24 Temmuz 2011 Pazar

Çocukluk işte....

Hepimiz biliriz,
Çocukların ellerindekini alırsanız çok kızarlar.
Elinden aldığınızı elde edene kadar,
Ağlar,
Maskaralık yaparlar.
Bakar,
Sevdiği şeyi niçin elinden aldığınızı anlamaya çalışmaz,
Çünkü hedefi onu yeniden elde etmektir.
Bunu hepimiz biliriz

Çocuk biraz büyünce,
Artık Sevdiği şey elinden alındığında gerçeği öğrenmek ister.
Ve şöyle sorar Sahi
Gerçeği bilmek istiyorum sevdiğim şeyi niçin elimden aldın?
Çoğu zaman cevapsız kalır bu sorular.

Yetişkin çağa gelince artık
Sevdiği şeyler elinden alınsa da artık sormaz olur.
Siz sorar mısınız sevdiğiniz bir şey elinizden alındığında?
Sevdiğim şeyi niçin aldın?
Belki de sevmek sormamaktır.
Kim bilir.
Çocukluk işte......

24 Haziran 2012
Serdar Karamanlı

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Taraftarlığını aç; içine bak!

Taraftarlığını aç; içine bak!  

Sarsıntı ağır, darbe şiddetli, şaşkınlık ve acı had safhada.


Şike soruşturması sürecinde yaşananlar, taraftarlık hallerini ayrıştırıp görünür hale getirdi. Yıllardır saçma-sapan sloganlarla şımartılan taraftarlık duygusunun duvara çarptığı dramatik bir anı yaşıyoruz. İncelemenin tam vaktidir; tabii "taraftar"ı ve tarafları incitmeden, şu demlerde ayyuka çıkmış isyan ve haksızlığa uğramışlık haletini kışkırtmadan.

Bir gün tramvayda koluna bileğinden dirseğine kadar bir ibare dövdürmüş bir genç gördüm. İbareyi çok merak ettim, uzaktı, kalabalıktı okuyamadım. Deri altına yapılan dövmenin bir ömür boyu orada kalacağını hesaplayarak, bir insanın kolunda hayatı boyunca taşıyabileceği kelimelerin ne olabileceğini çok merak ettim. Futbol taraftarlığı böyle bir şeydir; onu bir ömür boyu taşırken bağlılığınızı asla değiştirmeyeceğinize inanırsınız. Kilit kelime inanmaktır ve taraftarlığın en köküne kadar inildiğinde orada inançtan başka bir şey olmadığını görürüz. Futbol takımları bize aklî verilerle değerlendirebileceğimiz kimlikler sunmuyor; ne bir hayat tarzı, ne bir kültür, ne bir sınıf şuuru ve ne de bir karakter... İrrasyonel başlangıç tutamaklarını zamanla kimliğimizin ve karakterimizin bir parçası sayıp taraftar oluyoruz. Taraftarlık, pek az kişiye, hayatın sair alanlarında da kullanabileceğimiz moral değerler kazandırabiliyor; bunun haricinde galibiyete, başarıya, üstünlüğe tapınan tehlikeli ve yanlış bir davranış biçimine zorluyor. Taraftarlıkla kazandığımız moral değerler, aile ve iş hayatımızda işe yaramıyor; tutarsız ve tehlikelidir. Taraftarlığı vicdanımızda hususi bir paranteze koyarken riyaya bulanıyoruz.

En fanatik olanına bile sorsanız taraftarlığın "din" olmadığını söyler. Din değilse nedir? Hatadan, zaaftan ve kusurdan arınmış, müteâl, Müberra, mücellâ bir kurumdan bahsettiğimiz her yerde dinden söz ediyoruz demektir. "Şahıslar hata yapmış olabilir fakat şu mübarek müesseseye asla toz kondurulmamalıdır" müdafaasında sağlık işareti görmem; göreni de hoş görmem kendimce. Kurumların, kendilerini oluşturan ve işleten kişilerden ayrı ve müstağni bir ruhu yok; devletin de, futbol takımlarının da. Ruh, üst değerlerdedir; dünün dünyasında devletlerin üst değeri "adl" idi, bugün aynı kavramı detaylandıran "hukuk-ı beşer" aynı ihtiyacı karşılıyor. Senin üst değerin nedir? Üst değere mi bağlısın, kuruma mı? Kurum çıkarlarıyla üst değerler çatıştığında yerin neresi? Hakkaniyetle menfaat, alın teri ve emekle galebe hissi çatıştığında tercihin ne; kendine sor ve yap tercihi...

"Darağacında da olsak haykıracağımız son söz filan takımdır" lâfı ağır lâf; ben böyle bir cümleyi, amblemi, işareti koluma dövme ile kazdırmam, söylemem. Hiçbir futbol takımı, hiçbir sosyal kurum, hiçbir kul icadı yapı, hayatımın en yüksek, en geçerli, en sarsılmaz rüknünü teşkil edemez, etmemelidir, eğer varsa öyle bir şey, o, uğruna bir ömür ve ondan daha fazlasını adayabileceğimiz bir değer olmalıdır.

Öncelikler listesi bir futbol takımı ile başlıyorsa, o dizinin gerisi merak edilmez.

İnfial, ürküntü, tedirginlik ve üzüntü anlaşılır; hele "Trafik suçu işleyen sadece ben miyim; niçin sadece bana ceza kesiliyor?" isyanı da anlaşılır fakat öteden beri beslenmiş ve geliştirilmiş bir "düşmanlık" edebiyatının kuytuluğuna sığınarak elmayla armutları karıştırmak hoş görülmez.

Herkes kendi taraftarlığını -ki o her neyse- sorgulasın; açıp içine baksın, ne idüğüne dikkat kesilsin. Kişiye analiz melekesi böyle demlerde lâzım. İnsanın kendi derûnunu aydınlatmaktan âciz bir tahlil kabiliyetinin değeri yok. İnsanî kaliteyle ilgili bir şeyden bahsetmeye çalışıyorum.

Takım tutmanın naif, kabul edilebilir bir tarafı var şüphesiz ama taraftarlık gayreti hakikati incitmemeli.

A. Turan Alkan
ZAMAN GAZETESİ
11/7/2011

17 Temmuz 2011 Pazar

Adam gibi sevmek..

Biz sevgiyi ve sevmeyi,
Kaypak sevgilerden öğrenmedik.
Sevdik mi
Kalbimizle, Ruhumuzla ve
Teslim olarak sevdik.
Giderken
Sevgimizden ve sevdiklerimizden
Asla şüphe etmeden gittik.
Her haber alışımızda
Sevgimiz katladı
Ve derinliği arttı.


Biz sevgiyi ve sevmeyi,
Kaypak sevgilerden öğrenmedik.
Adam gibi sevdik.


Dervişin,
Sigarasına tutkusu gibi,
Şairin,
Şiirlerine olan sevdası gibi
Ressamın,
Tuvale bağlılığı gibi
Sevdik.

Gidince sevdiklerimiz,
Adam gibi sevmenin
Uzaktan sevmek olduğunu öğrendik.
Gidenin yerine kimseyi koymadık.

Gelmek, hayatı paylaşmak ve
Kalmak isteyene başka bir yer açtık.
Onunla da sadakati, bağlılığı ve ahde vefayı
Öğrendik.
Yerinin ne kadar büyük,
Geçmişten daha derin
Daha dolu olduğunu
Geç oldu, ama öğrendik.
Gidenler gitmiştir artık,
Gönül koymamayı
Selamet dilemeyi
Hayır dua etmeyi öğrendik.
Her kim bizle kalmayı istedi.
Baş tacı etmeyi öğrendik.

Biz sevmeyi,
Allah'a kul olmayı
Her şeyin üstünde tutan
Adamları tanıdıktan sonra
Öğrendik.
Ve Artık sevdiklerimizi
Allah için sevenlerden olduk.
Allah dedik daha da dönmeyiz.
Çünkü, Allah'ı, Resulünü ve
Ona Gönülden bağlı olanları
Sevmeyi öğrendik.

Geç oldu ama öğrendik.......
( İnşâallah )

17 TEMMUZ 2012
Serdar Karamanlı

Hepimiz tatil için mi çalışıyoruz?

            Hepimiz tatil için mi çalışıyoruz?

Hayat bir konaklama yeri olarak tanımlanmıştır pek çok kadim kültürde. Peygamber Efendimiz yolcunun bir ağaç altında dinlenmesine benzetmiştir hayatı.
Asıl menzil ahirettir. Bugün de hayatı bir bekleyiş olarak kodlayan reklam sloganları var tedavülde. Ama geçip gitmekte olan hayatta kalıcı tutamaklara yönlendirmiyor bu sloganlar. Dünya ahiret için çalışılan tarla, ahiret hasadının tarlası değil bu yaklaşımda. Pazar tatilinde ya da yaz tatilinde harcanacak paraların biriktirildiği bir bekleyiş sürecinden ibaret hayat. Çünkü "hepimiz tatil için çalışıyoruz".
Bu reklam sloganı sadece çalışmaya ve tatile bakış açısını değil, bütün hayat telakkisini özetliyor sanki. Hayatı bir bekleyişe, "eğlenmek/dağıtmak" için bayramı, yılbaşını, pazar gününü ya da yaz tatilini bekleme sürecine indirgeyen bir "çalışma ve tüketme" anlayışının hâkimiyeti altında yaşıyoruz. Tatil ve çalışmanın birbirine karşıt iki faaliyet alanı olarak ortaya çıkışı kapitalist ekonominin işi insanın en temel faaliyeti olarak tanımlamasıyla paralel bir gelişmedir.
Kapitalizmle birlikte ekonomi, hem siyaset, din ve aile gibi alanlardan ayrıldı hem de insan hayatının en merkezi faaliyeti haline geldi. Ekonomik faaliyet, artık sadece zorunlu bir yaşamsal faaliyet değil, bunun çok ötesinde bir anlamı var. Kişinin ne olduğunu, kim olduğunu belirleyen faaliyeti, öncelikle işi. Karl Polanyi, kapitalizmin, ekonominin en merkezî, en temel insan faaliyeti olduğu bir dönem olduğundan bahseder. İnsanın bütün hedefini tatile endeksleyerek işe tatil hayaliyle katlanılmasını sağlayan yeni iş ahlakı da kapitalizmle birlikte gelişmiştir.
İş ahlakı denilince Weber'in "Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu" eserine atıf yapmamak olmaz. Weber'e göre çalışmanın kendinde bir hedef olarak belirlenmesi kapitalizmi mümkün kılmıştı. Protestan dindarlar için tembellik günahtı, çalışmak ise ibadet. Hâlbuki Protestanlık öncesinde çalışma kilisenin yüce idealleri arasında yer almazdı. Tanrı kendisi de altı gün çalışmış yedinci gün dinlenmişti. Bu, insanlar için de en yüce gayeydi. İnsanlar cennette çalışmak zorunda kalmayacaklardı, tıpkı pazar günleri olduğu gibi. Yani Hıristiyanlara göre hayatın maksadı Pazar'a ulaşmaktı. Hayat yalnızca hafta sonu için uzun bir bekleyişti. Augustinus cennette Tanrı'nın dinlendiği ve Hz. İsa'nın cennet katına çıktığı gün olan pazarın daimi halini bulacağımızı yazmıştı.
Protestanlık öncesi kilise mensupları çalışma "zahmeti"ni ceza olarak algılarlardı. Sisyphos efsanesindekine benzer bir şekilde cehennemde hiç sona ermemecesine çalışmak zalimce bir işkenceydi. Dante'nin cehenneminde de günahkârlara "Pazar" hiç gelmez. Adeta onlar sonsuz bir Cuma'ya mahkûm edilmişlerdir. Reformasyon sonrasında ise yani Protestanlıkla birlikte hayatın çekim merkezi pazar gününden cuma gününe geçmiştir. İnsan hayatında çalışmak esastı. Fransız devrimi sonrası pazar tatilinin yasaklanması ve zamanın tamamen seküler bir örgütlenmeye tabi kılınması, kiliseye referanslı olmasa da çalışma ahlakını aynen kabul eden bir yaklaşımın ürünüydü.
Pekka Himanen, "net"te açık uçlu paylaşımı savunurken; hacker'ların Protestan etiğinin hâkim olduğu iş hayatını yıkıcı bir yaklaşıma sahip olduğu iddiasındadır. Ve bu iddiayla yukarıdaki tarihçeyi ayrıntısıyla anlatır "Hacker Etiği" adlı kitabında.
Cumanın yani çalışma etiğinin merkeze taşınışını, Daniel Defoe'nun roman kahramanı Robinson Crusoe'nun çalışma, biriktirme, disiplin gibi üretim ekonomisinin temel özelliklerinin küçük çaptaki bir örneğini kaldığı adada kurması üzerinden de gözlemleyebiliriz. Kahramanımız girişimci bir bireydir. Robinson, çıktığı adada Batı kültürünü minyatür boyutlarda yeniden kurar. Üretim-tüketim süreci adeta kutsal bir ritüel gibidir. Modern Batılı toplumun zaman, düzen, disiplin kaygısı çok bariz bir şekilde görülür Robinson'da (Bkz. Michael Tournier, Cuma).
Sanayi devrimi sonrasında işin verimliliği açısından dinlenme ve eğlenmenin önemi vurgulanmaya başlanmış ve işçilerin daha verimli çalışmaları için "boş zaman" kavramı tedavüle sokulmuştu. Boş zaman/eğlence ne kadar genişletilirse genişletilsin ya da ne kadar önemsenirse önemsensin hayatın merkezinde "iş" vardı. İşin disiplinli ve kişinin zamanını örgütleyen yapısı sanayi ile birlikte değişmişti.
Daha önceki dönemlerde; mesela tarım toplumlarında tabiatın döngüsü kişiyi örgütlüyor ya da atölyede veyahut loncada işin kendisi ve bizzat "usta" çalışmanın zamanını belirliyordu. Sanayi toplumunda ise kapitalist, işçinin zamanını satın alıyordu. Bu sebeple işte geçirilen zamanın ön plana geçmesiyle birlikte haftayı, yani işte geçirilmesi gereken zamanı doldurup "Pazar"ı beklemek doğal bir durum haline geldi, diyor Himanen.
Batı Avrupa'da kapitalizm gelişirken böyle bir süreç söz konusuydu. Peki, Batı dışı toplumlarda nasıl bir seyir izlendi? İktisadi zihniyeti derinlemesine ele alan mütebahhirane çalışmaların serdettiği kanaatler yerine bu konuyla ilgili oryantalist kalıp yargılar var tedavülde. Doğuluların tembelliği, zamanı serapa geçirişleri, dakik olmayışları gibi tespitler üzerinden onların Protestan iş etiğinin disiplinine sahip olmadıklarına dair fikirler/yargılar hiç tereddüt edilmeksizin ortaya seriliyor.
Doğuyla ilgili bu Batılı yargılar Hindularla Müslümanları, Çinlilerle Japonları aynı potaya atan bir yaklaşımın sonucuydu. Bir tarafta çalışkan disiplinli Avrupalılar diğer tarafta tembel ve yönetilmeye muhtaç Ortadoğulu ve Doğulular. Bu oryantalist yargıların neye hizmet ettiği ve isabetini tartışmak ayrı bir çalışmanın konusu. Ama Allah'ın yaratılışa müdahil oluşu ile ilgili genel bilgilerimiz üzerinden, Müslümanların genel yaklaşımlarını Hıristiyanlığın Protestanlık öncesi dönemiyle karşılaştırılabiliriz. Her genellemenin düşmesi muhtemel hatalarla ilgili eleştiri hakkını mahfuz tutarak neler söyleyebiliriz?
İlk olarak "O her gün bir iştedir" mealindeki ayet, altı günde kâinatı yaratıp pazar günü dinlenen Tanrı imajından başka bir yaratıcı tasavvuruna imkân veriyor. Diğer taraftan bütün dünya hayatını lehvü lüb olarak gören bir anlayış hâkimdir İslam kültüründe. Bu dünya hayatının kendisi koskoca bir eğlence ve oyalanmadır zaten. Bu yüzden insan kendisini asıl hayata hazırlamalıdır. Hazırlanmak demek çalışmak demektir. Sadece ekonomik faaliyet olarak tanımlanması mümkün olmayan "çalışma"nın kendisi bizatihi ibadettir. Mümin bir işten boşalınca bir başkasına sarılır ve böylece Rabbine kavuşuncaya kadar gayrete devam eder. Sanayi devrimi öncesi Müslümanlar için çalışma ibadet olduğu için ve müminin bütün hayatı ibadet olması gerektiğinden "boş zaman" kavramı söz konusu değildir. Zaten Batı Avrupa tarihinde de "boş zaman" kavramı kapitalist ekonomiye paralel bir gelişmedir.
Farklı tarihsel tecrübelere sahip olmasına rağmen bugün küreselleşme ve teknolojinin ortak zamanı Doğu'yu da Batı'yı da, hepimizi ortak bir tecrübeye, ortak tavır alışlara zorluyor. O yüzden Protestan bir arka planımız olmasa da aynı kapitalist iş mantığına muhatabız, dolayısıyla benzer "iş/eğlence" yaklaşımları bizi de bağlıyor.
Eğlence kültürü, iş günleri içinde disipline edilen bedenin istek ve arzularına kendini kaptırma şeklinde tanımlanabilecek bir "dağıtma" anlayışına dayanıyor. Kapitalizmin üretkenlik mantığı bunu gerektiriyordu. Geç kapitalizm ise "Pazar'ı bile Cuma'laştırdı" diyor Himanen. Çünkü artık pazar günleri tüketim için örgütlü bir zamana dönüştürülüyor. Eğlenmek de kapitalizmin kendi içinde işlevsel bir rasyonalite çerçevesine sahip. Tatil için alınan krediler, yapılan taksitler, turizmin örgütlenişi aslında hepsi kapitalizmin damarlarındaki hareketliliği artıran unsurlar. O yüzden pazar günleri de yaz tatilleri de paket programlar halinde sunuluyor geç kapitalizmde. Tercih etmek, yani sunulan seçenekler arasından bir tercih yapmak eğlenmek için zorunlu.
Bu durumda işin acı tarafı tatil için çalışanlar, tatilde de kapitalizme katkıda bulunarak bir nevi çalıştıklarının farkında olmuyor. Ya da daha kötüsü, yıl boyu çalışırken de "boş zaman" geçirdiklerini idrak edemiyorlar.
Nazife Şişman (Sosyolog-Yazar  )           
05.7.2011-
Zaman Gazetesi

