"Siz ey imana ermiş olanlar! Birbirinizin mallarını haksız yollarla -karşılıklı rızaya dayanan ticaret yoluyla da olsa- heba etmeyin ve birbirinizi mahvetmeyin; zira Allah, sizin için bir rahmet kaynağıdır.”1
Ayet, ticarette gösterilmesi gereken ahlaki duruşa parmak basar. Burada satın alacağınız bir malın sahibinin rızası dahi olsa onu hakkından daha aşağı bir değerde almak doğru kabul edilmez.
İnsanın Allah tasavvuru ile sahip olduğu veya olmayı düşündüğü serveti arasında birbirini besleyen çok yakın bir ilişki vardır. İnsanlar, sahip oldukları şeylerin Allah’tan gelip gelmediği konusunda yeterince dikkatli davranmazlar. Karışık ilişkiler ağı içinde yaşayan insan için başına gelen olaylarda doğru tespitler yapabilmek her zaman mümkün olmayabilir. Üstelik mağdur olduğu zor zamanlarında insanın bakış açısı daralır ve pek çok konuda sağlıklı düşünemez. Özellikle rızık konusundaki korkuların boy attığı yerler, insanın zaaflarının tavan yaptığı sahalardır. Bu yüzden Kur’an’da; kardeşlik, yardımlaşma, birbirinin evinden yeme gibi tavsiyelerle bu korkunun insana hükmetmesine engel olunmaya çalışılır.2 İnsan bu korkularını yenmeden gerçek manada özgür de olamaz. Beslendiği yerlere bağımlılık ve tarafgirlik oluşturur.3 Bu nedenle rızkın Allah’tan geldiğini kabul etmek, yani bütün asli ihtiyaçlarını kimseye muhtaç olmadan karşılayabilmek gerekir.
Galip zihin, rızkın Allah’tan geldiğini kabul eder. Ama fakirin eline niye ulaşamadığını sorgulamaz. Çünkü bu sefer fakir, müstekbir düzenlerin, tağutî sistemlerin değil, kendi fakiridir. Kendi fakiri olunca insan yardım etmek ister ama onun fukaralığının temelinde yatan sebepleri kurcalamaya yanaşmaz. Çünkü sorgulama konusu olacak her meselede karşısına kendi resminin de çıkacağını bilir. Örneğin Fâtır suresinde, Allah’ın insanlar için açacağı rahmet kapısını kimsenin kapatamayacağı ve onun kapattığını da kimsenin açamayacağı anlatılır.4 Kapıların açık olmasıyla ilk bakışta kişinin, münferit eylemleriyle kendi yükselişini planlamasında bir engel bulunmadığı zannedilir. Fakat toplum açısından yükselme bütün haksız uygulamaları saf dışı bırakmayı gerektirir. Çünkü toplum yükselemiyorsa bireyin yükselmesi bir aldanmadan ibarettir. Herkesin mutlu olması amaçlanıp bu uğurda gayret gösterilmeden aklıselim ve vicdan sahibi kişilerin kendi içlerinde de barış ve huzuru sürekli kılmaları mümkün değildir.
İnsan hakkını aldığında bunu Allah’tan sayması doğru bir yaklaşımdır. Eğer alamıyorsa bu Allah’tan sayılmaz. Çünkü Allah asla haksızlığa razı olmaz. Kur’an’da “rızık” konusu ile ilgili olarak doğru bir Allah anlayışına sahip olunmasının istenmesi ve ekonomik talep ve dengelerin Allah tasavvuruyla bu kadar iç içe olması da dikkate değer. Cahiliye devri ekonomik faaliyetlerinde müstekbirlerin tek taraflı olarak aldıkları kararların faturalarını Allah’a kesmek istemeleri bir tuzak ve mazlum yaratan bir girdaptır. Buradan kurtulmanın yolu Allah’tan başkasının ilah tanınmamasına bağlıdır. Menfaat ilişkilerinin ilah edinmeye varmaması ve rızkın adil bir şekilde hak edene ulaşması için Allah dışında otorite tanınmamalıdır. Zira her yeni otorite kendi büyüklüğünü başkalarının küçüklüğüyle sağlayacaktır. Bilindiği gibi bütün sahte ilahlar kullarından beslenir. Oysa Allah’ın bütün emir ve yasaklarının faydaları yine onlara geri dönüşlüdür, yani kulları içindir ve O asla kendisi için bir şey istemez.5 Galip zihinde mevcut yapının korunması için her şey feda edilir. Hatta olmayacak şeylere de fetva verilebilir. Hâlbuki bütün sistemlerin varlığı, evvela insanı yüceltmek ve onun saygınlığını korumak olmalıdır. Bu anlamda merkeze konulması ve korunması gereken en önemli değer insan haklarıdır.
