Çoğumuz,
babamız henüz hayattayken onun yüzüne bir kere bile dikkatle bakmayız. Baba,
“baba” demeye başladığımız günden itibaren sürekli karşımızda duran bir
alışkanlıktır. Yıllarca babamızdan değil, bir alışkanlıktan bahsederiz:
Annemize, “babam bugün niçin gecikti? ” diye sorarız; kardeşimize, “babam yine
su istiyor,” der ve dertleniriz; bazen de,”babama hangi yalanı uydursam,” diye
planlar kurarız kafamızda. Baba, her seferinde, bize biraz uzak, biraz yabancı
birisidir. Her gün elbiselerini giydirip sokaklara saldığımız o” biraz”
yabancının, zamanın karşısında nasıl da eriyip gittiğini fark etmeyiz bile.
Oysa ilkin ve hep onun elbiseleri yaşlanır, ilkin ve hep onun saçları ağarır,
ilkin ve hep o öksürür. Bir alışkanlığın perde gerisinden baktığımız o yüzde
zaman, çizgilerden, girintilerden ve çıkıntılardan yeni bir yüz yapar; bunu da
fark etmeyiz. İçimizden az buçuk dikkat kesilenler bilirler ki, baba,
gözaltlarındaki torbalarda yorgunluk biriktiren kederli göçmenidir evimizin.
Bir an gelir, gözaltlarındaki torbaların bağcığını gözlerinin feriyle
bağlayamaz olur artık. O iki bağcık da, hiç ummadığımız bir vakitte, hiç
ummadığımız bir yerde çözülüverir. Çözülüverir ve babamız, bizden sakladığı
bütün yorgunlukları orta yerde bırakıp, kederli yüzünü terk eder. Biliyor
musunuz? Babamız bir gün gerçekten ölür!
Babamız bir
gün gerçekten ölür, ama biz, onun ölümünü bile birden değil parça parça
kavrarız. Eve geç kaldığımızda duyduğumuz tedirginlik, yerini garip bir boşluğa
bırakır mesela; Annemiz, “babanız duymasın “ demez olur. Ütü masasında eksik
bir giysi vardır artık. Sabahları ceketini tuttuğumuz telaş, akşamları kapısını
açtığımız yorgunluk bizi terk etmiştir. Yaşarken bir alışkanlığa kurban giden
babamızı, öldüğü günden sonra tekrar toplamaya, bir arya getirmeye başlarız.
Onun, yırtık bir resim gibi günlerimizin şurasına burasına dağılmış ne çok yüzü
varmış meğerse. Haber izleyen, kızan, surat asan bıyık altından gülen baba
yüzlerinin hepsi de neredeyse bir tek kavşakta birleşmektedir ama: Evde. Bizim
babamız bir ev adamıdır. Aslınca onlarca yıl hâkimi değil, mahkûmu olmuştur
yaşadığı evin. Son bir gayretle yaşadığı konağı ve toprakları terk etmeye
çalışan Tolstoy’un deliliğine soyunamayacak kadar karısı ve çocukları
tarafından teslim alınmış, inceden inceye tutkusuzlaştırılarak vasat bir adama
dönüştürülmüş ve hayatının yeknesaklığı içinde bir gün, kefen parasını
biriktirmiş olmanın huzuruyla evine veda etmiştir.
Artık
içimizden hiç kimsenin, bize veda eden babanın yerine baba olamayacağını,
vaktin çıkıp çıkmadığını onun sesiyle soramayacağını anladığımızda, çaresizce
bir şey yaparız: Kendimizi babamızın hiç ölmediğine, şeceremizin hiç
dağılmayacağına inandırmak için, onun en sevdiğimiz fotoğrafını büyüterek,
annemizin ya da en büyük kardeşimizin odasındaki duvarın yerine konduruveririz.
Konduruveririz ve o resme bakarken ilk kez babamızın yüzüyle yüzleşiriz.
Böylelikle ilk kez, babamızın gözlerinde bir göç öncesinin alınganlığını
görürüz; saçlarının fazlasıyla beyazlaşmış olduğunu görürüz. Görürüz ki, onun alnı
yaşadığımız coğrafyanın kaderiyle aynıdır. Sanki hiç mola verilmemiş bir
savaşın cephe yerine benzeyen bu alın aslında bizzat hayatın alnıdır. Onu
yeniden aramıza çağırmakla, yüzünü her gün görebileceğimiz bir yerde
ağırlamakla, bir süreliğine de olsa, ölü babamızla ilk kez içtenlikle
baba-evlat haline geliriz. Konuk ettiğimiz insanlara anlatırız onu, kim
olduğunu soran çocuklara; öyle ki, onun kim olduğunu sormayanlara içlendiğimiz
bile olur. Duvarda, bazı yanlarını yeni yeni hatırladığımız, çerçeve içinde bir
babamız vardır artık.
Ama gün
gelir, mevsimler duvardaki fotoğrafı da soldurmaya başlar. Babamızın
gözaltlarını tutan o incelmiş bağcıklar, bir kere daha unutkanlığımız
tarafından kopmaya terk edilir. Aramıza heyecanla çağırdığımız sevgili ölümüzün
yüzü, mahkûm olduğu çerçevenin içinde tekrar bir gölgeye, bir alışkanlığa
dönüşür. Bir evden bir eve taşınırken, eşyalarımızın arasında can çekişir
durur; yeni evimize uygun olup olmadığını düşündürecek kadar uzaklaşır
aramızdan. Nihayet, yeni evlerimiz, bu yakışıksız yabancının resmini duvarları
için uygunsuz bulmaya başlar. Yeni evlerimizin duvarları, su kenarlarını,
tarlaları, yorgun işçi tulumlarını, bir memurun çantasını, bir askerin
kaputunu, bir kasketin alınlığını ve bütün o eski alışkanlıkları kabul etmez
olur artık. Bir gün, biz yine fark etmeden, duvardaki yerinden de devrilir
babamız; ikinci kez ölür! ..
Ali Ayçil