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Irkçılık Karşıtı Bir Şaheser: American History X

American History X

Edwart Norton, adaşı ile mükemmel bir film çıkarmış. Irkçılık nedir, Nazizm'in Amerikan gençliğine etkileri, öfke bir yüktür sözünün ağırlığı, ve ırkçılığın ne kadar büyük bir zulüm olduğu gözler önüne sergileniyor.
Amerika bu hastalığı hala iliklerinde yaşıyor, bunu hissedebiliyorsunuz, ama bunun nasıl bir çıkmaz yol olduğu, güzel bir kurgu ile altı çizilerek belirginleştiriliyor.
Hepimiz Adem'in oğullarıyız, hiçbirimizin birbirimizden bir üstünlüğü yok, yalnız takvadır, takva da Allah'tan en fazla korkanınız, çekinenizdir.
Film, ırkçılık karşıtı statüde kesinlikle kaçırılmaması gereken bir yere kendini perçinlemiş görünüyor.

Film ile ilgili bilgilere ulaşabileceğiniz internet sitesi:
http://www.sinemalar.com/film/681/Gecmisin-Golgesinde/

Yine beğendiğim yorumlardan birini buraya almayı uygun görüyorum:

"Yaptıkların hayatını daha iyi bir hale getirdi mi?"

İşte buydu onun kaderini değiştiren, aklını başına getiren söz.
Derek Vinyard, ailesine ve hayatına verdiği zarardan dolayı pişmanlık duyan bir adam, mantıklı düşünmek istemeyen inatçı bir adam. Gözünü Irkçılık bürümüş yaptıklarına karşı kör olmuş bir adam.
Çoğumuzun az çok duyduğu bir konu Irkçılık. Yaşayanlar ve yaşatanlardan oluşan bir ikilem. Yaşayanlara acımakla yaşatanları kınamak arasında bulunan bir ikilem. Yaşayanların çaresiz yaşatanların vicdansız olduğu bir ikilem.
İşte yaşatanların başındaydı Derek, gün oldu gözü döndü gün oldu ailesini dövdü. Uyutulduğunu düşündü. Tüm düzenin bir oyun olduğunu ve içinde bir şeylerin olduğunu düşündü. Haksızlığın kendilerine yapıldığını düşündü. Yaşamanın siyahlar için onur olduğunu düşündü. Fakat sadece düşünmekle kalmadı. Düşündü, düşündürdü, düşündürüldü.
Yapacaklarından fazlasını istedi kendi yolunda. Aslında yaparken emindi yolundan. Liderliği seviyordu. Amacını biliyordu, ama nedenini bilmiyordu...
Yaşadıkları getirdi aklını başına. İhanet ve kandı gördükleri. Düşündükçe anlıyordu. Kimin bile satabileceğini, sevdiklerini nasıl kaybedeceğini. Aklı başına gelmişti şimdi sıra aklı başa getirtmekteydi. Karşı çıkarken belki o yıllar önce bataklığa soktuğu ailesini yeniden kurtarmak istedi. Belki olacaktı ama kader ondan bir adım önde gitmişti. Peki,
"Yaptıkların hayatını daha iyi bir hale getirdi mi?"

Birçok konuda ders vermenin yanında, bilgi de veren bir filmdi. Yaşananları yaşadığım bir filmdi. Zaman zaman acıdığım zaman zaman kızdığım bir filmdi.
American History X


Her zaman söylediğim gibi, Irkçılık kötü bir saplantıdır. Bunun tek tedavisi Allah'a olan bağlılığımız,  İnsan olma ve insan kalma çabamıza bağlıdır. İrfan'ın dediği gibi "Merhametimiz  kaybettiğimizde elimizde ne kalır."  Güzel bir filmdi seyretmeye, vakit ayırmaya ve anlamaya çaba gösterebilirsiniz. 

15 Temmuz 2011 Cuma

Krize Dair...





Yaşadığımız tarihsel süreç üzerine derinlemesine bir düşünme ve gözlem yapma isteği duymamamız bizim aslında tanıklık etme sürecimize verdiğimiz anlamla birebir ilişkili bir durumdur. Günceli yorumlarken dünü ve yarını hesap dışı tuttuğumuz için mevcut durumun derinliğini ve etkinliğini yeterince kavramak mümkün görünmemektedir. Çünkü herkes kendisini sakladığı bir gölgelikle hemhal olmaya devam etmektedir. Sadece bugünü yaşarken nahoşluğunu şikâyet etmekten zevk almaya devam ediyor ki bu da zaten bizzat sorunun kendisi olarak ortada bir gerçeklik olarak durmaktadır.

Bugün bir krizden bahsedebilir miyiz? Krizin oluşum şartları ile bugünün şartları arasında bir benzerlik var mıdır? Yoksa kriz sadece batılı siyasal literatüre göre mi yorumlanmalıdır?

Bütün bu sorular anlamlı ve önemlidir…

Aslında batıda kriz filozofları olarak tanımlanan aydınlar bir kriz tanımı yaparken yaşadıkları kültürel uygarlığın varlığının dayattığı anlamsızlıktan hareketle bir yabancılaşmaya gösterdikleri tepkinin adıydı. Yabancılaşma kavramından Tanrının Ölümüne yapılan
göndermeye kadar aslında mevcut kültürel kodların baskın karakterinden kaynaklı yabancılaşmanın somutlaşması ve bir anlam arayışının bu mevcut şartlarda kendini inşa edemeyeceği varsayımından hareketle kriz diye tanımlanmıştır. Bu gerçeği hesaba katarak
bugün yaşadığımız krizin siyasi ve kültürel kodlarını tartışabiliriz…

İslam coğrafyasında krizin ayak seslerinin iki yüzyıllık bir tarihi olduğu söylenebilir. Bu tarihsel süreçte mevcut duruma göre bir muhalif damar ve hareket kendini inşa edecek bir vasata her zaman sahipti. İyi kötü bir damar ayakta kalarak varlığını idame edecek siyasi
ve kültürel bir yapıya sahipti. Osmanlı modernleşmesi ve cumhuriyetin kuruluşunun ilanı ile birlikte ve daha sonra bütün İslam coğrafyasında oluşan rüzgar ile başlayan batılılaşmış siyasi elitlerin iktidarları da bir kriz olarak tanımlanabileceği gibi bu durumda bile muhalif bir kültürel ve siyasi damar kendi varlığını izhar edebilirdi ki etti de… İslamcılık bütün zaaflarına rağmen varlığını sürdürdü. Toplumsal dinamikleri harekete geçirdi ve muhalefetin en önemli zemini oldu.

Fakat son iki yüzyıldır yaşadığımız modernleşme süreci yeni bir evreye girdi. Önceki modernleşme süreci yukarıdan aşağıya doğru bir modernleşme sürecine işaret ediyordu. Bu yüzden toplumsallaşması ve Müslüman ahaliyi işin içine katması biraz zordu. Fakat batılı
sosyal bilimciler boş durmadılar ve yukarıdan modernleştirici yapının kabulü neredeyse imkânsız bir hale gelmekteydi. Buna bir çözüm arayışı kaçınılmazdı. Bunu ister bir modernleşme hikâyesinin mühendislik harikası olduğunu, isterseniz normal şartlarda mevcut
durumun kendi tarihi süreci içinde şartların geliştirdiği bir durum olarak değerlendirin, sonuç değişmeyecektir. Çünkü modernleşme son günlerde yaşadığımız deneyimlerle aşağıdan yukarıya doğru değişmeye başlamıştır.

Aşağıdan yukarıya doğru modernleşmenin Türkiye ayağını biraz geriden alabilme imkânı bulsak bile ki 1950li yıllarda Menderes iktidarı ile başlayan bir süreçten bahisle başlatabiliriz. Ardından Adalet Partisi ve seksen sonrası Anavatan iktidarını da buna ekleyebiliriz. Ancak yine bu iktidarlar döneminde de yukarıdan aşağıya dönük ama halkı da bir biçimde işin içine koyma girişimleri olarak değerlendirebiliriz. Fakat halen bu durumda da muhalefet edecek güçlü bir İslamcı damardan bahsedebiliriz… Ancak Ak Parti iktidarı ile birlikte modernleşme ilk kez aşağıdan yukarıda doğru gerçekleşirken ve modernleşme ile birlikte demokratik bir siyasallığa yürüyüş gerçekleşirken, rejim tartışmaları eşliğinde eski rejim yeni bir rejime doğru bir değişim gerçekleştiriyor ve muhalefet etme imkânlarını tamamen ortadan kaldırıyor. Çünkü çok önemli bir argümana sahip: eski rejim hakları ve özgürlükleri ortadan kaldırmış bu yeni siyaset ise muhafazakâr ve haklar ile özgürlükleri eski rejimden almaya kararlı… Yaşanan siyasi süreçte de halkın kahir ekseriyetini yanında tutmayı başarmış. Toplumsal yapının büyük bir çoğunluğunun desteğini aşikâr veya zımnen yanında tutmuş, işte bu noktada bütün muhalefet yapma biçimleri büyük bir tehdit ile karşı karşıya kalmış durumdadır. İslamcılar muhafazakârlık ile bloke edilmiş. Liberaller, özgürlükler ve haklar ile yanına destekçi olarak çekilmiş, sol muhalefet eski rejim kalıntıları olarak tesmiye edilmiş.

Böylece bütün muhalefet damarları tardedilmiş bir duruma getirilmiştir. Sahici anlamda belki de yegâne muhalif unsur olabilecek İslamcıları ise sistemin dişlisi haline dönüştürmüş. Muhafazakârlık adına dindar ahalinin güvenini ve desteğini yanına almış bu iktidar modernleşmeyi aşağıdan yukarıda doğru sürdürecek gücü ve azmi bulabilmektedir. Ak Partinin iktidar olma serüveni ve beklentileri ile gerçekleştirdikleri arasında bir korelasyon vardır. Evet, bugün dindar ahaliyi temsilen dindar kişiler devletin nimetlerinden istifade
ediyorlar, zenginleşiyorlar ve kurumlarına destek vermekte bir beis görmüyorlar. Ama bu durumun kendisi bizzat muhalefet etme imkânını ortadan kaldırıyor. İktidar neyi beğenirse beğeniliyor. Buna karşı çıkmayı ne aydınlar ve ne de sivil toplum kuruluşları göze
alabiliyorlar. Böylece muhalefet damarı kurumaya yüz tutuyor. Bu durumun kendisi bir kriz olarak tanımlanmayı hak ediyor.

Bunun benzer bir durumunu da Arap baharı olarak tesmiye edilen halk ayaklanmalarında ortaya çıkıyor. Nasıl ki Ak Parti iktidarını meşrulaştıran haklı nedenlerin varlığı bu yorumumuzu ortadan kaldırmıyorsa Arap Baharının da haklı nedenleri olduğu aşikâr ve
bunu inkâr namümkündür. Ancak bu halk hareketlerinin de benzer bir beklenti ve ortaya çıkaracağı sonuç üzerinden bugün Arap Baharının modernleşme çizgisini yukarıdan aşağıya doğru değiştirdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Birileri bu tür bir modernleşmenin doğru sayılabileceğini dile getirebilir. Burada benim dikkatlere sunduğum durum şu: mevcut durumun kendisi haklı gerekçelere dayalı olarak geçici de olsa muhalefet edebilecek bir damarı geçersizleştirdiği için bir krize neden olacaktır.

Bunu şimdiden görmek bir sorumluluktur ve bunu ilan etmekte vaciptir. Ben şimdiden uyarımı yapayım… Dileyen dilediği gibi davranma hürriyetine sahiptir…



abdulaziztantik@timeturk.com

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Hayatı Yakala





Film, üç kız çocuğunu ve karısını 11 Eylül saldırılarında kaybeden Charlie Fineman’in (Adam Sandler-Click, 50 Firs Dates) hikayesini anlatır. Charlie eski okul arkadaşı Alan Johnson’ın (Don Cheadle; Hotel Rwanda) yanına gidince tüm hayatı değişmeye başlar. Alan`ın hayatında her şeyi vardır: iyi bir iş, güzel ve iyi bir karısı ve güzel çocuklar... Alan`ın her şeyi olsa da nedense kendisini bazen mutsuz hissetmektedir. Charlie’nin gelmesiyle iki eski arkadaş dostluklarını pekiştirip, her şeyin iyiye gittiğini görürler ve garip maceralarla dolu hikaye başlar...


Ben derim ki ; Yaşarken ailemize iyi davranalım, küçük isteklerini ertelemeden yapmalı ve küçük işleri sorun etmemeli. Ve sevdiklerimize asla ihanet etmeyelim. Sonra telafisi zor günler geçire biliriz. 

12 Temmuz 2011 Salı

Deniz Feneri, Erbakan ve Tayyib…


Deniz Feneri, Erbakan ve Tayyib…
Bismillaahirrahmanirrahim…
Elhamdulillahi rabbilalemin…
Essalatu vesselamu ala muhaammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain…
Emma ba’d…

Bir: Almanya ve Gurbetçiler…
II Dünya Savaşı’ndan per perişan çıkan bir Almanya…
Hiçbir dikili ağacı kalmamış… Genç neslinden milyonları savaşta toprağa vermiş… Müthiş kötü bir barış anlaşması yapmış…
Tazminat olarak, bütün yeni buluşlarını galiplere kaptırmış…
Savaşın Galipleri, ABD, İngiltere, Fransa ve SSCB… SSCB ile diğerleri arasında 1946’dan itibaren bir soğuk savaş başlamış…
ABD, yerle yeksan olmuş başta Almanya olmak üzere, Avrupa’ya finansman (Marshall yardımı) elini uzatmış… Almanya birikmiş bilgi/know how ve kalifiye eleman ile bu finansmanı büyük bir sanayileşme hamlesine çevirmiş…
Bu seferberlikte ulaştığı noktada, büyük bir işçi açlığı içersinde…
Bu arada Türkiye ile de istihdam anlaşmaları yapmış…
Amele pazarları kurulmuş güzl yurdumda… Türkler, oralarına buralarına parmak atılarak kontrolden geçmişler ve gavurun tezgahlarında çalışmaya koşulmuşlar…
İki: Milli Görüş Örgütlenmesi…
Bu hummalı çalışma ve işçi transferi, tutumlu ve muvakkat işçilerin, dişinden tırnağından arttırarak biriktirdikleri, önce (80 lere kadar) işçi dövizi olarak memleketin döviz açığına çare olmuş…
Sonra laz muteahhitler, alamancılara derme çatma/depreme dayanıksız evleri, yüksek fiyatlar ile kakalamışlar…
70 lerden itibaren, buradaki işçiler Milli Görüşe tımar edilmiş… Hem Devlet memnun hem Almanya…
İşçiler arasında hızla örgütlenen Milli Görüş Teşkilatı, onları haraca bağlamış… Belki bu gönüllü bir haraç… Hem paralarını vermişler, hem seçim zamanları oy kullanmaya ve seçim çalışmalarına katılmaya gelmişler…
Pek çok teşkilat elemanı ve hatip de, bu alanı bir deneyim kazanma, bir mektep olarak görmüş…
Üç: Erbakan ve Almanya
Erbakan gerek eğitimi ve gerek stajı ve ilk iş alanı olarak Almanya’da uzun yıllar kalmış… Dolayısıyla hem bir alman yetiştirmesi, hem bir alman muhibbi… Almanya ile gizli, açık yakın ilişkiler kurmuş… Amerikan ve İsrail düşmanı, ama Almanya ile bir husumeti yok. Hatta çıkar kesişmeleri var…
Alamancıları bir eleman deposu ve bir sağımlık inek olarak uzun yıllar kullanmış… Bavullar dolusu para akmış, Erbakan’ın kasasına… Cihad yolunda (?) harcanmak üzere…
Almanya bu para transferine göz yummuş… Bu örgütlenmeyi koruyup, kollamış… Bunun diyetini de ödetmiş, Milli Görüş liderine…
Dört: Kanal 7yi Kim Kurdu…
Bu ballı tezgah, gün gelmiş selamet köy olmuş, gün gelmiş milli gazete, yeni devir…
Özel tvler furyası başlamış Türkiye’de… Bizim de bir TV miz niye olmasınmış… Bu kadar holdingimiz kurulmuş iken Alamancı paralarıyla, Kombassan’ı, Yimpaş’ı vs…
Büyük üstat, toplamış holdingleri, onlara bir vergi koymuş, benim gölette balık tutuyorsunuz diye…  Her holdingi temsilen, birer adam, Erbakan’dan da bir mutemet, kurmuşlar bir şirket, yeni dünya diye, kolombun ayak bastığı yeni dünyadaki ruh hali ile, açmışlar Kanal Yedi’yi…
İşte şimdi içerdekiler bu mümessillerden bazıları…
Beş: Deniz Feneri:
Kanal Yedi değişik program önerileri, projeleri alıyordu kurulduktan sonra… Farklı bir TV yayıncılığı yapmak amacıyla, bunlar da orijinal fikirler içeriyordu…
İşte bu proje teklifleri dosyaları arasında bir dosya buldu, bu çete… Hem de üstelik adı da Deniz Feneri idi… Ne yapacaktı bu program… Bir yardım programı olacaktı… İnsanları teşhir etmeden, bir ahlaki dikkat ile, insanları muhtaç olanlara yardıma seferber edecekti…
Bu çete, projeye balıklama daldı, isme de öyle… Yeni bir isim koyma ihtiyacı bile hissetmeden –o dönem birçok projenin başına geldiği gibi- bunu da iç ettiler… Bir iki artiz tipli adama bu program sunuculuğu verildi…
Garibanın gözüne gözüne sokarak, bir tiyatro oluşturuldu… Duygular galeyana getirildi, paralar akmaya başladı…
İnsanların tüm perişanlıkları teşhir edilerek, yardım seferberliği oluşturuldu ve ama paralar yardım edilecek yerlere –hiç olmazsa büyük kısmıyla- gitmedi…
Ya nereye gitti…
Bunu mahkeme ortaya koydu Almanya’daki… Dosyasına bakıla…
Altı: Almanya Niye Göz Yumdu…
Almanya, 70’lerden beri, bavullarla MSP ve devamı partilere gelen bu paralara niye göz yumdu da, şimdi kulak kabarttı ve kimilerinin ipini çekti…
Bunu Erbakan liderliğindeki milli görüş partilerinin dış politika tercihleri ile Tayyib Erdoğan liderliğindeki “gömlek çıkaranlar” ekibinin dış politika tercihlerinde aramak gerekir kanaatindeyim…
Nasıl ki bir dönem, parlak ve dokunulmaz kişilerin tezgahları bozuldu ve hep birlikte teşhir edilerek içerde aldılar soluğu Türkiye’de, aynen onun gibi, Almanya da buradaki dönüşüm sürecine bir tepki olarak, orada kurulmuş tezgaha çomak soktu…
Yedi: Şimdiki Durum…
Gel zaman git zaman gömlek çıkaranlar olmuş milli görüş hareketinden… Hem ne çıkarış… Hem ideoloji değişmiş, hem de ittifaklar sistemi… Artık baş düşman ABD ve İsrail olmaktan çıkmış, Almanya da eski sıcak ve yakın müttefik değil artık bu parti üst kademesince…
Deniz Feneri e.v. bu değişimin farkında değil, ya da bunu idrak edemeyecek kadar hödükler, gözü perdeliler tarafından yönetilmekte… Yine tezgahı sürdürüyorlar… Geliyor övrolar, çuval çuval… Gitmiyor, garib gurebaya…
Ya nereye gidiyor… Bir TV kuruluşunun finansmanına, birkaç gemi alımına, birkaç AVM ortaklık hissesine… Katlara, villalara, arabalara…
İşte iğrenç hikaye, böyle geçti gözümüzün önünden, bir film şeridi gibi…
Biz bildik bunu… Kokusu burnumuza kadar geldi… Ve biz, hepimiz, bu pis kokular içinde yaşadık… Üstelik, bir kuruş menfaatimiz olmadan…
Kim bilir kimler örnek aldı bu tezgahı…
Kim bilir kimler döndürüyor yeni çarkı…
Kim bilir kimler el daldırdı bu çuvala…
Kim bilir kimler, nutuk çekti bu tezgahın hayrına…
Estağfirullah… Dilsizliğime…
Vesselam…
Mehmet Yılmaz