Cahiliye devrinde müşrikler, dünyanın fotoğrafını çekmiş ve elde ettikleri resmin Allah’ın takdiri olduğunu söylemişlerdir. Mevcut işleyişi kutsayan bu yaklaşımda kendilerine ayrılan yer, en iyi konumdur. Sevildikleri ve hak ettikleri için zengin olmuşlardır. Bu yüzden fakirliğin bütün paylaşım taleplerinin bir sömürü ve menfaat beklentisinden kaynaklandığını düşünürler. Bu insanlar, hiçbir şey için kendilerini mecbur hissetmeye dayanamazlar. Güçlü olduklarını düşündükleri konularda asla rekabet kabul etmezler. Servet sahibi olmak konusunda bir müşrikle mümini birbirinden ayıran en önemli özellik, elde ettiklerini bir güç gösterisine dönüştürmek ile onun kendisi için bir emanet olduğunu bilmektir. Cömertlik de arka planda paylaşmak, yani müstağni davranmamakla cimrilikten ayrılır.
Galip zihnin, istikrar, düzen, huzur adına mevcudu dokunulmaz kılar. Hakikati siyasete feda etmeye her zaman hazırdır. Zira gerçek, mevcut yapıyı muhafaza etmekle aynı şeydir. Oysa dinin vazgeçilmez aslî unsurları ile yorumları arasında fark vardır. Fakat zaman içerisinde yorumlar aslın yerine geçip savunulur hâle gelebilir. Bu anlamda galip zihin rızık konusunda kaderci bir tavır takınır. Her şeyi Allah’a havale eder. Fakirlik ve yoksulluk da takdiri ilahiye dayalı bir kaderdir. Sonuç itibariyle Allah suçlanmayacağına göre bu yaklaşım, mevcut yapının bütün kötülüklerini veya eksikliklerini/aksaklıklarını örtmeye yarayacaktır.6
Serveti elinde bulunduranların rızık anlayışı, çoğu zaman kendi servetlerinin meşru hakları olduğunu iddia etmeleri açısından sorunludur. Müslüman da olsa, helâl yollarla da kazansa kişinin sermaye/servet ve bununla elde ettiği gücün başkalarına zarar vermesine müsaade edilemez. Son derece önemli olmasına rağmen rızkın Allah’tan geldiğini kabul etmek yetmez. Aynı zamanda adil dağılımına ya da adil olmayan uygulamaların engellendiğine de şahitlik edilmelidir. Bu anlamda infak gibi gönüllü veya zekât gibi zorunlu harcamaların yerli, yerinde yapılması gerekir. Sermayenin yalnız zenginler arasında dolaşan bir güç olmasına müsaade etmemek, tekelleşmelerin önüne geçmek ve gayrı meşru haram yollardan kâr elde etmeyi önlemek, emeğin hakkını savunmak ve almak, zenginle fakir arasında uçurum oluşmasını engellemek gibi pek çok sorumluluğun yerine getirilmesi esastır. Bunlar olmadan rızkın hak edenin eline geçmesi çoğu kere mümkün olamaz. Hatta öyle durumlar vardır ki görünüşte hemen her şey yerinde ve düzgündür, fakat adalet yine de gerçekleşmez. Çünkü üzerinde durulan konunun ahlaki yönü ihmal edilmiştir.
O hâlde iman edenler, karşılıklı rızaya dayanan ticaret yoluyla da olsa birbirlerine zarar verecek uygulamalardan şiddetle kaçınmalıdırlar.
Not: Bu yazı, “Sözün Bağlamı” adlı eserden alıntılanarak düzenlenmiştir.
Dipnotlar:
1-) Nisa suresi, 29. ayet. (M. Esed Meali); Bu ayetin anlamı farklı meallerde şu şekildedir: “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle olursa başka. Kendinizi helâk etmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok merhametlidir.” (Diyanet Meali); “Ey inananlar, mallarınızı aranızda bâtılla (doğru olmayan yollarla, haksız yere) yemeyin. Kendi rızanızla yaptığınız ticaret olursa başka. Canlarınızı da öldürmeyin. Doğrusu Allah, size karşı çok merhametlidir.” (S. Ateş Meali); “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda meşrû olmayan yollarla yemeyin. Karşılıklı rıza ile yapılan bir ticaret yapmanız ise, elbette meşrudur. Sakın haram yiyerek, başkasının hakkını gasbederek kendinizi öldürmeyin. Allah size pek merhametlidir.” (S. Yıldırım Meali); “Ey iman edenler, birbirinizin mallarınızı haram sebeplerle yemeyin. Meğerki (o mallar) sizden karşılıklı bir rızadan (doğan) bir ticaret (malı) ola. Kendilerinizi öldürmeyin. Şüphe yok ki Allah sizi çok esirgeyicidir.” (H. B. Çantay Meali); Bu ayet hakkında M. Esed’in yaptığı açıklamaya hak vermemek elde değildir. Şöyle ki: “Yukarıdaki cümleciğin başındaki illâ edatına alışılmış karşılığı olan ‘hariç’ veya ‘olmadıkça’ anlamları verildiği takdirde ibareyi şu şekilde çevirmek gerekecektir: ‘Karşılıklı anlaşmaya dayanan ticar(î bir faaliy)et olmadıkça.’ Ancak bu formül birçok müfessiri şaşırtmıştır. Çünkü lafzî anlamıyla alındığında yukarıdaki ibare, karşılıklı anlaşmaya dayalı ticaretten doğan haksız kazançların, ‘birbirinizin mallarını haksız yollarla heba etmeyin.’ şeklindeki genel yasaklamanın dışında tutulduğu intibaını vermektedir. Bu, Kur’an’ın öngördüğü ahlakî çerçeve ışığında kabulü mümkün olmayan bir varsayımdır. Müfessirlerin çoğunluğu, bu güçlüğü aşabilmek için, illâ edatının bu bağlamda ’ama’ anlamına geldiği ve dolayısıyla yukarıdaki cümleciğin şu şekilde anlaşılması gerektiği görüşünü ifade etmişlerdir: ‘Ama karşılıklı anlaşmaya dayalı yasal ticaret yoluyla birbirinizin mallarından yararlanmanız sizin için meşrudur.’ Ne var ki bu yorum, hayli zorlama ve sunî olması dışında, ‘yasal ticaret’in burada neden başka birinden ekonomik menfaat sağlamanın tek meşru aracı olarak sayıldığını açıklayamamaktadır. Nitekim Râzî’nin bu ayet ile ilgili yorumunda haklı olarak belirttiği gibi, ‘hediye, vasiyet, kanunî miras, sadaka, mehir veya uğranılan zararlardan dolayı alınan tazminat gibi araçlar yoluyla ekonomik kazanç sağlamak daha az meşru değildir; öyleyse ticaret dışında, [meşru] servet edinmenin pek çok yolu vardır.’ O halde neden burada yalnızca ticaret vurgulanmıştır -üstelik özel olarak ticarî konularla ilgili olmayan bir bağlamda? Bana göre, bu bilmecenin gerçekten tatminkâr bir cevabı ancak illâ edatının dilbilimsel bir analizi yoluyla elde edilebilir. Bu edat, alışılmış ‘hariç’ veya ‘olmadıkça’ anlamları dışında bazen -Kâmûs ve Muğnî’de de işaret edildiği gibi- sadece ‘ve’ bağlacı anlamına da gelmektedir; aynı şekilde, eğer önüne negatif bir cümlecik gelirse, ‘ne’ veya ‘ve ne de’ (ve-lâ) ile eşanlamlı olur. Mesela 27:10-11’de olduğu gibi, ‘Benim katımda elçiler için korku yok, ... kimse için de (illâ).’ Şimdi illâ’nın bu özel kullanımını konumuz olan pasaja uygularsak şu karşılığı elde ederiz: ‘Ne de karşılıklı anlaşmaya dayanan ticaret yoluyla [onu yapamazsın]’, veya sadece ‘hatta karşılıklı anlaşmaya dayanan ticaret yoluyla da olsa’, ki bu karşılıkta anlam daha bir belirginlik kazanmış olur. Müminler, başka bir kimsenin mal varlığını haksız şekilde tüketmekten alıkonulmuşlardır, bu başka kişi -zayıf taraf olarak- şartların baskısıyla böyle bir haksızlığa veya sömürülmeye razı olsa bile. Ayrıca, benim tercih ettiğim karşılık, müminlere başkasının mal varlığına imrenmemeyi tavsiye eden 32. ayetle de mantıkî bir bağlantı içindedir.” (M. Esed, Kur’an Mesajı, Nisa suresi, 29. ayet, dipnot; 38.).
2-) Bu hususta şu ayet hatırlanmalıdır: “Köre güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya güçlük yoktur. Size de kendi evlerinizden yahut babalarınızın evlerinden yahut annelerinizin evlerinden yahut kardeşlerinizin evlerinden yahut kız kardeşlerinizin evlerinden yahut amcalarınızın evlerinden yahut halalarınızın evlerinden yahut dayılarınızın evlerinden yahut teyzelerinizin evlerinden yahut anahtarları ellerinizde bulunan evlerden yahut arkadaşınızın evlerinden yemenizde bir güçlük yoktur. Toplu olarak yahut ayrı ayrı yemenizde de üzerinize bir günah yoktur. Evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından kutlu, güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (kendinizden olan ev halkına) selâm verin. İşte Allah, ayetleri size böyle açıklıyor ki düşünüp anlayasınız.” (Nur suresi, 61.ayet.)
3-) İnsana yemekte önüne gelen ketçabın tarlada yetişen, yağmur ve toprakla büyüyen bir domates (nimet) olduğunu anlatmak kolay olmayabilir. Teknolojik aygıtlarla çevrili dünyasında süslü ve boyalı beton yığınları arasında insanın fıtratının ona göstereceği yolu bulması zordur. Bu anlamda insanın yaratıcısını bulması için gözü önünden çekip atmanız gereken onlarca oyuncak bulunabilir.
4-) Fâtır suresi, 2. ayet.
5-) Tâhâ suresi, 132. ayet; Zâriyat suresi, 57. ayet.
6-) Galip zihnin rızık anlayışından hareketle ortaya çıkan tablo, galip olmayı yermek ya da yok etmek değildir. Meselelere galip zihinle bakılması gereken yerler de vardır. Burada üzerinde durulması gereken nokta, özellikle Mekkî surelerde ayetlere anlam kazandırırken arka planda mücadele etmekten kaynaklanan mağdur ve mazlum kimlikleri görmek ve bu anlamda doğru tespit ve açıklamalar yapabilmektir. Tekrar etmek gerekirse Kur’an, gerçekleşmek için bekleyen canlı bir söz olarak galiptir, ama onu değerlendiren gözün arka planda yaşanan mücadeleler içinde galip kılınmadan önce mağdur edilmiş muhatapları doğru teşhis etmesi gerekir. Kur’an, ilk muhatapları için onları karanlıktan aydınlığa ve mağduriyetten zafere çıkaran bir kurtuluş rehberidir. Bu anlamda şimdi galip olanlar, önce mağdurdurlar.