Sömürgecilik ve sömürge karşıtlığı
kavramları, Müslüman zihninin çokça üzerinde durduğu, Müslüman fikir
havzalarının sıkça kendisine başvurduğu kavramlar olmasına karşın, Müslümanlar
tarafından sömürgecilik ve bağıl kavramlar hakkında ehemmiyet kesbedecek bir
külliyat oluşturulamamış olduğu bir vakıadır.
Bu durum, tarihsel süreç içerisinde
sömürgeci güçlere karşı verilen her türlü fikri ve bedeni mücadelelerin
kıymetine elbette ki bir halel getirmemektedir. Yaklaşık iki yüz yıldır İslam
coğrafyalarında vuku bulmuş ve halen devam etmekte olan sömürgeciliğe karşı
yapılan fikri ve bedeni cihad, kıymetli ve ehemmiyetlidir. Bu yazıda işaret
edeceğim ana fikir; sömürgeciliği
‘arizi’ bir durum olarak değil de ‘mutlak’ bir durum olarak gören
psikolojinin oluşturmuş olduğu ‘sömürgecisine bağımlı’ bir dilin üretmiş olduğu
reaksiyoner çıktıların eleştirisi merkezinde şekillenecektir.
Bu eleştirinin muhatabı tabiidir ki salt
mazisi değildir. İslam Dünyasının bugünü ve inşa etmek zorunda olduğu istikbali
için sömürgecisine bağımlı bir dilin artık terkedilmesi gerektiğini
savunuyorum. Bu savununun işaret ettiği niyet ise; sahih ve işe yarar bir tarih
bilincinin oluşturulmasının gerekliliğinin izharına yöneliktir. İslam
coğrafyalarında tarih silinmiştir. Bu silinme işlemi, sömürgeci güçlerin yapmış
olduklarını aşan bir durumdur. Sömürge karşıtı dil, süreç içerisinde aktüelin
“hafızasızlaştırıcı” özelliğinin tuzağına düşerek olayları önceleyerek fakat
tarihi oluşturan olguları geri plana iterek tarihini silmiştir. Tarih bilinci; olayları,
olguları ile birlikte ele alarak, var olmuş, var olan ve var olacak toplumsal devamlılık
bilincine işaret etmektedir. Fakat sömürgecilik ve sömürge karşıtı dil,
muhatabını, kendisine, toplumuna, coğrafyasına, tarihine ve toplumsal mirasına
yabancılaştırmıştır
Bu yabancılaşma paradoks bir mahiyet
arz etmektedir. Sömürgeciliğe karşı bireysel ve toplumsal direnişin merkezinde
yer alan yerellik ve sahiplilik vurgusu, süreç içerisinde sömürgeci güçlerin
kapsayıcı hâkimiyeti ile giderek aktüel argümanlar eşliğinde unutulmuştur. Bu
unutmanın esas paradoksal tarafı, unutma fiilinin ait olduğu tarihsel kesitlerinin
şartları dâhilinde güçlü bir karşılığının bulunuyor olmasıdır. Daha çok sosyal
ve siyasal saiklere tarihin donduğu zaman kesitine karşılık gelen
sömürgeleştirme faaliyetleri sonuç olarak, tarihin donduğu coğrafyalarda, toplumsalı
paramparça etmekte zorlanmamıştır. ‘Tüm
İslâm toplumları, kolayca sömürgeleştirilen Endonezya’dan Fas’a, Şii-Caferi
İran’dan Sünni Osmanlı’ya kadar Müslüman dünya, modernizmi, Batı yükseliş ve
meydan okuyuşunu “heretik” akımlarını ezip tasfiye etmiş, geleneğe bağlılığı
kurumsallaştırmış bir İslâmî zihniyetle karşılandılar. Bu, olguların içeriğini
araştırmaya, buradan hareketle onlara gerektiğinde yeni bir dini form ve yorum
sunabilecek bir kavrayış değil, tam aksine onları formlarından hareketle
yargılayan ve dolaysıyla “yeni”yi bidat (sapma) saymaya koşullanmış bir
yaklaşımın ördüğü bir zihniyet dünyasıdır’.[1]
Böylece tarih ve tarih ile aktarılmış olan bütün anlatılar derin bir meşruiyet
krizine girmiştir.
Genelde İslam Dünyasında ve özelde
Arap Coğrafyalarında Yirminci Yüzyıl başlarında gelişen milliyetçilik akımları
ile yüz yılın ortalarında milliyetçilik akımlarına eşlik eden sosyalist akımların
revaç bulması, özellikle aydın temelli derin bir yabancılaşmayı gündeme
getirmiştir. Bir önceki nesle sahip olmayan ve sonraki nesle aktarılmayacak
siyasal görüşlerin çokluğu ve kendi aralarındaki toplumsalı temsil etme
noktasında ortaya çıkan iktidar çatışmaları, kendisi ile kaim siyasal bir
kısırdöngüyü ortaya çıkarmıştır.
Yirminci Yüzyıl başındaki sömürgeleştirilmiş
coğrafyalardaki toplumsal hareketlerin siyasal ufku, sömürgeci güçlerin
dayanmış oldukları sosyal ve siyasal kuram ve kurumların iktibasından öteye geçememiştir.
Sömürgecisi ile kaim siyasal bir dilin mevcudiyeti, siyasal ufuk karartmasını
elan gündemde tutmaktadır. Siyasal meşruiyetini, toplumsal destek ve sosyal arka
planını sömürge karşıtı retoriğe mahkûm eden siyasal zihin, eleştirilen ve
karşı konulan dünya düzenini değiştirmek yerine, nihayetinde onun yerine geçmek
gibi bir bilinçaltına sahiptir. Kanaatimce yabancılaşmanın zirvesini bu durum
oluşturmaktadır. Bu zirve aynı zamanda bir tarihe sahip olunmadığının itirafı
gibidir.
Bu çalışmada sömürgeci güçlerin neyi
ve nasıl yaptığı merkeze alınmamaktadır. Sömürgeleştirilmiş coğrafyalardaki
yerel ve asli unsurların içerisine girmiş bulundukları derin yabancılaşma ile
bu yabancılaşmanın yol açtığı sosyal psikolojik patolojilerin ‘öğrenilmiş/belletilmiş çaresizliği nasıl
ürettiği ve bu üretimlerin siyasal, sosyal ve kültürel süreç ve sonuçları bu
çalışmanın merkezini oluşturmaktadır. Yüz yılı aşkın bir süredir Müslüman aydın
tarafından olayları önceleyerek dile getirilmekte olan sömürge karşıtı bir
dilin saklamış olduğu ‘bizim tarafa’ düşenleri özeleştiri süzgecinden geçirmek
gerekecektir. Tabiri caiz ise iğneyi kendimize batıracağım.
