13 Ocak 2014 Pazartesi

Neşeli Günlerim (2)


Soğuk bir kış günü…
Pastanenin ışıltısı, kirlenmiş karlara yansıyor. Lekeli yansıma, elleri kırmızı mantosunun ceplerindeki kızı üşütüyor. Beyaz atkısının örttüğü ağzından çıkan buhar, gözlerinde kristalleşiyor. Çakıp duran kristalize ışıltı, kaşlarında bir an tereddüt geçirip kırmızı beresinde aydınlık bir çiğ tanesi gibi donup kalıyor.
Kirli karların buza yazdığı akşam saatlerinin ayazı, kızın ayak parmaklarını yoklamış olmalı ki; kız, ayaklarını bir kaldırıp bir indiriyor. Pastane kapısının her açılıp kapanışında kopan vanilya kokulu buğu, potinlerinin altında eziliyor. Kalabalık pastaneden dışarı sıklıkla başını uzatan anne onu, kaş göz işaretleri ile içeri çağırıyor. Kız, havadaki ayağını sertçe yere vurarak bu daveti her defasında reddediyor. Anne dudaklarını ısırıyor.
Kütüphane görevlisi, sobanın tamamen sönmüş olduğuna emin olduktan sonra paltosunu giyiniyor, atkısını özenle sarıyor, eldivenin tekini giyiniyor, dışarı çıkıyor. Çıplak kalan eliyle palto cebinin derinliklerinden irice bir anahtar çıkarıyor. Kapıyı birkaç gürültülü döndürme hareketi ile kilitliyor. Anahtarı palto cebinin derinliklerine gönderirken omuzuyla kapıya yükleniyor; kapı kilitlenmiştir.
Eldivenin diğer tekini çıplak kalan eline geçirirken neredeyse donmak üzere olan çocuğu görüyor. Çocuğun koltuğu altındaki kitaplara gözü kayıyor; biraz önce ödünç vermiştir onları. Neden hala burada dikildiğini anlamak için etrafına bakınıyor. Caddenin karşısındaki pastanenin önünde seken kırmızı mantolu kızı görünce belli etmemeye çalıştığı hafif bir gülümseme ile dudakları seğiriyor.
Üşenmiyor; tiftik yünlü kırçıl berenin örttüğü çocuğun kendisine en yakın olan kulağını buluyor, eldivenli eliyle hafifçe büküyor. Çocuk beresini düzeltirken utançla yere bakıyor. Kütüphane görevlisinin elleri paltosunun derin ceplerinde kayboluyor. Çocuk, adam köşeyi dönüp gözden kaybolana değin başını yerden kaldıramıyor.
Başını yerden kaldırıyor. Kızın mantosunun canlı kırmızısı hala oradadır. Donuk ay ışığı, çatı saçaklarındaki buz sarkıtlarının ucunda, gümüşi bir rahatlıkla akşam ayazına arkadaşlık etmeye hazırlanıyor. Birazdan el ayak çekilecek, ay sessizce doruklara tırmanacak. Havada asılı kalmış ayaz, derin sükûnetini bozmamaya dikkat ederek asılı kaldığı yerden fısıltıyla doruktaki ay ile gevezelik edecek.
Önce baba çıkıyor pastaneden sonra anne. Kız ellerini ceplerinden çıkarıyor. Eflatun eldivenleri, mantosunun kırmızısı ile dalaşıyor. Kız, babasının elinden bir paketi alıyor. Birkaç adım öne çıkıyor; anne ve babası arkasında kalmıştır. Hızlıca etrafına bakınıyor, sonra telaşla bir göz kırpıyor karşı caddede, kütüphanenin önünde dikilen çocuğa. Ayaz asılı kaldığı yerde dalgalanıyor, ay bıyık altından gülüyor bu cesur vedaya.
Çocuk mesut; donduğuna fazlasıyla değmiştir. Olduğu yerde birkaç defa zıplayarak ayaklarını hissetmeye çalışıyor. Hafifçe sendeleyerek yürümeye başlıyor. Ayakları altında ayazın kristalleştirdiği karlar gürültüsüzce eziliyor. Çocuk caddenin bitimindeki sinemadan boşanan haylazlar sürüsüne karışıyor. Ayaz bu sürüyü o kadar çabucak dağıtıyor ki bahtiyar çocuktan başkası kalmıyor ortalıklarda.
Çocuğun yüzündeki derin gülümseme; görünmez bir perde çekerek şehri esir alan ayazın ceberut abanmalarını hiçe sayıyor…

Arif Arcan,
İstanbul, 12.01.2014          
                

  

  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder