Gidiyorum…
Bu gülümseme nereden çakıldı beynime yankılanıp duruyor, bu kırık ezgi neden dilimde.
Gidiyorum…
Gidiyorum yol bitmiyor, bir durup bin gidiyorum.
Gece ve karanlık yutuyor beni, gece ve karanlık yutuyor yolları.
Gidiyorum, bu gülümseme nereden çakıldı beynime, bu kırık ezgi neden dilimde.
Yanımdan gelip geçen otobüsler köksüz, kimsesiz ve koparılmış erkekler, kadınlar, kızlar, delikanlılar, çocuklar götürüyor. Hiçbir neşe yok yorgun ve bıkkın yüzlerde. Çocuklar meraksız, delikanlılar heyecansız, kızların yüzleri düşmüş. Tekinsiz mola yerlerinde iğreti duruşlardaki tedirginlik, iştihasızlık kesik hıçkırıklara karışıyor. Bir minibüse bindirilmiş, yeşil çuhaya sarılı tabuttakine ağlayan bir nine, bir dede, bir anne, bir baba, bir eş, bir kardeş, gözleri kızarmış evlatlar. Genç miydi, yaşlı mıydı? Ne önemi var. Tekinsiz mola yerlerinde tedirgin duruşlar.
Gidiyorum…
Farların vurduğu trafik işaretleri niye bu kadar kayıtsız?
Bu dağ bu kadar zavallı mıydı?
Akıp giden beyaz şeritler bu kadar kirli miydi?
Bu gülümseme nereden çakıldı beynime, bu kırık ezgi neden dilimde.
Hatırlamıyorum.
Gidiyorum…
Cılız ışıklar; uzakta büyük mezar gibi köyler.
Uyduruk yol ayrımlarına çakılmış paslı, eğri büğrü levhalar; kasabalar uyanmamak üzere uyumuşlar. Bol ışıklı bulvarlardan geçiyorum. Büyük şehirlere öykünen zavallı şehirler, gerisi kapkaranlık.
Bu gülümseme nereden çakıldı beynime, bu kırık ezgi neden dilimde.
Hatırlamaya çalışıyorum.
Gidiyorum…
Şafak söküyor. Ayak sürüyen bir aydınlık karanlıkla dalaşıyor.
Koyunların gözleri mat, çoban umutsuz; seher vakti bu uzun hava niye?
Bu gülümseme nereden çakıldı beynime, bu kırık ezgi neden dilimde.
Başım çatlıyor.
Gidiyorum…
Ormanlar; ceylanları kaçmış, kuşları uçup gitmiş, kurtları vurulmuş, ayıları kış uykularından uyanamamış, kimsesiz. Bir ormancı, ruhsuz bir dinginlikle kimsesiz ormanın yalnızlığına bir diken gibi batıyor.
Bu gülümseme nereden çakıldı beynime, bu kırık ezgi neden dilimde.
Bir sis perdesi gerisindeki hatıralar niye bu kadar uzak.
Gidiyorum…
Birden kırık ezgi tamamlanıyor. Suskunluğumun acıttığı ağzımdan acemice dökülüyor ezgi. Sonra ahenkleşiyor. ‘Penceremin milleri ay beri bak beri bak. Açmış kızın gülleri ay beri bak beri bak…’ Türkü söyleyerek, oynayarak ilerleyen düğün alayına yetişmek için koşan bir kızcağız görüyorum. Geceden yağan yaz yağmurunun çamuruna takılıyor pembe naylon ayakkabısı. Sekiyor olduğu yerde. Biraz sonra yorulacak ve ayakkabısız ayağını önce ayakkabılı ayağının üstüne koyacak, dengesi bozulunca da çamura. Eğliyorum. Ayakkabısını çamurdan çekip çıkarıyorum. Ayağının dibine atıyorum. Ayakkabısını giyiyor. Başını kaldırıyor. İri ve simsiyah gözleri ile gülümsüyor bana. Dönüyor ve ardına bir daha bakmadan düğün alayına doğru koşuyor.
Gidiyorum…
‘Penceremin milleri ay beri bak beri bak. Açmış kızın gülleri ay beri bak beri bak…’
Avazım çıktığı kadar bağırarak bu türküyü söylüyorum. Orman kuş cıvıltıları ile doluyor, bir ceylan sekiyor, bir ayı homurtusu duyuyorum. Gözleri çakmak çakmak bir kurt peydahlanıyor yalçın bir kayabaşında.
Duruyorum…
Sevimli bir pompacı mahmur gözlerle selamlıyor beni. Nefis bir çay içiyorum, baba ocağı gibi sıcak ve güvenli bu dağ başı. Bir otobüs yanaşıyor. İçinden neşe dökülüyor. Bir düğün alayı. Masum, iffetli ve gümrah bir coşku sarıyor her yanı. Düğün alayından yükselen ezgi dev bir gülümseme oluyor ruhumu ve bedenimi sarıyor; ‘Penceremin milleri ay beri bak beri bak. Açmış kızın gülleri ay beri bak beri bak’…
Gidiyorum…
Gidilmesi gereken yere, mutmain bir kalp, coşkun bir ruh ile…
Arif ARCAN