Tarihe ve
Topluma Yabancılaşma:
Pitirim A. Sorokin, tarih
felsefelerinin oluşumunu bunalımlı zamanların ürünleri olarak görür. Felaket,
ciddi bunalım, geçiş ve çözülme dönemlerinde insan, toplum ve insanlığın nasılı
ve niçini üzerinde düşünür. Tarih felsefelerini inşa etmiş ya da oluşumuna
katkıda bulunmuş olan düşünürler, bunalımlı zamanlarının bizatihi şahitleridir.
Mısır, Mezopotamya, Çin, Hindistan, Antik Yunan, Roma ve Modern Avrupa
kültürlerini ve ideolojilerini derinden etkilemiş olan tarih felsefelerine ait
metinler hep bunalımlı zamanlarda yazılmış, söylenmiş ve aktartılmışlardır… Bunun
gibi, gelmiş geçmiş tarih felsefelerinin en büyüklerinden biri olan İbn
Haldun'un Mukaddime'si de, derin bir bunalım ve çürüyüşün Arap kültürünü
etkisi altına aldığı on dördüncü yüzyılda yaratılmıştır. İbn Haldun'un kendisi
bu bunalım dönemini ve kendi çektiği sıkıntıları Berberilerin Tarihinde,
Kendi Hayat Hikâyesi'nde ve Mukaddime’sinde parlak bir biçimde
anlatmaktadır. Bu liste, Machiavelli'nin Hükümdarı, Konuşmaları ve
Floransa Tarihi, Giambattista Vico'nun Yeni Bilimi, Hobbes'un Leviathan’ı,
Locke'un toplumsal-felsefî incelemeleri, düzinelerce öteki anlamlı yapıtlarla
uzatılabilir. Bunların hepsi, düşünürlerin içinde yaşadıkları toplumun bunalım
koşullarında ve çoğu kere yazarın kendi kişisel yaşamında bir bunalım sırasında
tasarlanmış ve doğmuşlardır.[2]
Derin bunalım dönemlerinde tarihsel
yürüyüşünü anlamlandıramayanların bunalımdan çıkarak yeni bir sıçrama
yapamayacakları aşikârdır. Tarihe yabancılaşma; mevcut bunalımların sebep ve
neticeleri ile bu bunalımlardan nasıl çıkılabileceği hakkında tutarlı ve
kapsayıcı fikir sahibi olamama durumudur. Topluma yabancılaşma; başta yönetici
siyasal düzenek ile toplum önderlerinin yine siyasal saiklerle tarihi
dondurarak her türlü insan akışkanlığını durağanlaştırılmasına karşılık
gelmektedir. İbn Haldun’da bu durum ‘çürüme’ olarak çözümlenmiştir. Bir zaman
kesitinde toplumsal dinamizme karşılık gelebilecek ‘asabiyetin’ topyekûn
ortadan kalkmış olması, İslam coğrafyalarının ve Müslüman topluluklarının
kolayca sömürgeleştirilmesini mümkün kılmıştır.
Uzun bir yüzyıl, Müslüman aydının sömürgeci
güçlerin toplumlarına neler yaptıklarına dair sızlanma ve şikâyetleri ile
geçti. Gazete, dergi, kitap, konferans gibi neşriyat mecralarında sürekli
gündemde tutulan bu durum, tutarlı ve yapılabilir çözüm yolları önerilerini
sürekli baskı altında tuttu. Bu sızlanma ve şikâyet külliyatını devir almış
olan yeni nesiller ise devredilen bu mutlak yenilgi psikolojisi içerisinde kendilerini,
öncesi ve sonrası olmayan ‘tarihsiz ve toplumsuz’ bir durumda buldular.
Güncelde yaşanmakta olan ‘Işid’ olgusu ve olayı tam da bu sosyal psikolojiden
kaynaklanmaktadır. Zira tarihsiz ve toplumsuz kalmış olan yığınların
kendilerini ifade edebilecekleri ve toplumsal bir doyumu yaşayabilecekleri
vasıtalar ortadan kalktığı için yapay organizasyonlar devreye girmektedir.
Hiçbir yoruma müsamaha göstermeyen ‘selefilik ve haricilik’ olgusu, tarihin ve
toplumun donduğu ya da tam tersi tarihin hızlandığı ortamlarda kendisini
göstermektedir. Hâlbuki toplumsalı ile birlikte vuku bulması gereken tarihsel
yürüyüş ve sıçramalar aynı zamanda bir yorumlar manzumesidir. Bir İslam yorumu, birçok faktörün
etkileşimiyle oldukça karmaşık bir süreçte oluşur. Genel olarak İslam
yorumlarını belirleyen faktörler arasında, toplulukların etnik, kültürel
karakteristikleri, eski kült ve adetleri, yaşadıkları coğrafya ve hayat
tarzları, İslâm ile tanışma ve onu algılama biçimleri, dünya düzeni idealleri
ve tarihte kendilerine nasıl bir rol biçtikleri sayılabilir.’[3]
Fikri ve eylem planında tarihin
donmuş olması, bir tarih perspektifine sahip olamama durumu ile eş anlamlıdır.
