’ın hikayesi, zamanımızın unutulmaz masalı ve Dean Koontz’un en kalıcı yapıtı olacak. "Koontz büyük bir keyifle garip durumları ele alıyor ve onları tümüyle inanılabilir hale getiriyor. Ürpertici bir kitap olduğu düşünülürse, sevimli sıradışı tipler üzerine kurulmuş olan hikaye insanı şaşırtacak kadar sıcak... Odd Thomas kendini olağandışı hayat yaşayan bir tava aşçısı olarak tanımlıyor; Koontz da bunu lezzetli ve sıcak bir şekilde servise sunuyor."

3 TEMMUZ 2018 (Salı 01.10)


ESENKÖY 2018/16

Prof. Dr. Fuat Sezgin



Prof. Dr. Fuat Sezgin ile Bilim Tarihi Üzerine Söyleşi
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu
http://fazlioglu.blogspot.com/2018/06/prof-dr-ihsan-fazlioglu-prof-dr-fuat-sezgin-ile-bilim-tarihi-uzerine-soylesi-pdf.html 
Alanında saygın bir yere sahip olan iki değerli ismin elbette gündeminde de "Bilim" olmuştur. Prof.Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Prof. Dr. Fuat Sezgin'in söyleşisinde "Bilim Tarihi" hakkında önemli sorulara, değerli yanıtlar veriliyor... İstifade etmeniz dileğiyle...
Muhammet Negiz


Hocam, sizinle ‘bilim tarihi’ merkezli bir konuşma yapmak istiyoruz. Ancak daha da önemlisi sohbetimizi, “bir bilim tarihçisi olarak Fuat Sezgin kimdir, bilim tarihi çalışmalarına nasıl başladı, ne tür amaçlar güttü, ne tür ilkelere dayanarak çalıştı, neleri başardı ve daha neler yapmak ister” gibi sorular çerçevesinde sürdürmek niyetindeyiz. Öyleyse ilk sorumuz şöyle olsun: Bilim tarihi çalışmalarınıza başladığınızda Türkiye’de nasıl bir ortam vardı? Sizi yönlendiren hocalarınız kimlerdi?
Hocalar mı dediniz? O kadar çok hoca var mıydı Türkiye’de?
Kimler var idiyse…
Bir hoca vardı. Hem de büyük bir hoca. O da kâfiydi. Alman asıllı Helmutt Ritter. [Odasında-ki duvarı işaret ederek] resmi orada asılı. Bana gelince, ben esasında matematiğe meraklıydım ve mühendis olmak istiyordum. Bir tanıdığım, bir gün beni alıp Ritter’e götürdü. Bir süre konuştuktan sonra içimden “büyük bir adammış” dedim. Gerçekten de o küçük halimle bile, çok büyük bir adamın karşısında olduğumu hissettim. O an karar verdim: “Şarkiyat okuyacağım.” Ritter’le çalışmaya başladım. Çok zor bir adamdı. Çalışmaya başladıktan bir iki gün sonra bana: “Fuat! Günde kaç saat çalışıyorsun?” diye sordu. “13-14 saat çalışıyorum” dedim. O zaman bana: “Bu çalışmayla âlim olamazsın. Eğer âlim olmak istiyorsan bu miktarı artıracak-sın. Benim hocam [Eilhard] Wiedemann günde 24 saat çalışırdı. Gün daha uzun olsaydı daha çok çalışırdı” dedi. Ben bu konuşmadan sonra çalışma saatlerimi yavaş yavaş artırdım. 17 saate kadar çıkardım. Uzun zaman böyle devam ettim. Son senelerde, malum, artık yaşlanınca çalışma tempomu biraz yavaşlattım.
Şarkiyattan bilim tarihine geçişiniz nasıl oldu?
Benim öğrenciliğim döneminde İstanbul Üniversitesi’nde bilim tarihi yoktu. Ancak, hocam bana: “Matematiği bırakma” dedi. Fen Fakültesi de zaten yanımızdaydı. “Matematik bölümü-ne git, ders al, matematiği iyi öğren. Müslümanlardan da büyük matematikçiler yetişmişti” diye izahatta bulundu. Konuşma esnasında birkaç isim saydı: Harizmî, Ebu’l-Vefa Buzcanî, İbn Heysem, Birunî gibi. Bu isimler benim hiç bilmediğim, hatta duymadığım isimlerdi. Dehşete düştüm. Hocam halimi görünce: “Bunlar ve daha pek çok isim büyük âlimlerdi ve daha sonraki Avrupalı âlimlerle aynı seviyedeydiler; hatta yer yer onlardan da üstündüler” diye açıkladı. Bu konuşmadan sonra da bilim tarihi yapmaya karar verdim. Hocam Ritter, tabiî ki matematik ilimlerden anlamıyordu. Ancak benden çok süratli bir şekilde Arapça öğrenmemi istedi. O tarihlerde Almanlar Bulgaristan’a kadar gelmişlerdi. II. Dünya Savaşı’nın şiddetli günleri. Türkiye’de devlet bütün üniversiteleri kapatıyordu; bizim üniversiteyi de kapattılar.
1941 Nisanı mı?
Doğrusu tarihi çok iyi hatırlamıyorum. 1942 ya da 1943 de olabilir. Ancak çok uzun bir tatil vardı. Hocam da benden Arapça öğrenmemi istemişti. Eve kapandım ve 6 ay boyunca çalıştım, hiç bir yere çıkmadım. Babamdan kalan Taberî Tefsiri’ni okumaya başladım. Hepsini anlamasam da ısrarla okuyor, Türkçe Kur’an tefsirleriyle karşılaştırıyordum. Bu şekilde, gece gündüz 6 ay içinde 30 cildi okudum.
Babanız âlim miydi?
Din adamıydı. Sonra sonbaharda, okulda seminere gittim. Ritter’in ilk seminerlerine o zama-nın büyük âlimleri de, zaman zaman katılırdı; beraber münakaşa ederlerdi. Derste bana bir yandan “Bu yaz ne yaptın bakalım” diye sorarken diğer yandan önüme Gazzâlî’nin İhya Ulumi’d-din’ini koyuverdi. Ben hemen hocanın maksadını anladım ve okumaya başladım. Şaşırdı ve “Hayatta bir lisanı bu kadar süratle bu kadar iyi öğrenen bir insan görmedim” dedi. Çok sevinmişti. Gerçekten de talebelerinin başarısı karşısında bu kadar çok sevinen bir insanı, bir hocayı hayatım boyunca tanımadım.