11 Temmuz 2011 Pazartesi

POSTMODERNİZİM VE KÜRESEL KÖYLÜLÜK ÜZERİNE

 GÖRÜNÜYOR OLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ;                                
 POSTMODERNİZİM VE KÜRESEL KÖYLÜLÜK ÜZERİNE

Küreselleşmeyi ‘dünyanın büyük bir köye’ dönüşmesi olarak tarif edenler, bilinçli veya bilinçsiz müthiş bir tarif yapmışlar. Dünyanın büyük bir köye dönüşmesinden kastedilen; bilişim ve ulaşım teknolojilerinde yaşanan baş döndürücü gelişmeler nedeniyle dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan bir olayın, çok kısa bir zamanda/anında dünyanın geri kalanı tarafından duyuluyor,  görülüyor ve ulaşılıyor olması ise, bu tanım tam yerine oturmuştur. Çünkü bu aşamada dünya bir köy meydanıdır artık.  Köy meydanında anlamlandırma; görülen kadardır. Görülen kadar olma durumu ise;  bu anlamlandırmada görülenin anlatımı, tarihselliği ve olayların olgusal çağrışımları ‘benzeşme’ ile malul, politik olandan, politik alandan yoksun oluşudur. Politika, farklılıklar arasındaki rekabet, çelişki ve çatışmalardan doğmakta iken, politikanın bu klasik alan ve oluş anlatımı, küresellik ile beraber alan kaymalarına uğramış, oluş dinamiklerinin berhava olması ile birlikte dinamiklerden azade, daha fazla/en süratli/hemen ‘inşa edilebilirlik vasfı’ kazanmıştır.

Politika, ‘halkla ilişkiler ve piyasa araştırmaları’ marifetiyle bir meslek haline gelmiştir. Sosyal ve ekonomik dinamiklerin üretmiş olduğu siyaset ve bu siyasetin doğal tarafları gittikçe ‘muğlâklaşırken’ inşa edilen liderler, taraflar ve taraftarlar sahneye çıkmaktadır.                           

Salt bilişsel ve erişsel karakterli duyuluyor, görünüyor ve ulaşılıyor olma üzerinden ‘küreselliğin’ yakınlaştırılmış bir ‘empati’ masumluğu ile tariflenişini, hele bir de küreselliğe ‘köylülük’ sıfatı eklendiğinde bu tarifin esasında neyi anlatmak istediğini anlamak gerekiyor.  Bilinçsizce/bilinçli bilinçsizce yapılmış, doğru ama esas tarif ve amaçları anlatmaktan aciz, fahiş eksikliklerle, gözden kaçırmalarla, indirgemelerle, manipülasyonlarla, tanımsızlaştırmalara, yeri geldikçe de alt yapısı olmayan tanımlamalara bir şeylere varılmaya çalışıldığı görülecektir. Görsel ve işitsel olarak dünyanın büyük bir köye dönüştüğü doğrudur. Bu doğrulamada görselliğin ve işitselliğin objektifliğine yüklenen (bunu kameranın objektifi olarak da okuyabilirsiniz) bir doğrulama mevcuttur. Sorun, bu doğrulama üzerinden yapılan maksatlı eylemlerin, sürekli ve duruma göre bir gerçeklik inşa çabalarıdır. Bu çabalar üzerinden (çoğu zaman biri birinden bağımsızmış gibi görünür) küresel mahiyette kalıcı, meşruluğunun en az tartışıldığı, (tartışılsa bile bu tartışmalar marjinalleştirmelerle sonuçsuzluğa mahkûm edilmektedir.) maliyeti düşük, küresel boyutta hâkimiyet alanları ihdas etme iradesini içeriyor olması, küresel köylülüğün politik alanına işaret eder.