Bir tarihe ve topluma sahip olamama durumunun yıkıcı sonuçları
sömürgeleştirilme ile genel bir hal almıştır. İslam dünyasındaki aydın ve ulemanın,
‘Bize ne oldu’ sorusundaki gizli özne olan din ile olan ilişkileri gözden
geçirirken tarih ve toplum olgusunu ıskalamış olması, tarihsiz ve toplumsuz
dini tartışmaları gündeme getirmiştir. Bu haliyle bu tartışmalar verimsiz ve
sonuçsuz olmak durumunda kalmıştır. ‘Tarih,
teolojinin en kapsamlı ufkudur, zira bütün teolojik soru ve cevaplar, Tanrı’nın
insanla birlikte düşünüldüğü bu tarih çerçevesi içinde daha bir anlam taşır ve
ayağı yere basmayan çok spekülatif ve teorik tartışma, tarih bağlamında anlamlı
bir bütüne dönüşür. Bu anlamlı bütün içinde de Tanrı’nın tarihle bağlantısı
daha çok, Tanrı’nın tarihin iyiye doğru gidişini sağlaması anlamında inayet;
âlemde gözlenen kötülüklerin varlığını Allah’ın adil ve iyi oluşuyla
uzlaştırmaya çalışma anlamında teodise ,tarihsel bir varlık olarak insan(lık)
ve tarihin sonu veya nereye yöneldiği ile ilgili teorilerin teolojik uzantısı
durumundaki “eskatoloji” gibi kavramlarla kurulmaktadır. Tarih bir
objektifleşme, gerçeklikle yüzleşme alanıdır; zira, insan tarihte sadece
yaşamayan, yaşadıklarını, tecrübelerini toplayan, insanileştiren bir özelliğe
sahiptir. Bu tecrübeler toplamı içinde yaşadığı ortamın, yaşam şartlarının
şüphesiz belirleyiciliği var. Bu yaşam tecrübesi, insanın ne olmak istediğini
belirleyen bir özelliğe sahiptir; başka bir ifadeyle insan ne olabileceğini,
nerelere kadar uzanabileceğini bu yaşam şartları ve tecrübesi içinde
keşfedebilmektedir. İnsan olmanın sınırlarını ona öğreten, bir doktrinin
ötesinde bu yaşamdır, tarihtir. Bu anlamda toplum, statik ilişkiler ağının
oluşturduğu monolitik ve sabit bir entite değil, bir gelişme seyriyle oluşan,
kendisiyle birlikte kendisini tanımlayan kavramları da değişikliğe uğratan bir
yapıya sahiptir. Bunun için de toplum kavramı, teolojik verileri yorumlamada
bize gözardı edilemeyecek hermenötik bir arka plan sağlayarak, bizi aşırı
idealizmden de kurtarır. (…) Ancak, toplumsal şartların bu belirleyiciliğinin
sınırlarını iyi tespit etmek gerekir. Bilgiyi bütünüyle toplumsal şartlara
bağlamak, bu şartları hiçbir şekilde aşamama ve değiştirememe gibi bir düşünce
ve yargının oluşmasına götürebilir; ama tarihsel kırılmalar bunun böyle
olmadığını göstermektedir. Bu şartları aşma, “eleştirel bilinçlilik” veya
“diyalektik düşünme” denen bir yöntemle geliştirilebilir. Kişi içinde yaşadığı
kültürel ortamın mevcut baskın düşünce formlarıyla ilişkisini belli bir niyet
ve bilinçlilik ile eleştirel ve diyalektik bir tarzda kurmak suretiyle,
kendisini çevreleyen ve kuşatma riski altına alan sosyal çevrenin
şartlandırmasının üzerine çıkabilir. Çoğu zaman içinde yaşadığımız ve bizi
çevreleyen ve sınırlayan toplumsal düşünme ve hareket etme biçiminin ötesine
geçmek için bir üst doktrine ihtiyaç duyulur. Kendi dinamikleriyle evrilemeyen
bir toplumu böyle bir doktrin uyandırabilir ve evrilebilir. Toplumun görme ve
hareket etme kabiliyetindeki bu toplumsal felç ve tutulma (katalepsi) durumunu
aşmak için, gönderilen peygamberlerin bu insanlara “kalkın, uyanın” nidalarıyla
uyandırmaya çalışmasının mantığı burada yatmaktadır.’[4]
Tarihsel donukluğun ve bunun tabii
bir sonucu olan toplumsal durağanlığın çeşitli nedenleri vardır. Bu nedenler
üzerinden geçmişi yargılamak basit ve caziptir ama bir işe yaramamaktadır.
Mesele, tarihin neden donduğunu anlamaya çalışırken tutarlı ve işe yarar çözüm
önerilerinin hayata geçirilmesini sağlayacak fikri ve ameli bir perspektife
sahip olmaktır. Sömürgecilik, İslam dünyasının içine düşmüş olduğu tarihsel
donmanın bir nedeni değil ancak bir sonucudur.
Batılı sömürgeci güçlerin dünyanın
geri kalanına neler yaptığına dair anlatıların değeri, ancak toplumları
uyandırmak ve bilinçlendirmek maksadı kadardır. Fakat bunu sürekli bir hale
getirerek salt sızlanma ve şikâyet konusu mertebesine hapsetmek, sömürgeci
güçlerin arayıp da bulamadıkları ‘her şeye kadir mutlak güç’ algısını
oluşturmaktadır. Öğrenilmiş/Belletilmiş çaresizlik sendromu, salt sömürgeci
güçlerin oluşturduğu bir olgu değildir. Aksine sömürgecilik karşıtı dilin
üretmiş olduğu anlatıların oluşturmuş olduğu bir olgu olarak karşımızda
durmaktadır. Bu psikolojinin ama teması; sömürgecisinin varlığı ile ancak kendi
varlığını tanıma garabetidir. ‘Gerçekten
de sömürgeci, düşman olmaktan, uzlaşmaz karşıt olmaktan, özellikle öldürülecek
insan olmaktan asla kurtulamaz. Ezen, kendi alanı içinde hareketi, tahakküm,
sömürü ve talan hareketini var kılar. Öteki bölgeye ise sömürgeleştirilen,
yağmalanan sömürge halkı çöreklenmiştir ve kıyı bölgelerinden "metropol'ün
saray ve doklarına doğrudan doğruya giden bu hareketi elinden geldiğince
besler. Donmuş bu bölgede deniz durgundur, palmiyeler esintiyle hafifçe
sallanır, dalgalar kıyılara vurur ve hammaddeler durup dinlenmeden gidip
gelirken sömürgecinin varlığını meşrulaştırır. Oysa bu arada canlıdan çok ölüye
benzeyen sömürge halkı hiç değişmeyen rüyası içinde büzülür kalır. Tarihi yapan
sömürgecidir. Onun yaşamı bir destan, serüven dolu bir maceradır. O, mutlak
başlangıçtır: "Bu toprakları biz yarattık." Süreğen neden de odur:
"Biz buradan ayrılırsak her şey biter, bu ülke Ortaçağ'a geri döner."