Bu çalışmalarınızda, o dönemdeki Süleymaniye’nin yeri neydi? Duyduklarımıza göre Süleymaniye’de çok sıkı çalışırmışsınız.
Süleymaniye’ye Ritter’le beraber giderdik. Dediğim gibi zor bir adamdı. Onun için etrafında pek talebe tutamazdı. Nadiren tek tük talebe gelirdi. Bu sebeple çoğunlukla hoca ile baş başa idim. Bu da benim için iyi bir şanstı. Çünkü Ritter, başta İstanbul kütüphanelerindekiler, Türkiye’deki yazmaları dünyada en iyi bilen kişiydi. Bir süre sonra beni de yanına alıp kütüpha-nelere götürdü ve gösterdi: “Bak! Şu eski kitap İbn Heysem’in kitabı.” Böylece yavaş yavaş kitapları, yazarları tanımaya başladım. Hiçbir şeyi de unutmuyor, söylediği her şeyi hafızam-da tutuyordum. Kolay değil, bir adam sana birçok nesilden aldığı birikimi, öğrendiği her şeyi veriyor, aktarıyor. Öyle şeyler ki hiçbir yerde bulamaz, hiç bir kitapta okuyamazsın. Bu şuurla söylediği her şeyi kafama almaya çalışıyordum.
Sizi matematiğe yönlendirmesine rağmen, doktora teziniz bilim tarihiyle alakalı değil bildiğimiz kadarıyla.
Mecazu’l-Kur’an benim doktora tezimdi. Evet bilim tarihiyle alakalı değildi; ancak beni yazmalarla tanıştıran bir çalışmaydı. Bunun bir nüshası İsmail Saib’in kütüphanesinde, Ankara’da bulunmuştu. Hocam da İsmail Saib’i çok severdi. Onun kitapları Ankara’ya intikal edince, Ritter Ankara’ya gitmiş orada aramış, bulmuştu. Çalışmaya başladım. Fakat, yazma çok eski olmasına rağmen kitabı tek nüshayla neşretmek zordu. Aradım taradım ikinci nüshayı buldum. Hocam da şaşırdı: “Ben 30 senedir bu kitabı bulmaya çalışıyorum, nasıl buldun?” dedi. Kitabı tez olarak teklif eden oydu; ben de hazırladım.
Bir de Buharî çalışmanız var. O nasıl başladı?
Buharî çalışması şöyle başladı: Mecazu’l-Kur’an’ın kaynaklarını arıyordum. O sırada İbn Hacer el-Askalanî’nin Tehzib adlı eseriyle karşılaştım. Muammer b. Musemma’yı Buharî’nin kitabında Muammer diye zikrettiğini öğrendim, “Buhari’nin ne alakası var bu kitapla?” dedim. Buhari’nin kitabının sekiz büyük bölümü vardır, bir kısmı tefsirdir. Buharî’nin kitabına baktım, “Kale Muammer” diye alıntılar yapıyor. Bunu okuyunca baktım ki, Buharî, Mecazu’l-Kur’an’dan da cümleler iktibas ediyor. Yani bir hadis kitabında, bir filoloji kitabından alınma uzun uzun cümleler var. Hatta yer yer, aşağı yukarı, kitabı ihtisar etmiş. Bu durum, bütün hadisler hakkındaki tasavvurumu allak bullak etti. Bunun üzerine karar verdim, tezi bitirince Buharî’ye bakacaktım: Acaba Buharî ara sıra da olsa yazılı kaynak kullandı mı? Bu işin hikâ-yesi de böyledir.
GAS [Geschichte des Arabischen Schrifttums] çalışmanıza gelirsek. Bu devasa projeye nasıl başladınız?
Brockelmann’ın GAL’ını [Geschichte der Arabischen Litteratur] kullanırken, hem İstanbul’da, hem de Türkiye’nin diğer şehirlerinde bulunan çok güzel yazmalara nadiren atıf yapmış olduğunu fark ettim. Bu esere, eksikliklerini tamamlayan bir Zeyl yazmanın lazım geldiğini düşündüm. Kaç tarihinde bu fikir oluştu? 1944’tü. Durumu hocama açınca “Sen yap” der gibi bana baktı. Ben de başladım. Size güveniyordu demek ki. Zannederim biraz güveniyordu, evet. Ben de o zaman karar verdim. Hem zaten yazma kütüphanelerine Ritter’le beraber giderdik. O tarihlerde İstanbul’da, hatta Türkiye’de, özellikle Arapça yazmalarda ciddi manada ilgilenen yalnızca ikimizdik; yani Ritter ile ben... O kadar az mıydı? Maalesef kimse yoktu. Ritter’le beraber Ayasofya kütüphanesine giderdik. Tabiî o zaman Ayasofya Kütüphanesi Ayasofya Camii’ndeydi. 20 yazma kitap alır aramızda taksim ederdik. Sonra da cildine, kâğıdına, yazısına bakarak tarihini tespite çalışırdık. Önce Hoca tahmin ederdi, sonra da ben. Tabir caizse aramızda çocuk gibi müsabaka ederdik. Ama son derece heyecan vericiydi. Umumiyetle o benden daha isabetli sonuçlara varıyordu. Bazen de ben tutturuyordum. Benim tahminim daha iyi olduğunda “O! Bakıyorum boynuz kulağı geçti” gibi latifeler yapardı. Bu şekilde yazmalarla içli dışlı olurduk.
Size yardımcı olan bir ekip var mıydı?
Ne ekip vardı, ne de para. Hiç bir şey yoktu. Ama kafaya koyma vardı. Kafama koymuştum yani. 1954 senesinde doçentliğim biter bitmez bunu ciddi bir proje haline getirdim ve çalış-maya başladım.
Hâlâ devam ediyor.
 Evet, tam 50 sene oldu. Fakat çalıştıkça fikrim değişti. Hem biraz da gecikmiştim. Gecikme-min nedeni de Brockelmann’ın atladığı yazmaların çok olmasıydı. Bu eserin bir Zeyl değil, müstakil yeni bir eser olması gerektiğine karar verdim. Dünyadaki bütün yazmaları ihtiva etmeliydi. 1956 yılında Ritter Türkiye’ye gelmişti. Fikrimi ona açtım: “Hocam” dedim “Ben artık Zeyl’i bıraktım. Dünyadaki bütün yazmalara dayalı müstakil, yeni bir eser yazıyorum”. O zaman bana: “Bunu dünyada hiç kimse yapamaz. Bırak bu işi; boşuna kendini yorma” dedi. İlk defa ona inanmadım; çünkü kararımı vermiştim. Karar verdim ve yaptım. 1967 yılında kitabın birinci cildi çıkar çıkmaz Hocama gönderdim. 3-4 ay cevap gelmedi. Ben o zaman Almanya’daydım; o da Türkiye’de. Kendisine bir mektup yazdım: “Ne oldu hocam? Size ki-tap gönderdim, henüz cevap alamadım” dedim. O zaman “Ne acele ediyorsun? Koca kitabı okumak lazım” şeklinde bir cevap gönderdi. Daha sonra gönderdiği bir karta “Şimdiye kadar böylesini hiç kimse yapamadı. Senden başka da hiç kimse yapamayacak. Tebrik ederim” cümlelerini yazdı. Önceden hiç inanmıyordu ama görünce “sadece siz yaparsınız” dedi. Hocam insaflı bir adamdı. Daha önce de dediğim gibi talebesinin muvaffakiyeti çok mesut ederdi kendisini. Öyle bir insandı.
Bilim tarihine doğru gelirsek... Türkiye’den ayrılmanız ve Almanya’ya gelmeniz. Burada büyük bir emek harcayarak kurduğunuz müessese. Bu hikâyeyi, sebepleriyle birlikte dinlesek.
Sebepleri pek hoş değil. O sıralarda Türkiye’de atmosfer çok iyi değildi. İsmini zikretmeyeceğim, bir adam Şarkiyat’ın atmosferini çok kirletti. Kıskanırdı bizi. Tabiî, devir askerî ihtilal devri. Siz gençsiniz, bu olayları bilmezsiniz ama okumuşsunuzdur. Milli Birlik Komitesi içerisinde bulunan bir subay, bizde şarkiyat tahsili yapan bir adamın hanımının akrabasıymış. Bu yolla benim ismimi vermişler. Zaten böyle ortamlarda bu işler de kolaydır. Bir gün evden dışarı çıktım, Enstitü’ye gidiyordum. Gazeteler yazmış. Çocuklar: “Yazıyor, yazıyor! Profesörlerin üniversiteden atıldığını yazıyor!” diye bağırıyordu. Baktım benim de ismim vardı. İhtilali gördükten sonra Türkiye’de çalışılamayacağına karar vermiştim. Ancak kendi kendime Türkiye’yi terk etmeye karar veremiyordum. Neyse! O sırada Amerika ile Almanya arasında da kararsızdım. Almanya’dan davet gelince Almanya’yı tercih ettim ve Almanya’ya geldim. Almanya’ya misafir doçent olarak davet edilmiştim. Gelince tabiî ilimler tarihi derslerini takip ettim. Aynı senelerde de bilim tarihçisi olmaya karar vermiştim.
Yaklaşık olarak...
1965 senesi. Enstitü’de ikinci bir doçentlik çalışması yaptım. Doçentlikten sonra da bilimler tarihi profesörü unvanını verdiler.
Frankfurt’da Institut für Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften [Arap-İslâm Bilimleri Tarihi Enstitüsü] adlı kurumu kurarken hangi ilkelere dayandınız ve nasıl bir üslup takip ettiniz?
Enstitü fikri şöyle oluştu: Kitabımı yazarken gördüm ki İslâmî ilimlerin tarihinin etüdü tesadüflere bağlı. Gerçi hâlâ da öyle. Avrupa’da çok büyük âlimler fırsat gelince ortaya çıkıyor ve Müslümanların keşiflerini insaflı bir şekilde ortaya koyuyorlar. Ama onlar geçince her şey öylece kalıyor. Yani bir süreklilik yok. Yeri gelmişken şunu da vurgulayayım: Bizim bu âlimlere bir şükran borcumuz var. Çünkü eğer Müslümanlar bugün ilimler tarihinde bir yerleri olduğunu ve çok mühim bir yerleri olduğunu biliyorlarsa, bunu bazı fedakâr oryantalistlerin çalışmalarına borçludurlar. Bu çalışmaları XIX. yüzyılda başlatan öncelikle Fransızlardır. Baba-oğul iki Fransız (J.J Sédillot, L.A Sédillot) oryantalist Paris’teki yazmalardan hareketle İslâm medeniyetindeki astronomi üzerine çalışıyorlar ve ilk dönemde Avrupa’ya ne kadar giden şey varsa hep Müslümanlardan gelmiş olduğunu fark ediyorlar. [Hasan] el-Merrâkuşî’nin Câmi‘u’l-mebâdî ve’l-ğayat fî ilmi’l-mîkât adlı eserinin kalın olmayan bir nüshasını elde edip Fransızcaya çeviriyorlar. Bu ve benzeri çalışmalarının neticesinde bilimlerin gelişmesine ilişkin tarihî tasavvurumuzun yanlış olduğunu ileri sürüyorlar. Her şeyi Yunanlılara nispet etmeyi ya da İslâm medeniyetini atlayarak Avrupa’dan başlamayı yanlış buluyor ve Müslümanların ilim tarihinde takdir edilemeyen bir yerlerinin olduğunu savunuyorlar. Daha da ileri gidip bu gerçeği Fransız ilim dünyasının kabul etmesi için çalışıyorlar. Fransız Akademisi bunların iddialarına karşı çıkıyor ve neticede bir çatışma başlıyor. Ne kadar ilginçtir ki bu baba-oğul bu çatışmayı elli yıl aralıksız sürdürüyor. Öyle bir hale geliyor ki bu çatışma Fransa sınırlarının ötesine taşıyor. J. Reinaud adlı bir araştırmacı benzer bir çatışmayı Coğrafya sahasında devam ettiriyor. Bu sırada Almanya’da Alexandre von Humboldt bu çatışmayı yakından izliyor. Son derece insaflı, ilme saygı duyan bu akıllı adam Woepcke adlı öğrencisini İslâm ilim tarihinde yetişmek üzere Paris’e gönderiyor.
İslâm matematik tarihi, özellikle cebri üzerine çalışan kişi değil mi? Ömer Hayyam’ın cebir kitabını çalışarak ilk defa üçüncü derece denklemlerin geometrik çözümlerinin İslâm dünya-sında verildiğini tespit eden kişi.
Evet. Kırk kadar eser yazıyor. Bu bilginin eserlerini toplu olarak birkaç cilt halinde Ensti-tü’nün yayınları arasında yayımladık.
Osmanlı döneminde Salih Zeki’nin Woepcke’nin eserlerini kullandığını biliyoruz. Öyle ki Salih Zeki, Woepcke’nin İslâm cebrindeki notasyon ve semboller hakkındaki makalesini geliştirerek yeni bir makale yazıp Journal Asiatic Sociéty’de yayımlamış.
Bu benim için de yeni bir şey. Demek ki son dönem Osmanlı’da başta Fransızların yaptıkları olmak üzere Avrupa’daki ilim tarihi çalışmaları takip edilmiş. Bu oldukça önemli. Neticede Woepcke bu çalışmalarıyla matematik tarihinin çehresini değiştiriyor. Onun çalışmalarının sonuçları o kadar etkili oluyor ki, artık Fransızlar bile İslâm ilimler tarihinin kıymetini kabul etmeye başlıyorlar. Woepcke’yle beraber İslâm ilimler tarihi çalışmaları Almanya’ya intikal ediyor. İngilizlere çok daha geç intikal etti. Daha doğrusu tam manasıyla intikal etti bile denemez. Kısaca, İslâm ilimler tarihinde önderliği Fransızlar yaptı, daha sonra Almanların eline geçti. Almanya’da en ileri gelen isim Wiedemann’dır. Özellikle Fizik tarihi çalışmaları üç büyük cilt tutuyor. Yeri gelmiş iken bu yayınlar Türkiye’ye geliyor mu?
Süleymaniye Kütüphanesi ile İslâm Araştırmaları Merkezi Kütüphanesi’nde Enstitü’nün hemen hemen bütün yayınları mevcut. Çok az bir kısmı da IRCICA’da var zannediyorum.
Çok iyi. Bu yayınlar Türkiye’ye hiç ulaşmıyor diye üzülüyordum açıkçası. Sizin Enstitü’de var mı?
Bilim Sanat Vakfı kütüphanesinde henüz yok. Yavaş yavaş topluyoruz.
Mevcut nüshalardan birer tane gönderelim o zaman. Arkadaşlar istifade etsinler.
Lütfedersiniz.
Evet! Wiedemann yalnızca kendisi çalışmıyor. Talebelerini de vazifelendiriyor. Mesela bir talebesine Kemaleddin Farisî’nin Tenkîhu’l-Menâzır adlı optik kitabını çalıştırtıyor. Açıkçası sohbetimizi şahıs ve kitap isimleriyle boğmak istemiyorum. Kısaca dersem, Wiedemann eko-lü kırk yıla yakın bir zaman Almanya’da faaliyet gösteriyor. O zamanlar, imkânları daha az olmasına rağmen âlimlerin birbirleriyle münasebeti daha sıkıydı. Birbirlerine bugünkünden daha çok hürmet ediyorlardı. Mesela, bir âlim bir yazma keşfettiğinde; kendisi anlamadığı zaman hemen kopyasını alıp anlayan birisine, mesela Wiedemann’a gönderiyor. Burada şu noktayı da belirtmeme müsaade edin: İslâm medeniyetinde kullanılan bazı ilmî âletlerin modellerini ilk çizen ve yapan Wiedemann’dır; yani bu konuda da önderimizdir. Hülasa olarak bu âlimlere şükran borcumuzu unutmamalıyız. Bu realiteyi kabul etmemiz lazım. Biz bu ça-lışmaları, bütün denilenlere rağmen, oryantalistlere borçluyuz. Bugün, evet, son on onbeş sene içerisinde, Türkiye’de de bir faaliyet var. Ancak dil bilmiyoruz; gerekli kitaplar mevcut değil. Biliyor musunuz? Yunanlılar bile İslâm ilimler tarihi konusunda bizden ileride... Düşünmemiz lazım, niye böyle diye?
Enstitü’ye dönersek, Enstitü’nün kuruluş felsefesi, amacı neydi? Kısaca, nasıl kurdunuz? Bu çok önemli bir süreç. Bu konuda bilgi verebilir misiniz?
Her şeyden önce ilimlerin tarihinin çok geniş bir çapta ele alınması zaruretine inandım. Bunun da bir müessese çatısı altında yapılması zarureti vardı. Müessese de maddî bir problemdi her şeyden evvel. Bir enstitü kurmanız bugün de çok kolay bir hadise değildir. Hele o zamanın Almanya’sında, yabancı bir memlekette, nasıl kurabilirdik? Ortaya bir şans çıktı. Bana, kitabımdan dolayı, ‘Kral Faysal Mükâfatı’ verdiler. Milletlerarası bir mükâfat olduğu için, törene birçok devlet adamını çağırmışlardı. Bu törende onlar beni, ben onları tanıdım. Bu durumu fırsat bilip yine kafama koydum: “Bir vakıf kurmalıyım. Bu vakıf da daha sonra teşekkül edecek Enstitü’nün malî tarafını temin etsin.” Dediğim gibi kafama koydum mu yaparım. Gerisi cehd ü gayret. Bu düşüncemi geliştirdim. O zamanki dekana gidip konuyu açtım. İkna oldu ve üniversitenin yine o zamanki rektörü ile görüştü. Rektör hayret etti. Beni çağırttı. Ben ona da projemi açıkladım. Biraz düşündükten sonra, bana, “Fuad Bey! Siz meşhur bir insansınız; ancak zannediyorum yanlış bir şeyin peşindesiniz. Başarısız olursanız, şu an sahip olduğunuz şöhreti de harap edebilirsiniz” dedi. Netice olarak, rektörü de ikna ettim. Çalışmalara başladım. Para bulmak kolay değildi. Önce bu binayı, şu anda içerisinde bulunduğumuz binayı temin ettik. Bunun için, Kuveyt’te katıldığım bir konferansın akabinde yaptığım uzun görüşmelerden sonra Kuveyt Devleti yardımcı olmayı kabul etti ve bu binayı rektörün de yardımıyla aldık. Kısaca ‘Kral Faysal Mükâfatı’nı bütün bu seyahatlerde kullandım. İki sene süren amansız takiplerden sonra Vakfı kurdum. Ama bununla bitmedi. Enstitü’yü finanse edebilecek şekilde Vakfın sermayesini artırmaya çalıştım. O hale gelmeli idi ki Enstitü’nün senelik masrafını karşılayabilmeliydi. Hem Arap dünyasından, hem de Avrupa’dan para bulmak zordu. İnsanları birçok şeye ikna etmek zorundaydınız. Hâsılı bütün bunları başardım ve Enstitü’yü kurdum. Kurulduğu günden bu yana gayesine uygun çalışmalarını sürdürüyor. Nitekim bugüne kadar tutunabildi, yaşadı ve çok meşhur oldu. Hedefimiz neydi? Şuydu: İslâm ilimler tarihini geniş çaplı araştırmak ve tanıtmak. Vakıf ve Enstitü kurulduktan, maddî gelir sağlandıktan sonra gerisi insan unsuruna bağlıydı. O zaman Avrupa’da bu işe inanan yoktu, Arap dünyasında ise anlayan. Velhasıl işimiz zordu; ancak bu zor işi de başardık. Ancak o zaman ben hem genç hem de dinçtim. Gece gündüz çalışarak Enstitü’yü bu seviyesine getirdim. Projelerimden birisi de İslâm İlim Âletleri Müzesi idi. Çok şükür bunu da başardım ve 800’ü aş-kın aleti yeniden imal ederek Enstitü içerisinde çok önemli bir müze kurdum.
Enstitü araştırma yanında öğrenci de yetiştiriyor mu?
Ben öğretim üyesi iken yetiştiriyordu. Ancak ben şu an emekliyim. Fahrî olarak çalışmaya devam ediyorum. Yine de doktora verme hakkımız var. Seksen yaşını aştık ve zaman bizi yordu. Yine de yapacak işlerim var. Her şeyden önce kitap devam ediyor. Enstitü başka eserler yayımlamayı sürdürüyor. Müze çalışmaları ise oldukça yoğun. Sırtımda çok iş var. Ders verme işini bırakınca kendimi tamamen bu işlere teksif ettim. Kolay değil. Bu Enstitü’de olan her şeyi bütün aşamaları ile takip etmek kolay değil.
Sizin gözünüzle, bilim tarihi çalışmalarının, özellikle İslâm ilimler tarihi araştırmalarının dünyadaki durumu nedir?
Bunca emek vermiş bir insan olarak kuş bakışı baktığınızda nasıl bir manzara görüyorsunuz? Geçmişini özetlediğiniz Fransa’da, Almanya’da şu andaki durum nedir? Ne tür eksiklikler var ve neler yapılmalı? Henüz çok şuurlu, bir hedefe götüren çalışma, açık söyleyeyim, dünyanın hiç bir yerinde yok. Sadece bu Enstitü’de var. O da, mütevazı olmaya hiç gerek yok, şahsımla alakalıdır. Araplar kendi ülkelerinde daha henüz bu işe ayak uyduramadılar. Tek tük Amerika’da, Fransa’da veya başka ülkelerde ferdî olarak bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Elbette, tekrar edeyim, ferdî çalışmalar var. Yeni keşifler yapılıyor. Ancak, mesela Almanlar bile yetmiş seksen sene evvelki Wiedemann gibi bir insanı yetiştiremiyorlar. Nasıl bir insan? Bu işin heyecanını duyan, kendini bu işe veren bir insan. Maalesef, dünyada böyle bir insan hemen hemen hiç yok.
Yalnızca akademik rütbeler için mi yapılıyor çalışmalar?
Ya da zevk alıyorlar diyelim; hoşlarına gidiyor. Mesela bir matematikçi Arapçadan da biraz anlıyorsa, İslâm matematik tarihiyle uğraşıyor ve bundan zevk alıyor. Hedef yok demek isti-yorum. Hedeften de şunu kast ediyorum -bence bu işin püf noktası da budur-: 800-1000 yıl devam etmiş yaratıcı bir medeniyetin hakkını ortaya çıkaralım şeklinde bir maksat yok. Bu maksat etrafında bir araya gelmiş bir müessese yok. Bunu başarmaya azimli bir heyet yok. “Sadece bu Enstitü’de var” derken kasdım buydu. Evet, bu hedef sadece bu Enstitü’de var.
Öyleyse manzara budur diyebilir miyiz?
Evet, manzara budur. Geçen sene Fransızlar geldi ve Fransa’da bir ilmî aletler sergisi açmak istediler. Üç sene çalıştık; ama neticede, maalesef, olmadı. Bu esnada bir Fransız profesör bana şöyle dedi: “Pek çok ülkede iddialarınız kabul görmeye başladı; Müslümanların ilimler tarihinde önemli bir yeri olduğuna inanmaya başlıyor insanlar. Fakat biz Fransızlar, aynı kanaatte değiliz.” Demek istediğim bunca çalışmaya rağmen hâlâ bir mukavemet var. Elbette mukavemet olabilir; ancak hakikat benim dediğim gibiyse, yani hakikaten Müslümanların ilimler tarihinde bir yeri varsa, bu mukavemet ne olursa olsun bir gün çöker. Buna eminim. Ben şahsen Müslümanların katkısının çok büyük olduğuna inanıyorum. Ancak hakikatleri çarpıtmamak için, yani hiçbir yalan, mübalağa katmamak için de daima kendimi kontrol etmeye çalışıyorum. Gerçekten Müslümanların yeri çok büyük. Bunu göstermeyi hedef edinmeliyiz. Bu bakımdan bizim müzemizin çok tesirli olacağına inanıyorum. Bu amaçla, İslâmî İlimler Tarihine Giriş isimli bir eser yazdık. Bu eserde ilk defa Müslümanların bilimler tari-hindeki yerini kronolojik olarak, başlangıcından XVI. yüzyıla kadar göstermeye çalıştık. Bu eseri okuyan yabancılar, takdirlerini ilettiler. Ayrıca bir de teknoloji müzemizi gezdiler mi dehşete düşüyorlar. Mefhumların yanında, daha müşahhas olan bu aletleri yavaş yavaş insanların tasavvurlarına sokabiliriz. Bu da yanlış malumatları tashih edecek bir tesir yaratabilir. Ben buna inanıyorum. Ama mühim olan bu çalışmalara Müslümanların katkıda bulunması. Bu katkı şimdilik çok zayıf. Hatta Avrupalılar bizim adımıza araştırma yaparken bugün dünyada yaşayan Müslümanların varlığını bile kabul etmiyorlar. Çok ilginç. Ancak bu histe sadece Avrupalılar suçlu değil; hiçbir katkıda bulunmayan Müslümanlar bence çok daha fazla suçlu. Sanki İslâm dünyası diye bir şey yok. Muhatap bile kabul etmiyorlar.
Dünyada ki durum, manzara böyle. Elbette dünyadaki manzaraya nispetle, belki sizce, Türkiye’nin durumu söz konusu bile edilmez. Yine de tecrübeli bir kişi olarak Türkiye’de bilim tarihi çalışmalarını nasıl görüyorsunuz? Evet, söz konusu bile edilemez.
Peki! Ne yapılmalı sizce? Özellikle Türkiye’de. Türkiye’de son yıllarda bir yönelme olduğundan bahsetmiştim. Ancak bunların çalışma tarzları çok iptidaî.
Bu yönelimi beslemek, bu potansiyeli harekete geçirmek için neler yapılabilir? Kısaca tavsiyeleriniz nelerdir?
Bizim tecrübemiz, Enstitü tecrübesi dikkate alınarak başlanabilir. Mesela, Türkiye’deki şartlar, emin olun, bu Enstitü’nün şartları kadar müsait değil. Onun için, evvela bir ilimler tarihi müzesi kursak, belki bir ilk adım olabilir ve bir heyecan yaratabilir diye düşünüyorum. Bu müzeden de Enstitü’ye geçilebilir. Ah! Sizler gibi insanlar benim 15-20 sene evvel karşıma çıkmış olsalardı!
Demek ki geç kaldık! Peki Hocam! Dediniz ki Türkiye’de bir müze kuralım, bir heyecan yaratalım, mevcut bu yönelimi besleyelim. Dünyadaki İslâm bilim tarihi çalışmaları için ne ön-görüyorsunuz? Bildiğiniz gibi dünyada ferdî olarak çalışan bazı insanlar var. Belki hedef cihetinden sizin kurumunuzla mukayese edilemezler; ancak yine de onlara bir uyarı olması bakımından neler önerirsiniz? Dünyada İslâm bilim tarihi çalışmaları için neler yapılmalı? Müzeler mi kurulmalı, Enstitüler mi açılmalı? Yoksa bir birlik mi kurulmalı? Mesela, ‘İslâm Bilim Tarihi Çalışanları Cemiyeti’ gibi bir şey düşünür müsünüz?
Her şey insana bağlı. Gerçekten zor bir sual sordunuz. Evet, şurada burada İslâm ilimler tarihinin muayyen branşlarını üniversitelerde okutan hocalar var. Öncelikle bu isimleri tespit edip onlara talebeler göndermek lazım. Sayımızı artırmalıyız. Bu Enstitü’de mesela, ders veremiyoruz; ancak insanlar buraya araştırmaya gelebilir, bunlara burslar sağlanabilir. Türkiye için daha önemli bir şey var. Bu, ilmî çalışma için her şeyden daha ehemmiyetli. Türkiye’de araştırma kütüphaneleri yok. Ben, mesela Kültür Bakanlığı’yla, Devlet’le temasa geçip, çok büyük bir kütüphane kurmasını tavsiye edebilirim. Zannediyorum, şu sıralar Türkiye’de siyasî şartlar da çok müsait. En azından koalisyon yok tatbik edebilecek bir hükümet söz konusu. İşler de en azından yurt dışından görüldüğü kadar, müspet. Düşünün! Türkiye’de muhtelif üniversitelerden kitap getirtmek diye bir şey yok. Kendi çalışmalarımdan örnek vereyim: Matematik Tarihi ciltlerini yazdığım zaman, mesela bir kitap, makale ismi tespit ediyorum. Biz de var ise ne âlâ, yok ise hemen asistanlarıma söylüyordum. Almanya’daki bütün kütüphaneler taranıyor. Tespit edilen kütüphaneye ya faks çekiliyor ya telefon ediliyor ya da şimdilerde elektronik posta gönderiliyor. Nerede olursa olsun kitap veya makale en geç 72 saat içerisinde Enstitü’ye ulaştırılıyor. Bu sistem var mı Türkiye’de. Kısacası, bu büyük bir imkân. Bu imkânı Türkiye’de de yaratmak lazım. Kitabı çoğaltmak lazım. Onun için bütün bu işlemleri de yapabilecek, büyük bir kütüphane kurulması şart. Ayrıca Türkiye’deki mevcut kütüphaneleri dünya kütüphaneleriyle, büyük kütüphanelerle, dünyayla alışveriş edebilecek bir hale getirmek lazım.
Dediklerinizi, bir nebze de olsa, Ankara’da YÖK yapmaya çalışıyor.
 İstanbul’da olması lazım. Çok büyük bir kütüphane... Hatta Türkiye’deki bütün yazmaların dahi orada toplanması gerektiğini düşünüyorum. Allah korusun bir yıkım halinde bu dağınık, Türkiye’nin ötesinde berisinde bulunan yazmaların hali nice olur!
Daha nazarî bir soru sormama müsaade ediniz: Diyelim ki bir genç İslâm bilim tarihinin belir-li bir sahasında uzman olmak istiyor. Tecrübeleriniz ışığında nasıl başlaması lazım? Bir rehber olarak nasıl bir yol haritası çizersiniz?
Evvela, Almanca bilmeden İslâm ilimler tarihi yapılamaz. Çünkü bugüne kadar en mühim etüdler Almanca yapılmıştır. Almanca bilmek lazım. Bundan 40 sene evvel Süleyman Demirel’e yaptığım bir teklif vardı. O zamanlar kardeşim bakandı. Teklifim şuydu: Bursa’da Alman diliyle tedrisat yapan bir üniversite kurulsun. Evet dendi, ama sonu gelmedi. 40 sene evvel bu üniversite açılmış olsaydı çok yol kat etmiş olurduk. Ayrıca Latince de şarttır. Arapça’ya gelince onsuz zaten hiç olmaz. Üstünde çalışılacak ilim dalının teknik muhtevasını bilmek de zorunludur tabi.
Diller ve ilmî teknik muhteva. Daha sonra...
Kitapları takip etmek, araştırmaların izini sürmek; özellikle uygun bir hoca bulmak… Bunların hepsi olmazsa olmaz. İslâm ilimlerinin en büyük, en yapıcı unsurlarından biri şuydu: Müslümanlar, ilimleri hocalardan öğreniyorlardı. Hoca vazgeçilmez bir vasıtaydı. Bakınız Avrupalılar X. yüzyılda Müslümanların kitaplarını tercüme etmeye başladılar, ancak tercümelerin pek çoğu zaten doğru değildi. Metinleri çoğu kez anlamadan tercüme ediyorlardı. Tercümeleri okuyanlar da konuları yarım yamalak anlama şansına sahiptiler. Ne zaman anlamaya başladılar: Hoca yetiştirip bu konuları hocalardan okumaya başlayınca. Bu da ancak XVI. yüzyılın sonu XVII. yüzyılın başlarında vuku buldu. Hocalardan öğrenme metodu son derece önemlidir İslâm ilimler tarihinde. Hoca merkezli bu eğitim-öğretimde intihal da çok zordur. Bundan dolayı İslâm medeniyetinde intihalin oranı çok azdır.
İntihal yoksa o zaman atıf sistemi çalışıyor demektir.
Evet! İntihal yok ve kaynakları zikrediyorlar. Yunanca veya başka bir dilde fark etmez. Belki de tarihte ilk defa kaynak zikrederek ilim yapma geleneği İslâm medeniyetinde oluştu. Bu nokta son derece önemlidir ve pek çok oryantalist bu noktayı anlayamamıştır. Aslında bir şey diyeyim mi: Hocam Ritter dâhil, pek çok âlim İslâm medeniyetini hakkıyla anlayamadı ve hala anlaşılamıyor.
Bu açıklamalarınıza istinaden şöyle diyebilir miyiz?: Müslümanlar dahil, günümüzde insanların İslâm medeniyeti tasavvurlarında sorun var.
İşte tam da dediğim bu. Evet! Hem de ciddi anlamda sorun var. Tefsir geleneği, hadis geleneği, kısaca ‘rivayet geleneği’ son derece ilmî usullerdir. Öte yandan bakıyorsunuz ‘rivayet usulü’ tarih ilminde de uygulanmış ve yüksek seviyede ilmî bir tarih geliştirilmiş. Avrupalılar bu noktaları hâlâ anlayamadılar. Müslümanların da anladığı söylenemez ya. Bu dediklerimi en güzel Taberî Tefsiri’nde müşahede edebilirsiniz.
Son söylediklerinizi fırsat bilerek sorayım: “İslâm medeniyetinin batı medeniyetine etkisini insanlar hâlâ anlamadı” diyorsunuz. Bu konuda ne yapılması lazım? İslâm medeniyetinin Batı medeniyetine aktarılması ve oradaki ilmî faaliyetleri tetiklemesi, etkilemesi...
Bu hususta yine tevazu hududunu rencide ederek söyleyeyim: İlimler Tarihine Giriş adlı el kitabımda bu konunun metodunu yazdım, çerçevesini çizdim. Bu kitabın iyi bir rehber olduğunu düşünüyorum. Sonra bugüne kadar çıkan pek çok kitabımın ön sözlerinde bu konuyu defaatle ele aldım, inceledim. Ama bu çalışmaları Türkçeye tercüme etmek lazım.
Konuşmamızda bir vurgunuz var: “Batılılar hatta Müslümanlar bu ‘etki’yi anlayamıyorlar” diyorsunuz. Bu etkiyi küçümsüyorlar ya da çok cüzî kabul ediyorlar.
Mesele anlamak değil yalnızca. Bilmiyorlar. Hayır! Bilmiyorlar. Çünkü ilimler tarihinde yanlış Rönesans tarifi var. Herkesin kafasında bu tarif mevcut: Yunanlılar ilimleri kurmuş, aradan asırlar geçmiş, XVI. yüzyıl sonlarında Avrupalılar yavaş yavaş bu ilimleri elde etmiş ve geliştirmeye başlamış. Peki! Bu ilimler Avrupalıların eline nasıl geçmiş, hangi coğrafyadan geçmiş, hangi muhteva ile geçmiş. Bunları uzun zaman Avrupalılara unutturdular. İlimler tarihi kitaplarında da bu hakikati görmezden geldiler. Biraz önce zikrettiğim isimler büyük bir insaf-la bu tarife karşı çıkmış. Ancak yanlış malumatlar, düşünceler o kadar derine inmiş ki bunları kolay kolay tashih etmek mümkün değil. Bir neslin değil, birkaç neslin işi bu. Bu işin de çok şuurlu bir şekilde yürütülmesi lazım. Her şeyden önce İslâm dünyasının bu çalışmalara yoğun olarak katılması gerek. Açıkça söyleyeyim: İslâm dünyası bile bu yanlış düşüncelerin o kadar içinde ki birçok kişiye yaptıklarımızı anlatınca şaşırıp kalıyorlar. Yani işin ilginç tarafı Müslümanların tarihte ne kadar büyük yerleri olduğuna önce Müslümanları inandıracaksınız. Bu da işimizin ne kadar zor olduğunu gösteriyor.
Bir Türk gazeteci, Topkapı’daki İslâm Teknoloji Âletleri serginiz hakkında bir yazı yazmış. Bu yazıda şöyle diyor: “Fuat Bey’in yaptığı çalışmalara itibar ediyoruz. Tamam, bunlar vardı. Ama ne oldu? Niye devam etmedi?” Bu soruya nasıl cevap verebilirsiniz?