Bu iradenin küreselliğe yakışır total yönetsel bir proje taşıması, yani siyasallığı, bu siyasallığın da kapitalist anlayışın küresel boyutta en üst eklemlenme süreci ile beraber iç içe geçmiş bulunması; küreselleşmeyi bir ideoloji haline getirmektedir. Öyle bir ideoloji ki; modernizmi içselleştirememiş/içselleştirmemiş toplumlara modernist yaklaşımlar sunarken, diğer taraftan da modernizmin üretmiş olduğu alt yapılara ve sunmuş olduğu önermelere karşı temel bir eleştiri misyonunu yerine getirme görüntüsü ile de oldukça başarılıdır. Bu görüntü altında tartışma konusu yaptığı mevcudu işlevsizleştirerek ‘iğdiş etme’ politiği; modernizme karşı geleneğe, merkeze karşı yerele ve çevreye ‘görünüyor ve duyuluyor’ olma imkânı sunmaktadır. Fakat bu sunumlarda gerçekliğin ‘muğlâklığı’ her şeye sirayet etmektedir.

     

Köylülüğün sosyal, siyasal, ekonomik ve sosyal psikolojik tariflerindeki anlatılardan hareketle, dünyanın büyük bir köye dönüşmesindeki ‘küresel köylülük’ ideolojisi; salt görünüyor olmanın meşruiyetini, tüm arka planlardan, tarihsellikten ve siyasetten azade sunuyor olmaktır. Değişime yüklenen anlam; değişim dinamiklerinin mevcuda/o ana yüklediği anlamdır. Bu anlam yüklemesi; çatışma ve uyuşmanın gerilimini tarihsellikten soyutlayarak bir mevcut ve bir gerçeklik inşasını mümkün kılmaktadır.      
  
Küresel Köylülük İdeolojisi; Postmodernizm.

-          Dünya bir köy meydanıdır.
-          Gerçek; bu meydanda görüldüğü kadardır.
-          Görünüyor, duyuluyor ve ulaşılıyor olmak, meşruluk için yeter sebeptir.
-          Benzeşme;  dünyayı anlamlandırma noktasında benzer argümanların kullanılarak bu argümanlar ile farklılıkları ifade etmek ve bu ifadeler doğrultusunda inşa edilmiş üst bir anlatıyı meşrulaştırmaktır. Bu meşrulaştırmada farklı alt kimliklere yönelik salt görünüyor olmak üzerinden deruhte edilen ‘doyum’, sömürgeci merkeze yöneltilen eleştirileri bertaraf etmekte, etkisizleştirip değersizleştirmektedir.
-          Benzeştirme faaliyetlerinin ürettiği şey; retorik kaymalarıdır. Retorik, alt kimliklerde gelişirken üst kimlik bağlamında benzeşme ile mamul siyasetsizlik, küresel hegemonyaya hizmet etmektedir.
-          Medya hiç olmadığı kadar merkezdedir. Bu merkezilik bilgiye ulaşma noktasında rezervleri ortadan kaldırırken aşırı bilgi bombardımanı ile ‘kafa karışıklığı’ meydana getirmektedir. Bu kafa karışıklığına yol açan bilgi bombardımanı, olayları analiz noktasında acizliğe duçar edecek kadar yalınlaştırılmaktadır. Bu yalınlaştırma reklam spotları kadar da kısaltılmıştır. Alt yazı medyası, kestirmeden küresel mahiyette vurucu bir kamuoyu oluştururken aşırı uzmanlaşmış entelektüel kadro, bu ‘tavlanmış’ kamuoyuna biri birinden kopuk, tarihselsiz, arka plansız, siyasetsiz ve mevcuda yönelik analizlerle derinlik kazandırmaktadır.                 
-          Toplumsallık ve toplumsal duyarlılık parçalanmaktadır. Bu parçalanma; modernitenin bireyselliğine karşı üretilen toplumsallık ve toplumsal duyarlılık ile sağlanmaktadır. Modernist bireyselliğin yine de son kertede kendisini ait hissettiği büyük anlatıların ve ideolojilerin gittikçe erozyona uğraması, itibar kaybetmesi, eklektik bir yapıya evrilmesi, büyük anlatıların meşruluğunu ortadan kaldırırken temel eleştirinin oturduğu zemin değersizleştirilmektedir.
-          Birey-toplum, toplum-devlet, toplum-din, din-devlet ilişkilerindeki yön kavramanın karmaşıklaştırılması; duruma ve mevcuda göre üretilen duruşların neye hizmet ettiğini de karmaşık bir hale getirmektedir. Ortaya konulan benzer eylemlere, farklı algılamalarla, farklı çıkarsamalarla, farklı öykülerle farklı değerler atfedilirken yapılmak istenen ‘muğlâklığın’ küresel boyutta benimsetilmesidir.
-          Gerçeklik de muğlâktır. Gerçekliğin, doğrunun zemininde sürekli üretiliyor ve tüketiliyor olması, gerçekliği ve inşa edilen anlatıları bir meta haline getirmektedir.           

Liberalizmin sınırsız ekonomik özgürlüğüne karşı sosyal duyarlılığı, sosyalizmin ve komünizmin merkezileştirilmiş toplumsallaştırılmışlığına karşı bireyselliği, modernizmin dine ve aşkınlığa olan mesafesine karşı mistiszmi bir arada görmek mümkün. Bireyin dünyayı anlamlandırma noktasındaki bu duruş çeşitliliği bir zenginlik olarak pazarlanırken modernizmin zemininde üretilmiş ideolojilerin tek yönlü duruşları bu tavır inşasına imkân tanımıştır.

İdeolojilerin dünyanın karmaşasını anlamlandırma noktasındaki indirgemeci ve genelleştirmeci tavrı,  ideolojilerin bir şekilde yaslanmış oldukları büyük anlatıları, yeniden anlamlandırma tanımlama ve temsil etme pratiğinde, postmodernizme büyük bir cesaret ve ehliyet vermiştir. Bu anlamlandırmayı, tanımlamayı ve temsil etmeyi, küresel köylülük ve postmodernist ideolojinin ‘iğdiş etme’ politiğinden bağımsız düşünmememiz gerekiyor.

Bir Müslüman olarak dünyayı anlamlandırma uğraşımızda ideolojik tutumlarımızı indirgemeci ve genelleştirmeci tavır üzerinden eleştirirken, postmodernizmin tehdit ve işgalini sürekli göz önünde bulundurmak zorundayız. Dine ve geleneğe göz kırpan ve onu anladığını iddia eden postmodernizm, seküler omurgası ile bizi farklı bir dünyaya çağırmaktadır. Birey-toplum-devlet üçlüsü arasında, kamusal alan zemininde cereyan eden ve bir hukuk sorunu olan ‘laiklik’, postmodernist söylemde ahlaki bir sorun olan ‘sekülerliğe’ evrilmiştir.

Küresel köylülük ve Postmodernizm bizlere her şeyi konuşabilme özgürlüğünü bahşederek bizi görünür, duyulur kılmaktadır. Salt görünüyor ve duyuluyor olmanın üretmiş olduğu meşruluk zemininde Müslümanlar olarak biz neleri içselleştirerek meşrulaştırıyoruz?

Bu soruyu ve olası cevaplarını önemsiyor, düşünmeye değer buluyorum.

Arif ARCAN 

8 Temmuz 2011 Cuma

GECENİN SESİ…


Güneş ufkun koynuna girdi.
Alacakaranlık, son kızıllıkları gümüşi boyası ile boyayınca hüzün, bir külçe gibi yüreklere çöktü. Gümüşi külçe, koyu lacivert giysisini çekince bedenine, hüzün ile birlikte kimsesizlik, köksüzlük ve kaybolmuşluk hissi bütün ruhları teslim aldı. Laciverdin bu işgali ruhlara özgürlük bahşetti.

Gecenin sesi, asude yalnızlığın tadına doyum olmaz demlerine lütufkâr bir şiir, yüreklerden sızan bir müzik gibi katılınca, kimsesizliğin, kaybolmuşluğun ve köksüzlüğün hoyrat olmayan özgürlüğü, bütün bir kâinata kanat açmaya hazır. Uzak fikri altüst olmuştur artık. Altüst olan sadece uzak fikri değildir; gecenin örttüğü dağlar, ovalar, göller, denizler ve yollar ile mekân, varlık ve boyut fikirleri de altüst olmuştur. Boyut açısından var ile yok arası cırcır böceklerinin bütün bir geceyi dolduran aşk şarkıları, gözden ırak kurbağaların bu şarkıya vokal yapan mırıldanmaları, bir burada, bir orada çekirgelerin ritimsel titreşimleri ile mikro dünya,  makro dünyayı yaratılış üzerinden teslim almıştır. Bu teslimiyetteki ahenk; insana durup düşünmek için bir fırsat sunuyor.

Pek zalim ve cahil olan insan için gecenin sesi; gündüz yapıp ettiklerini durup düşünmek için bir fırsat olarak sunulurken, insan hesaba, kimsesizliğini en derinden hissetmesi ile başlamalı. Kimsem dedikleri, bir adım ötesinde gecenin örttüğü yeryüzünün de altındadır. Makro dünyanın bütün haşmetinden, çelişkisinden, çekişmesinden, didişmesinden azat edilip mikro dünyanın ahenkli kollarına teslim edildiğinde kimsesizlik en somut haldedir. Yalnızdır ve bu yalnızlık yalın bir yalnızlıktır. Bu yalın yalnızlık; kişinin kendi içindeki kendisinin bile kendisini terk etmesiyle gerçekleşir. Muhasebe artık kendi dışındadır. Çünkü kendi, kendinde değildir artık.

Hesaba, köksüzlüğü üzerinden devam etmeli.
Bir varlık olması, yaratılmış olan bir varlık olması gerçeği, kendisinin öncesi olmadığını gösteriyor. Hem bir nesne, hem bir özne olarak yaratılış Allah’ın teklifidir. Teklifin gereğini olan mükellefiyeti yerine getirip getirmediğini sormalı yaratılan. Yaratanın ifadesiyle; ‘Gerçekten insan üzerinden öyle uzun bir süre gelip geçti ki o anılmaya değer bir şey bile değildi. Çünkü biz insanı bir takım katkılarla karıştırılmış bir nutfeden yarattık; onu evire çevire deneyelim diye de onu işiten ve gören bir varlık yaptık. Muhakkak Biz ona (doğru) yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör kafir! (İnsan suresi 1-3. Ayetler)

Başını kaldırıp bakmalı gökyüzüne.
Sonsuzluk fikrini iliklerinde hissetmeli. Hayretten, güzellikten, kendinden geçmişlikle çene, dudak oynamalı; ‘asuman’ demeli. Bu kendinden geçmişlik bir esriklik değil; hayrettir. Sonra kendisini konumlandırmalıdır insan. Bu sonsuzluk içinde, değersizliğini, hayır, hayır; kaybolmuşluğunu ürperti ile hatırlamalı. Tam bu kaybolmuşluk duygusu içinde iken şah damarından daha yakın olan, tüm benliğini saracaktır. İnsan; değersiz, adi, çaresiz bir nesne olmaktan çıkıp ‘eşrefi mahlûk’ bir özneye dönüşecek, bir sahibi olduğunu fehmetmesiyle, içkin bir güvene kavuşacak. Aslında kaybolmuşluk; asıl vatana olan hasretin, melankolik olmayan hüznün içindeki tarifsiz bir özleyişin adıdır. Sonlunun sonsuza olan iştiyakı; zaman ve mekân esaretinden tam bir özgürlüğe erişme arzusudur. Bu arzunun küllenmesi, sahibini ve asıl vatanını unutması, vahyin kesintisizliği ile engellenmektedir. Bu kesintisizlik, Allah’ın engin rahmetine, en vefalı dostun görüp gözetmesine matuftur ve sonsuz bir kereme mazhar olmaktır. Şükür; bir aczin giderilmesindeki edimsel bir karşılık değil, dosta olan güvenin izharıdır. Bu izharın kıymetini, imtihan sürecindeki insanın, mükellefiyetlerini tam bir vuzuha kavuşturmuş olan Allah’a yöneliminde, inşa edilmiş tanımlamalardan uzak kalınması verir.

İnsanı yaratıcısı tanımlamıştır.
İnsanı, insani vasıfları üzerinden yeniden tanımlamak ve bu tanımlamayla birlikte bir ilişki zemini oluşturmak, hüsranda olmanın adıdır. Hüsran; imtihan sürecindeki yaratılanın, bu tanımlama uğraşısı içinde yaratıcısını tanımlanmasıdır ki; yaratan Allah her türlü tanımlamadan beridir. O, insanı tanımlarken kendisini de anlatmıştır. Bu bir nimettir ve bu nimete nankörlük edenlerin uğrayacakları en büyük zarardır hüsran. Tanımlama, bireysel bir faaliyet değil, toplumsalı oluşturan kamusal alanın faaliyetidir.

Uzaklarda şehrin ışıkları oynaşıyor.
Rengârenk reklam ışıkları, gündüzün didişmesini geceye taşıyor. Gece vardiyasına gidenlerin ve dönenlerin yüzleri düşüyor, garip bir memnuniyetsizlik, fabrika düdüğü ile dalga dalga bulvarlara yayılıyor. Uyuyan şehre bir diken gibi batan ayakta olmanın garabeti, cırcır böceklerini, kurbağaları ve çekirgeleri rahatsız ediyor. Derinden gelen bir uğultu şiddetleniyor,  bir uçak geçiyor. Uçaktakilerin tedirginliği bu uğultuya karışıyor.
Tedirginlik; ait olunmayan bir yerde, bir konumda bulunmaktır.

Gecenin sesi, sürekli tanımlanan insanın kendisine dönmesini ve iliştirilmişliklerinden arınıp fıtri ve sahih olana kulak vermesini fısıldıyor. Kesin hüküm gününde verilecek hesabın bireyselliği, toplumsalın ne buyurduğuna ‘tedirginlikle’ birlikte azami dikkat gösterilmesini gerektiriyor.

Gecenin sesi, şükredilmesi gereken bir nimettir.

Arif ARCAN