Sömürgecinin karşısındaki "atalardan kalma geleneklerine saplanıp kalmış
ve içten içe yanıp tutuşan uyuşuk insanlar ise sömürge merkantilizminin
yaratıcı dinamizmine neredeyse taşlaşmış bir çerçeve sağlar. Sömürgeci tarih
yapar ve yaptığını da bilir. Sürekli metropolün tarihine değindiği için,
kendisinin bu metropolün bir uzantısı olduğunu açıkça gösterir. Dolayısıyla
yazdığı tarih yalnızca yağmaladığı ülkenin tarihi değil, bütün yağmaları,
tecavüzleri ve açlıktan öldürmeleriyle kendi ulusunun da tarihidir. Sömürge
halkının mahkûm edildiği hareketsizliğin sorgulanması için, sömürge halkın
kendi ulus tarihinin, sömürgesizleştirme tarihinin var olabilmesi amacıyla
sömürgecilik tarihine, yağmalama tarihine son vermeye karar vermesi gerekir.’[5]
Siyasetsizlik;
Kamusal Alanlara Yabancılaşma:
Siyaset dinamik bir süreçtir ve ete
kemiğe kamusal alanlarda bürünür. Max Weber, siyasal topluluğu; kenti savunmaya
hazır olan güçler olarak tarif eder.[6] Bir Osmanlı
devlet adamı ve aydını olan Emir Şekip Arslan sömürgecilik döneminin önemli bir
şahididir. Arslan, siyasetin dinamik bir süreç olduğuna dikkat çekerek büyük ya
da küçük ölçekli siyasal iradenin kamusal alanlara yabancılaşması sonucunda
oraya çıkan yıkıcı sonuçlarını eserlerinde açık bir biçimde anlatmıştır.
Arslan ‘Müslümanların Geri Kalma
Sebepleri’ adlı risalesinde her ölçekte siyasetsizliğe açık vurgu yapmaktadır. Arslan,
İslam dünyasını Amerika, Avrupa ve Japonya kalkınması ve ilerlemesi ile
karşılaştırdığı bu risalesinde basit ama çarpıcı şu tespitlerde bulunmaktadır.
1-
İslam dünyası tek tip değildir. Siyaseten tep tip
olarak da görülmemelidir. Zelil ve fakir bölgelerde yaşayan zayıf Müslümanlar
olduğu kadar izzetli ve zengin bölgelerde yaşayan güçlü Müslümanlar da
bulunmaktadır. İster fakir bölgelerde olsun, ister zengin bölgelerde bulunsun
Müslümanlar imkân konusunda sanıldığının ya da bilindiğinin aksine zayıf
değildirler. Mesele bütün bu imkân ve zenginlikleri harekete geçirebilme
iradesini ortaya koyabilmektir. İslam dünyasında tutarlı bir örgütlenme
becerisi bulunmamaktadır.
2-
Bu hareketi sağlayabilecek tutarlı bir toplumsal
hareketlenmeye gereksinim vardır. Çalışma ve gayret bu hareketlenmesi
sağlayacak en önemli vasıtadır. Fakat İslam dünyası derin bir cehalet ve
uyuşukluk içerisindedir.
3-
Dini ve milli dayanışmayı sağlayacak ortak paydalar
ortadan kalkmış bulunmaktadır. İslam dininin emretmiş olduğu yiğitlik,
fedakârlık ve paylaşma duyguları ortadan kalkmıştır.
4-
İslam dünyasına ya vurdumduymazlık ya da yenilmişlik
psikolojisinin derin travmaları damgasını vurmuştur.
5-
Sömürgeci Batı âleminin İslam dünyasına yöneltmiş
olduğu değersizleştirici propagandaları yerel aydınlar tarafından ciddiye
alınarak ya teslimiyetçi ya da savunmacı bir fikri zemin gelişmiştir. Bu fikri
zemininde kurtuluş için siyasi bir karşılık bulunmamaktadır.
Döneminde tek örgütlü güç olan
Osmanlı Devletinin merkezi siyasal ağırlığı, bölgesel dinamiklerin gelişimini engellemiş,
bölgesini savunacak tutarlı bir siyasal topluluğun ortaya çıkışını
engellemiştir. Esasında tarihi ve toplumu donduran ve felçli bir hale getiren
de bu siyasal tutumdur. Osmanlı
Devletinde Batılı anlamda bir burjuva sınıfı bulunmuyordu. Değeri üretenlerin
faaliyetlerinin niteliği ve sınırı devlet katında belirlenmişti. ‘Osmanlı Devleti, toplum içindeki grupları
tasnif eder, her birine kendi biçtiği bir "rol" tanır, bu grupların
önderlerini topluluğun hareketleri açısından kendine karşı sorumlu tutar;
gruplan ve kişileri kendine göre çizdiği bir toplumsal "yapı" planına
yerleştirir. Rejim, kaynakları denetleme politikasının bir parçası olarak,
ülkenin zenginlik kaynaklarının ve uyruklarının niteliklerinin zaman zaman
"envanter"ini çıkarır.’[7]
İzzet ve ikbal kapılarının anahtarı
devlet katında idi. İzzet ve ikbali elde etmek için bir şeyler üretilmesi
gerekmiyordu; ürün fazlasına el koyan devlet aygıtına dâhil olmak yeterliydi.
Osmanlı Devleti, 19. Yüzyıl Avrupası ile ölümcül karşılaşmasında sermaye
birikiminden yoksun bir durumdadır. Avrupa’da burjuvazinin inşa etmiş olduğu
“politik insan” figürü, kar ve fayda eksenli bir ekonomizm yönelimi içindedir.
Osmanlı tebaasının içinde bulunduğu olumsuz koşullar göz önüne alındığında bu
durum eşitsiz bir karşılaşmadır. ‘İmparatorluk
büyüktü, ama anlaşılan yeniçağın büyük imparatorlukları gibi zengin değildi.
Daha doğrusu imparatorluğun zenginliğini doğuran kaynaklar, bu zenginliği
kullanan sınıflar, bu zenginliğin kullanılış tarzı ve günlük yaşama yansıyışı
çağdaş imparatorluklarınkinden çok farklıydı. Avrupa, tüccarların zenginleştiği
ve şehirlerin idaresini elde ettiği, iflas eden imparator hazinelerine borç
vererek devlet yönetimini etkiledikleri bir dünya idi. Bütün yaşayış biçimi,
kent düzeni, sanat zevki, mimari yükselen burjuvaziye hitap ediyordu.