Bana çok zor bir sual sordunuz. Bu sual şimdiye kadar bana binlerce kez sorulmuştur. Alman bilim adamları Müzemizi gezdiklerinde daima şu soruyu soruyorlar: “Peki! Doğru. Müslümanlar bu kadar ileriydiler; bunu kabul ediyoruz. Müslümanlar bu kadar ileri oldukları halde neden şimdiki İslâm dünyası bu kadar geri?” Bu sorulara bir dereceye kadar cevap vermeye çalıştım. Hemen söyleyeyim: Bu sualin cevabı kolay değil. Kitabımın ilk cildinin son sayfalarında bu problemi ele alıp cevaplandırmaya çalıştım ve ben o cevabın geçerliliğine inanıyorum. Ama dediğim gibi bu sualin cevabını bu kısa konuşmada tafsilatıyla veremem. Şöyle bir örnek vereyim. Bizanslılar Yunanca bilmesine ve Yunanlıların bütün kitapları ellerinde olmasına rağmen devam edemediler. Ortaya kayda değer bir şey koyamadılar. İslâm dünyasında ise tercümeler yapılıyordu. Mevcut ilmî birikim fehm edilmiş, dönüştürülmüş, geliştirilmiş, yepyeni katkılar yapılmış, yeni ilmî disiplinler kurulmuş vs. Batılıların ilk tanıdığı bu geliştirilmiş ilim. Daha sonra Yunan’a dönüyorlar. Hatta biliyor musunuz; ilk tercü-meleri yapan Avrupalılar, bu eserleri Yunalıların eserleri diye tercüme ediyorlar. Önceyi bil-medikleri için İslâm ilmî birikimini de anlayamıyorlar; hatta eserlerin üzerine Yunanca âlim isimleri yazıyorlar. Neyse bu tarihî bir vakıa. Biz gerileme meselesine gelelim. Her şeyden önce İslâm medeniyetinde bir yıpranma oldu. Öncelikle bu yıpranmanın sebeplerini bulmak lazım. Ben bunu eserlerimde izah etmeye çalıştım. Kısaca, İslâm dünyası, dünyanın merkezi halindeydi. Avrupalılar Hindistan diye Amerika’ya ulaştıktan sonra dünyanın şartları değişti. İslâm’ın politik, özellikle iktisadî gücü yavaş yavaş kayboldu. 1492 senesinde Müslümanlar İspanya’yı tamamıyla kaybettiler. Daha önce Portekiz’i kaybetmişlerdi; yani bütün Avrupa’yı terk ettiler. Bu bölgelerde geliştirdikleri bütün ilimler Avrupalıların eline geçti. Demek istediğim şu: Müslümanlar sadece ilim üretmekle kalmadılar, kendilerinin yerini alacak insanları da yetiştirdiler. Esasında şöyle söyleyeyim: Müslümanların hem kendileri, hem de dünya medeniyeti bakımından en büyük faydalarından birisi de İspanya’ya ayak basmalarıydı. İspanya’ya ayak basmalarından itibaren Müslümanlar kendi haleflerini de seçmişlerdi. Yani kaderlerini kendileri çizdiler. Müslümanlar Bizans topraklarına ayak basarken yeni bir medeniyetin kurucusu olacaklarını, kurmaya namzet olduklarını göstermişlerdi. İspanya’ya ayak bastıklarında ise yerlerini alacak kültür dünyasını seçmişlerdi. Ben bunu: “Bu kültür dünyasını biz yetiştiriyoruz” manasında anlıyorum. Çünkü onların kullandıkları pusula İslâm dünyasında yapılmış pusulaydı; bütün bilgileri İslâm dünyasından gidiyordu. Kısaca Avrupa medeniyetinin istikbalini biz çizdik. Ama bu son geldikleri noktadan bizim sorumlu olduğumuz manasına gelmemeli: Atom, anormal silahlar... İlginç bir şekilde kendi sonlarını kendileri hazırlıyorlar, hem de akıl almaz bir süratte.
Sizi çok yorduğumuzun farkındayız. Son bir sorumuz var: Bilim tarihi açısından Osmanlı dönemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Esasında Osmanlı medeniyetinin hiçbir büyük, cevherî problemini, İslâm medeniyetinin dışında düşünmemek gerekir. Böyle düşünmeye başladığınızda hiçbir sorunu çözemezsiniz. Başka bir ifadeyle, İslâm medeniyetinin yükselme ve zaaf noktalarını iyi bileceksiniz, ondan sonra Osmanlı medeniyetini tanıyacaksınız. Bizim çok iyi tarihçilerimiz var; ancak Arapça bilmediklerinden İslâm medeniyetini hiç tanıyamıyorlar. Bunun sonucunda da Osmanlı medeniyetini bir türlü çözemiyorlar.
Kısaca şöyle diyebiliriz: Osmanlı’yı İslâm medeniyetinin tabiî bir parçası, devamı olarak görünce hem zaaflarını, hem kuvvet noktalarını fark etmiş oluruz. Son olarak kamuoyuna, ilim dünyasına, bu yola baş koyacak genç ere bir diyeceğiniz var mı?
Türkiye’yi ziyaret ettiğim zamanlarda uzaktan şunu görüyorum: Aşağı yukarı iki cephe var: Bir muhafazakâr zümre; bu zümre mütearız olmayan bir zümre. Bazen kendisini müdafaa şeklinde tezahür eden bir taarruza geçişi var; ama çok önemli değil bu. Bir de bugünkü İslâm dünyasının zayıflığını, İslâm medeniyetinin, İslâm dininin bünyesinde arayan bir zümre var. Bu zümre kompleksler içerisinde. Ben bu iki cepheyi de yabancı bulmuyorum; çünkü bana göre her ikisi de benim milletimin bir parçası. Mesela muhafazakâr zümre öbürlerinden korkuyor ve kaçıyor belki; çünkü öbürleri mütearız; muhafazakâr kesimi insan gibi görmüyorlar. Birçok Avrupalı âlimlerin bizi, İslâm dünyasını hiç görmeleri gibi. Neticede ben bu iki kesimi de reddetmiyorum. Onlar benim mensup olduğum medeniyetin parçaları. Ancak her iki kesim de İslâm medeniyetinin, İslâm ilimlerinin 800-1000 yıllık yaratıcı bir medeniyet olduğundan haberdar değil. Bunu göstermekle, en azından büyük bir kısmının yaratıcı hale getirilebileceğine inanıyorum. Mütearız zümre, İslâmiyet’ten kendimizi kurtarırsak, din adamlarını, dini bertaraf edersek Türkiye’yi birden bire Avrupalı yaparız düşüncesindeler. Bu çok yanlış; bu kafayla hiçbir şey yapamazlar. Tam tersine çok büyük bir pasiflik içerisine düşerler. Başka bir taraftan muhafazakâr zümrede, bizde din adamı da yok. Din adamını çok kuvvetli hale getirmek lazım. İslâm dininin birçok ahlâkî prensibi var. Bu prensipleri bütün insanlara duyurmak, bu prensipleri yaymak lazım. Bunları duyuracak, yayacak din adamı yok maalesef. Hem Avrupa sihirli bir değnek değil ki... Eğer bu medeniyeti dinden tecrit ederek birden bire Avrupalılaştıracaklarını zannediyorlarsa yanılıyorlar. Hakikat ne menfi, ne de müspet anlamda mübalağayı kaldırmaz. Onun için her iki kesime de yalnızca hakikati göstermek lazım. Ben bu bakımdan kurmuş olduğumuz müzenin muhtevasıyla çok faydalı olacağına inanıyorum. Elbette Enstitü’nün yayımladığı kitapların tercümesi de büyük bir mesafe kat edilmesini sağlayabilir.

Çok teşekkür ediyoruz Hocam! Lütfettiniz.