Şehirlerin güzel binaları tüccar saraylarıydı, belediye binalarıydı. Ticaret
yolları ve hanlar, antrepo mimarisi gelişiyordu. 16. yüzyılda bu burjuvalaşan
Avrupa'dan Osmanlı ülkesine gelen protestan rahip Schvveıgger, "Bütün
sahte dindarlar gibi Türkler de Tanrıyı aldatmak için mabetlerini büyük, güzel
ve süslü yapıyor. Bizim aksimize oturdukları evlere hiç dikkat etmezler"
diyor.’[8]
Osmanlı Devletinde tebaanın ilerleme
ve yükselme hususunda görüş ve düşünceleri vardı elbette. Fakat merkezi siyaset
unsurları ya da yüzü devlete dolaysız olarak devlet aygıtının sahipliliği
anlamına gelen iktidara odaklı muhalefet unsurları, tebaanın bu görüş ve
düşüncelerini siyasal alana taşımamıştır. ‘İlerleme
ya da medeniyet düşüncesi 1880'lerden sonra yeni Müslüman orta sınıfında
oldukça genelleşti. Bunun nasıl başarılacağı noktasında keskin ayrılıklar
vardı, ama uygarlığa ulaşmak için değişimin şart olduğunda herkes hemfikir gibi
görünüyordu. Yükselen tarımsal kanat ve onun bazı aydın sözcüleri, değişimin
ekonomik liberalizm artı kültürel-tarihî süreklilik, toplumsal katılım, bir
ölçüde mahallî özerklik ve ulaşım ve tarım kolaylıkları sayesinde
gerçekleşleştirilebileceği görüşündeydiler. Buna karşılık "modernist"
aydınlar ve merkezî bürokrasinin büyük bir kesimi ilerlemenin hükümetin
rehberliği altında gerçekleştirilecek kurumsal değişikliklerden
kaynaklanacağını düşünüyorlardı.’[9]
Padişahı ile var olan, meşruluğunu
padişahından alan ‘nihayetinde hukuksuz’ kapıkulunun özlük hakları, padişahın
inayetine veya padişahın hışmına göre belirleniyordu. Bu durum padişaha yani
devlete yakın olmayı sürekli gerekli kılıyordu. Kapıkulu velinimeti padişahı
ile birlikte devleti (mülkü) sahiplenmek zorundaydı. Bu zorunluluk, kapıkulu
mantığı içinde çevreden kopuk bir grup kimliği ve bu kimlikten hareketle bir
grup dinamiğinin oluşmasına neden olmuştur. Bu gurup kimliği ve grup dinamizmi
çelişki ve çatışmaları ile birlikte siyaseti merkezileştirmiştir.
Osmanlı
bürokrasisinin siyaseti merkez içinde bırakma çabalarını göz önünde
bulundurarak yapılacak tahlilin varacağı nokta; Devletin (mülkün) sahipliliği
olgusu olacaktır. İktidar odaklı siyaset ve bu siyasetin oluşturduğu çelişki ve
çatışmalar devletin sahipliliği etrafında dönüp durmaktadır. Merkezin sürekli
şekillendirmeye çalıştığı ‘kamusal alan’ bu sahiplilik olgusunun
meşrulaştırıldığı örüntüler ile doludur. ‘Devletin
siyasal ve ekonomik konulardaki denetim iddiası, kültür üstünlüğü hakkıyla da
destekleniyordu. Çevrenin ayrışıklığına oranla yönetici sınıf olağanüstü derli
topluydu ve bu, her şeyden önce bir kültür olgusuydu. Burada biri olumlu öteki
olumsuz iki öğeyi birbirinden ayırabiliriz. Bir yanda, tüm devlet mekanizması
Sultanın yüceliği mitosunun etkisindeydi; öte yanda, sıradan ölümlülere, resmî
kültürün simgelerine ulaşmalarını engelleyen kısıtlamalar konmuştu. Göçebe ya
da yerleşik olan, kırda ya da kentte bulunan halkın çoğu için bu kültür
ayırımı, çevrede yaşadığını gösteren en çarpıcı özellikti.’[10]
Osmanlı Devlet anlayışı Platoncu bir mahiyet taşımaktadır. Bu anlayışa göre her
bir tebaanın meşgul olması gereken bir
meşgalesi olmalıdır ve bu meşgalesi haricinde başka bir işle ilgilenmemesi
gerekmektedir. Adalet, herşeyi yerli yerinde görmek isteyen bir yönetim
anlayışının toplumsal düzeni, daha anlaşılır bir ifade ile devleti koruyup gözetecek
bir mahiyet taşımaktadır. “Adaletin buradaki temel işlevi, varolan siyasal ve
toplumsal yapının devamlılığını sağlaması, dolaysız olarak statükonun
korunmasıdır. ‘Nitekim statükonun
korunmasına yönelik yaklaşım "daire-i adliye" kavramı çerçevesinde oldukça
iyi bir anlatımını bulur. "Adldir mûcib-i salâh-ı cihân, cihân bir bağdır
divârı devlet, devletin nâzımı Şeri'attir, şeri'ate olmaz hiç maris illâ mülk,
Mülk zapteylemez illâ leşker, leşkeri cem' eyleyen ra'iyyettir, ra'iyyeti kul
eder padişâh-ı âleme 'adil" şeklinde ifade edilen "daire-i
adliye"* devleti ayakta tuttuğuna inanılan dört temel direğe (erkan-ı
erbaa) gönderme yapar. Buna göre askerî aristokrasi, askerler, mülk (toprak) ve
tebaa devletin temel unsurlarıdır; ancak bunların hepsini varlığını ve
dolayısıyla devletin bekasını sağlayan temel güç adalettir. Daire şeklindeki
döngü, kökeni dinî kurallarda bulduğu düşünülen adaletle başlar ve yine
adaletle sona erer.’[11]
Sahih
Olmayan Özgüven; Sömürgecisine Öykünmek:
‘Sömürge
halkının şehri ya da en azından yerli şehir, siyah kölelerin köyü, eski şehir,
rezervasyon bölgeleri, adları kötüye çıkmış insanların yaşadığı, adları kötüye
çıkmış bir yerdir. Rasgele bir yerde, rasgele bir şekilde doğarsınız. Rasgele
bir yerde, rasgele bir nedenle ölürsünüz. Boş yerin olmadığı bir dünyadır
orası; insanlar üst üste yaşar, kulübeleri birbirinin üstüne inşa edilmiştir.
Sömürge halkının şehri aç bir şehirdir; ekmeğin, etin, ayakkabının, kömürün,
ışığın açlığının çekildiği bir yer. Sömürge halkının şehri, büzülmüş, diz
çökmüş bir şehirdir, pisliğe gömülüdür. Pis zencilerin ve Arapların bölgesidir.
Sömürge tebaa sömürgecinin bölgesine imrenerek, şehvetle bakar. Sahip olma
düşleri kurar. Sahip olmanın her türü: sömürgecinin masasında oturmak,
sömürgecinin yatağında yatmak; mümkünse de karısıyla. Sömürge halkı kıskançtır.
Sömürgeci de bunun farkındadır ve onların kaçamak bakışlarını yakaladıkça,
sürekli tetikte durarak, acı acı söylenir: "Yerimizi almak
istiyorlar." Doğrudur da. Hiç değilse günde bir kez kendini sömürgecinin
yerinde hayal etmemiş tek bir yerli yoktur. Bölümlere ayrılmış bu dünyada,
ikiye bölünmüş bu dünyada farklı türler yaşar. Sömürge koşullarının özgünlüğü,
ekonomik gerçekliklerin, eşitsizliklerin ve yaşam biçimlerindeki muazzam
farklılığın insan gerçekliklerini asla gizleyememesidir. Sömürge koşulları
dolaysızlığı içinde fark edildiğinde, dünyayı bölen şeyin öncelikle falanca
insan türüne, falanca ırka mensup olup olmamak olduğu açıkça görülür.
Sömürgelerde ekonomik altyapı aynı zamanda bir üstyapıdır. Neden, sonuçtur:
Beyaz olduğunuz için zenginsiniz, zengin olduğunuz için beyazsınız.’[12]
Petrol zengini bir emirin dünyanın
en yüksek ve en prestijli binasını yaptırması, gösterişe dayalı irrasyonel bir
davranış olmaktan ziyade, sömürgecisine yönelmiş olan kendisini kanıtlama
faaliyetidir. Yahut bütün adabı muaşeret
kaidelerini alt üst ederek Avrupa başkentlerinde çılgınca alış veriş yapan
zengin bir Asyalının bu hareketi sömürgecisini aşağılamak isteyen bir niyet
gütmektedir. Kendisinin bir zamanlar aşağılandığı gibi… Sabık ve maktul Libya
lideri Muammer Kaddafi’nin Paris Konukevinin bahçesine kıl çadırı kurması da bu
seriden davranışlara verilebilecek çarpıcı örneklerden birisidir.
Akparti’nin seçim kampanyalarında
artan bir dozda kullanmış olduğu özgüveni yüksek sömürge karşıtı dili, mevcut
siyaseti sömürgeci- anti sömürgeci karşıtlıklar üzerinden kurgulayarak trajik
bir siyasal ufuk karartmasını meydana getirmektedir. Bu, sömürgeci politiğin
ötekileştirici mantığını devralan bu tutuma karşılık gelmektedir. Yukarıda
izaha çalıştığım sömürgeleştirmeyi kolaylaştıran siyasetsizlik ve kamusal
alanlara yabancılaşma olgusunun temelinde Türk siyasal kültürü yatmaktadır.
Türk siyasal kültürünün baskın
karakteristiği olan İktidara odaklılık; kurumsal ve tüzel bir kişiliği olan
siyasal bir aygıta karşılık gelmemektedir. Kişiselliğin ve bu kişisellik
etrafında kümelenen iktidar talebinin ana belirleyici faktör olduğu ikbal
arayışı ve iktidarı durumunda beka endişeleri, egemenlik ve onun billurlaştığı
devleti önceleyen bir yönelim halini almaktadır. AKP’nin muhafazakâr bir
yönelim içerisine girmiş olması, “yönetim hakkı” hususundaki egemen tutumunu
açıklamaktadır.
Türk muhafazakâr geleneğinin
“devleti ile birlikte var olma” siyasal temasının dayandığı meşrulaştırıcı söylemi
“Milli İrade”’dir. Milli irade kavramsallaştırmasının adeta bir “fetişizm”
haline getirildiği bu anlayışta, milli iradenin işaret etmiş olduğu geniş
yığınlar aslında siyasal bir özne olarak görülmemektedir. Milli irade
kavramsallaştırması, Türk siyasal kültürünün kadim anlayışı olan “dirlik ve
düzen” fikrinin, Türk demokratik yaşamına uyarlanmış meşrulaştırıcı bir
güncellenmesinden ibarettir. Dirlik ve düzen fikri; egemenliği kullanan ve
“devlet aklı” olarak “aşkınlaştırılan” yönetsel aygıtın eylemlerinin, külfetin
yüklendiği yönetilenlerden bağımsız olması gerektiği anlayışına dayanmaktadır.
Yönetsel aygıt, eylemlerinde yönettiklerinden bağımsız hareket etmektedir.
Nimet ve külfet dağıtan bir devlete sahip olmak; devlete kimin yakın, kimin
uzak olacağına da karar verebilmek demektir. Değişim ve dönüşümün ancak siyasal
zeminde yapılabileceğine inanmış olan İttihat ve Terakki’nin “milli burjuva”
yaratma politikaları giderek Türk siyasal hayatının ana figürü haline gelmiş
olan “vurguncu” bir tipolojinin oluşmasına neden olmuştur. Savaş yıllarının bilinçli «zenginleştirme» politikalarından en çok
nasibini alan grup, tabiatıyla, siyasî iktidarla yakın bağlar kurmayı başarmış
Müslüman ticaret burjuvazisi idi.’[13]
Türkiye’nin Cumhuriyet dönemi ile
birlikte deneyimlediği ulus-devlet tipi siyasal örgütlenme tabiatı gereği
dayanmak zorunda olduğu sınıf, burjuva sınıfıdır. Bir burjuva sınıfına sahip
olmayan Türkiye, bu sınıf açığını devlet katında üretme yolunu seçmiştir. ‘Devlet desteğiyle yerli sermayedar «yetiştirme»
girişimlerinin en etkili ve yaygın yöntemlerinin başında, devlet tekellerinin
imtiyazlı özel şahıs ve şirketlerce işletilmesi gelir… pek çoğunda üst düzeyde
siyasî kadrolardan ve devlet katından önemli kişilerin de ortak ve hissedar
olduğu bu şirketler, devletin sağladığı tekel durumundan yararlanarak yüksek
kazançlar elde etmişlerdir… 1923 sonrasında, siyasî kadrolarla sermaye
çevrelerinin bir araya gelmesinde, 1924 yılında kurulan İş Bankası özel bir
önem taşımıştır. Bu özel statülü, resmî görünüşlü bankanın genel müdürlüğüne
imar vekilliğinden istifa eden Celâl [Bayar] Bey, yönetim kurulu başkanlığına
da Siirt mebusu Mahmut Bey getirilmişti ve İş Bankası dönem boyunca, yerli ve
yabancı sermaye ile siyasî iktidar arasındaki bütünleşme sürecinde fevkalâde
aktif bir rol oynamış ve çeşitli iktisat politikası kararlarını sermaye
çevrelerinin istekleri doğrultusunda yönlendirmede çok etkili bir baskı grubu
oluşturmuştur.’[14]
Türkiye Cumhuriyeti devlet kadroları
bir taraftan hâkim sınıfını inşa ederken diğer taraftan ise Batı
toplumsallığını model alarak tarihselliğinden kopartarak izole etmiş olduğu
toplumsallığı yeniden yapılandırmaya çalışmıştır. İhdas edilen hâkim sınıfın
denetiminde oluşturulan kamusallık ve kamusal alanlar, geleneksel sayılan
yapılara kapatılmıştır. Kamusal alanlarda boy gösterebilmenin yolu yeni sınıfa
dâhil olmaktan geçiyordu. ‘Cumhuriyet
Türkiyesi'nin ve son yüz elli yılında Osmanlı Devleti'nin siyasal tarihine,
halkın siyasete katılımını genişleten bir elitler arası mücadele damgasını
vurmuştur. Bu olgu kısmen bir ilke meselesiydi, buna karşılık, çoğu kez,
elitlerin önce sultanın mutlak iktidarına karşı, daha sonra da (gerçek
demokrasi, seçmenlerin kendi modernite anlayışlarını bizzat talep etmelerine
izin verene dek) kendi modernite tercihlerini hayata geçirmek üzere halk
desteğine ihtiyaç duymalarından kaynaklanıyordu. Her şeyden önce şunu
belirtmeliyiz ki, gerek Osmanlı Devleti'nde gerekse de Türkiye Cumhuriyeti'nde
(en azından başlangıçta), servetin özel ellerde toplanması mümkünse de, soydan
veya servetten kaynaklanan haklara ve konuma sahip, kemikleşmiş bir statüsü ve
kabul görmüş bir meşruiyeti olan bir elit yoktu. Buna karşılık, geç Osmanlı ve
erken Cumhuriyet dönemi siyasal yapılarının ayırt edici özelliği, siyasal
sisteme girişi ve siyasal elitleri (yani kendisini) ödüllendirecek ekonomik
kaynakları denetimi altında tutan bürokratik bir elitin iktidar üzerindeki
merkezileşmiş tekeliydi.’[15]
Devlet katında, devlet ile tümleşik
ve devletten transfer edilen sermaye ile oluşturulan “burjuvazi”, ekonomik
çıkar temelli ilişkide bulunduğu örüntüleri ile birlikte geniş yığınları ifade
eden “millet” denilen ana kütleden uzak durmuştur. Bu uzak duruşun siyasallığı;
devletin sahipliliği üzerinden deruhte edilen tekelci bir zihniyetin yönetsel
iddialarıdır. Bu yönetsel iddia içerisinde ana aktör olarak millet
bulunmuyordu. Cumhuriyet kadrolarının radikal Batıcı yönelimleri, içkin ve öze
ait bir yönelim değildi. Siyaseti tekelleştirmek için bu yönelimi bir tür
meşruiyet aracı gibi kullanıyorlardı. Bu meşruiyet aracı ile millet denilen ve
kamusal alanda boy gösterilmesine izin verilmeyen unsurlar üzerinde yönetsel
iddianın “sorunsuz” ve “etkin” devamı sağlanmıştır.
Osmanlı Devletinin uzun bir yüzyıl
süren savrulmanın neden ve sonuçlarının açıklaması üzerine oturtulan bu
meşruiyet aracı, milletin neden kamusal alanlardan uzak tutulduğunun da bir
açıklaması mesabesindeydi. Millet genel ahvali anlamaktan acizdi ve genel
ahvali hakkıyla anlayan sadece devlet aklı idi. Artık sığınılan bu vatan parçasının
bölünmemesi ve kaybedilmemesi gerekiyordu; bunun için de etkin tedbirleri alan
“yeni devletti”. Her şeyiyle yeni bir devlet; tarihi, sosyolojisi, psikolojisi
ve istikbale ait tasavvurları ile yeni bir devlet.
Bu yeni devletin yeni bir milleti
olmalıydı. Bu yeni milleti “yaratacak” kudret de yeni devletin elindeydi. Yeni
bir millet meydana getirmek için eskiyi hafızasında diri olarak tutan eski
millet, kamusal alanlardan uzak tutulmalıydı. Parçalı kamusallık yine
devrededir. Kapalı devre çalışmak zorunda olan parçalı kamusallık, bireyi,
içerisi ve dışarısı olarak ikiye böldü. Fakat dünya değişiyordu.
II. Dünya savaşı sonrasında dış
baskılar nedeniyle çok partili siyasal yaşama geçen Türkiye Cumhuriyeti,
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin uzun iktidarından sonra CHP’sinden kopan
siyasal kadroların kurmuş olduğu Demokrat Parti (DP) iktidarını yaşamıştır.
Sermaye birikimi yine en büyük sorundur. CHP’nin tek parti iktidarı boyunca
sermaye tabana yayılamamış, derinlik kazanamamıştır. DP’nin iktidarı ile birlikte
ilk önceleri yüksek bir ivme kazanan ekonomik yaşam, iç ve dış olumsuzluklar
nedeniyle durgunlaşmıştır. DP’nin tutarlı ekonomik politikalarına sahip
olmayışı ekonomik sorunları derinleştirmiş, durgunluğu aşmak için kamu
yatırımları arttırılmış, devlet kaynaklarından dolaylı ve dolaysız sermaye
transferleri hızlanmıştır.
‘Kamu
yatırımlarının millî hâsıla içindeki payı belirgin biçimde artmıştır. Ancak, bu
dönemde özel sınaî üretimde de önemli bir genişleme gerçekleşmiştir. Hatta
tarım dışı faaliyetleri bir bütün olarak ele alırsak bu kesimlerde özel
işyerlerinde çalışan işçilerin artış hızı, kamu işyerlerindeki işçilerin artış
hızından fazla olmuştur. Bu yıllar, aynı zamanda, düzensiz kentleşme ve
gecekondulaşma yıllarıdır. Kentli nüfus içinde, ücretli-maaşlı grupların payı
bu dönem boyunca gerilemiş; düzensiz, marjinal faaliyetlerde kendilerine bir
hayat alanı bulan grupların payı ise artmıştır. İktisadî güçlükler karşısında
bir dizi tepki sonunda oluşan «savunma mekanizmaları», Demokrat Parti iktidarı tarafından
uzun dönemli bir iktisat politikasına bağlanarak ortaya çıkmamıştır. Özel
sermaye birikimine öncelik veren ve en gevşek anlamıyla «kalkınmacı» bir
felsefeye bağlılık dışında belli bir iktisat politikası anlayışı olmayan
Demokrat Parti, bu dönemde el yordamıyla, kamu yatırımlarının ve devlet
işletmeciliğinin özel sermaye birikimi lehine ne kadar hayatî bir rol
oynayabileceğini keşfetmiştir. Böylece, sanayileşmenin «muharrik gücü» olan
devlet kesiminin simgelediği devletçi modele kamu kesiminin nicel boyutları
bakımından benzeyen; ancak, devlet kesiminin özel sektöre destek niteliğinin ön
plana çıkması nedeniyle ondan ayrılan yeni bir «karma ekonomi» anlayışı
kurumsallaşmıştır.’[16]
1960 Askeri Darbesi, DP’nin ana
ekonomik politikalarının bulunmayışına bir tepki olarak “Planlı Kalkınma”
modelini yürürlüğe koymuştur. 1960 Askeri Darbesinin devlet ve bürokrasinin
siyasal ve ekonomik yaşama “vesayetçi” yaklaşımını açıklayan planlı kalkınma
modeli dolaysız olarak ekonomik faaliyetlerde devletçi ekonomik politikaları
güçlendirmiş, ekonomik etkinliklerde özellikle dolaylı sermaye transferlerini
hızlandırmıştır. ‘Yasaklar ve izinlerden
oluşan ve her aşamada idarî kontrolleri gerektiren bu politika modeli, bir
yandan plan öncelikleri doğrultusunda selektif önlemleri içerir; öte yandan da,
izin ve yasakların çok büyük ekonomik avantajların doğmasına ya da önlenmesine
yol açması nedeniyle, devlet mekanizmasının büyük çıkarlar karşısında
yozlaşmasının nesnel koşullarını oluşturur.’[17]
Kendisini “millet” olarak kavramsallaştıran
geniş bir kesim devletten transfer edilen sermayeden faydalanamıyordu.
Türkiye’nin geçirmiş olduğu birçok değişim ve dönüşümler kapalı
toplumsallıkları da değiştirmiştir. Özellikle iç ve dış göçün yol açtığı
sosyal, kültürel ve ekonomik değişimler ekonomik ve siyasal talepleri
genişletmiş ve çeşitlendirmiştir. Büyük kentlere göçlerle oluşan kapalı
toplumsallık süreç içerisinde belirli bir ekonomik örüntüler oluşturdu. Göçle
gelen unsurlar arasında sermaye birikimine yönelmiş olanlar, iş yapmanın salt
sermaye birikimi ile mümkün olmadığının farkına vardılar. İş yapmak siyasal
örüntülere dayanıyordu. ‘…Cumhuriyet
dönemi boyunca devlete yakın duranlar servete de yakın olma şansı elde
etmiştir. Özel sektör temsilcisi işadamları ile siyasal elit iç içe geçmiş,
servet ve erk çok küçük bir azınlığın elinde toplanmış, burjuvazi bir nevi
"kayırmacı-besleme" burjuvazisine dönüşmüştür. Çok partili hayata
geçişle birlikte, geniş halk kitleleri siyasetin kendi menfaatlerinin
savunusunda kullanılabilecek bir araç olduğunu ilk kez keşfetmişlerdir. Bunun
sonucunda devlet yönetimine olan talep giderek artmaya, bu yolla güç
kullanımının maliyeti de katlanmaya başlamıştır. Her dönemde iktidar partileri
de oy tabanlarına göre devlet aygıtını servetin yeniden dağıtımında en işlevsel
biçimde kullanma konusunda hayli "maharet" sergilemişlerdir.’[18]
[1] Laçiner,
Ömer, İslâmcılık, Sosyalizm ve Sol, Makale,
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: 6. Cilt, İslamcılık, İletişim Yayınları,
İstanbul, 2011, s.472.
[2] Sorokin,
Pitirim A., Bir Bunalım Çağında Toplum
Felsefeleri, (Çev: Mete Tunçay), Salyangoz Yayınları, İstanbul, 2008, s. 22-23-24.
[3] Gencer, Bedri,
Osmanlı İslâm Yorumu , Makale,
Doğu Batı Düşünce Dergisi, Sayı: 54, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2010, s.
61.
[4] Düzgün, Şaban Ali, İlahi Olan’ın Objektifleşme Alanı Olarak
Tarih ve Tarihin Teolojik Yorumu, Makale, Düşünen Siyaset Düşünce Dergisi,
Sayı: 19, Lotus Yayınları, Ankara, 2004, s. 57-58.
[5] Fanon, Frantz, Yeryüzünün lanetlileri, Versus Kitap,
İstanbul, 2013, s. 56-57.
[6] Weber,
Max, Ekonomi ve Toplum, (Çev. Latif
Boyacı) Yarın Yayınları, İstanbul, 2012,
s. 537
[7] Mardin,
Şerif, Türkiye’de Toplum ve Siyaset,
Derleme Makaleler, (Der. Mümtaz’er Türköne / Tuncay Önder) İletişim Yayınları,
İstanbul, 2011, s. 208
[8] Ortaylı,
İlber, Gelenekten Geleceğe, Ufuk
Kitapları, İstanbul,2003, s. 50. (Halil İnalcık’tan Aktarım) s.50
[9] Karpat,
Kemal H., Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji,
Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s.189-190.
[10] Mardin, Şerif,
Türkiye’de Toplum ve Siyaset (Bütün
Eserleri 6- Makaleler 1, Der: Mümtaz’er Türköne) İletişim yayınları, 2011,
s.44.
[11] Beriş,
Hamit Emrah, Osmanlı Yönetim Anlayışı ve
Pax Ottomana, Makale, Düşünen
Siyaset Düşünce Dergisi, Sayı:8, Lotus Yayınları, Ankara, 2008, s. 259.
*"Dünyanın
kurtuluşunun kaynağı adalettir, Cihan bir bağdır divarı devlettir, devleti
şeriat düzenler, mülk (toprak) olmazsa şeriatin etkisi de olmaz, askersiz mülk
zaptetiilemez, mal olmazsa asker toplanamaz, mal tebaa tarafından biriktirilir,
adaletle hükmettiğinde tebaası cihan padişahına yürekten itaat eder."
[12] Fanon, Frantz,
Yeryüzünün lanetlileri, Versus
Kitap, İstanbul, 2013, s. 45-46.
[13] Boratav,
Korkut, Türkiye İktisat Tarihi
1908-1985, Gerçek Yayınevi,
İstanbul, 1988, s. 27.
[14] Boratav,
a.g.e., s.29-30.
[15] Karpat,
Kemal H, Osmanlı’dan Günümüze Elitler ve
Din, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010, s. 153.
[16] Boratav,
a.g.e., s. 98.
[17] Boratav,
a.g.e., s.103.
[18] Demir,
Ömer, “Anadolu Sermayesi” ya da “İslamcı
Sermaye”, makale, Makale, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: 6. Cilt,
İslamcılık, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011,
s.871.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder