30 Aralık 2015 Çarşamba
AGORA...
Din Akılları mı giderir?
Yoksa Akıl etmeye mi davet eder?
Cevabı Kur'an dan arayanlar bilir ki AKIL ETMEYE, DÜŞÜNMEYE VE DERİN BİR TEFEKKÜRE DAVET EDER.
Al-i İmran-109 Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.
Yoksa Akıl etmeye mi davet eder?
Cevabı Kur'an dan arayanlar bilir ki AKIL ETMEYE, DÜŞÜNMEYE VE DERİN BİR TEFEKKÜRE DAVET EDER.
Al-i İmran-109 Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.
191- Onlar, ayakta
dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar,
göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin
derin düşünürler (ve şöyle
derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi
cehennem azabından koru!
29 Aralık 2015 Salı
Kur'an'ı Kerim Okumaları...
TÜRKİYE DİYANET VAKFI KURAN-I KERİM MEALİ
Hazırlayanlar:
Hazırlayanlar:
Prof.Dr. Hayrettin Karaman
Prof.Dr. Ali Özek
Prof.Dr. İbrahim Kafi Dönmez
Prof.Dr. Mustafa Çağrıcı
Prof.Dr. Sadrettin Gümüş
Doç.Dr. Ali Turgut
Prof.Dr. Sadrettin Gümüş
Doç.Dr. Ali Turgut
Kitabın Bitiş Tarihi 29 Aralık 2015
İstanbul 2015/34
İstanbul 2015/34
Yılı son kitabını Kur'an ile bitirmemi sağlayan Rabbime Şükürler olsun...
28 Aralık 2015 Pazartesi
Fıkra...
Bir davada tanıklık etmesi için kürsüye yaşlı bir teyzeyi
çağırırlar
Kadın yerine oturur ve davalının avukatı kadına yaklaşır
Ayşe Hanım
Beni tanıyor musunuz ?
Yaşlı teyze cevap verir
Ah evet Avukat Bey sizi çocukluğunuzdan beri tanıyorum
Siz taa o zamanlar bile aileniz için tam bir baş
belasıydınız
Sürekli yalan söylüyorsunuz, karınızı komşunuzla
aldatıyorsunuz, en yakınım dediğiniz insanların arkasından konusuyorsunuz, 2
lira fazla kazanmak için herkesi satarsınız
Davalının avukatı başta olmak üzere bütün salon şok olur
Adam ne yapacağını bilemez bir halde kadına tekrar sorar
Peki Ayşe Hanım, ya karşı tarafın avukatını tanıyor musunuz
?
Kadın yine cevaplar
Elbette tanıyorum
Çocukluğunda ona dadılık yapmıştım
Tembel, ödlek ve alkolik adamın tekidir
Etrafında bir tek dostu yoktur ve herkes onun hala geceleri
altına kaçırdığını söylüyor
Yine herkes şokta
Bütün salonu bir uğultu kaplar
Hakim kürsüye tak tak tak vurup herkesi susturur ve her iki
tarafın
avukatını da kürsüye çağırır ve ikisine de eğilmelerini
söyleyerek
kulaklarına şunu fısıldar
Eğer bu kadına beni tanıyıp tanımadığını sorarsanız anam
avradım olsun ikinizi de harcarım der
27 Aralık 2015 Pazar
Hazinedeki Paslı Teneke...
Bir yokmuş, iki yokmuş, üç yokmuş... Eski günlerde yeryüzünün bir
ülkesinde hiç bir şey yokmuş. Hiçbir şeyi olmayan bir ülkenin bir padişahı
varmış. Bu padişahın da bir hazinesi varmış. Bu hazinede o ulusun en değerli
bir emaneti korunurmuş. Atalardan kalan bu emanetle o ulus övünürmüş. "Hiçbir
şeyimiz yoksa da, atalarımızdan bize böyle bir emanet kaldı" diye
avunurlar, yoksunluklarını, yoksulluklarını unuturlarmış.
Atalardan kalan emanet, bir kişinin, iki kişinin değil, bütün ulusun olduğundan, herkes bu değerli emanetten kendine övünme payı çıkarırmış. Onun korunmasına canla, başla çalışırlarmış.
Bütün ulusun malı olan emaneti korumak için en uygun yer padişahın hazinesi olduğundan, bu emanet de hazinede saklı dururmuş. Hazineyi, gözlerini kırpmadan silahlı nöbetçiler beklermiş. Hazinenin olduğu yerde kuş bile uçurtmazlarmış.
Padişah, sadrazam, vezirler, sarayın bütün ileri gelenleri, her yılın bir günü, atalardan kalan kutsal emaneti koruyacaklarına namusları üzerine yemin ederlermiş.
Gel zaman git zaman, günlerden bir gün padişahın içine, ulusun canları, kanları yoluna korudukları bu emanetin ne olduğunu anlamak isteği düşmüş. Padişah, bu emanet kutusunun içindekini görmek için yanıp tutuşurmuş. Sonunda bu isteğini yenememiş, bir gün hazine dairesine girmiş. Nöbetçiler padişaha da yasak diyecek değiller ya... Sarayın hazinesine padişah, sadrazam, vezirler her zaman ellerini kollarını sallayarak özgürce girerler, emanetin yerinde durup durmadığına bakarlarmış. Padişah da böyle yapmış. Bu emanet, oda oda içinde, oda oda içinde kırk odadan geçtikten sonra kırk birinci odanın içinde dururmuş. 0 odanın içinde de kutu kutu içinde, kutu kutu içinde, kırk birinci kutunun içindeymiş.
Padişah kırk odanın kapısını açmış. Kırk birinci odaya girmiş. Sonra kırk kutu açmış. Kırk birinci kutuyu açarken heyecandan yüreği küt küt çarpıyormuş. "Bunca yıldır koruduğumuz emanet ne ola?" diye büyük bir merak içindeymiş.
Kırk birinci kutuyu açıp bir de, ne görsün: Yeryüzünde o zamana kadar görülmemiş bir mücevher. Bir alev gibi yanıp duruyor. Altın desen altın değil, platin desen platin değil, gümüş hiç değil... Padişah kendini tutamamış, içinden, "Atalardan kalan bu kutsal emaneti kendime alırım. Benim olur. Kim nereden bilecek?" diye geçirmiş.
Güneşten koparılmış bir parça gibi ışıl ışıl yanan kutsal emaneti kutusundan çıkarıp, cebine atmış. Atmış ama, "Ya benim çaldığım anlaşılırsa..." diye de içine bir korku düşmüş. O zaman, "Ben bu pınl pırıl yanan şeyi alır, onun yerine üstü yakut, sedef, zümrüt, inci, elmasla süslü bir platin koyarım, hiç kimse bu emaneti görmediğine göre, günün birinde kutuyu açarlarsa, kutsal emanetin çalındığını anlayamazlar..." diye düşünmüş. Dediği gibi de yapmış. Sonra kırk bir kutuyu içiçe, onun üstüne de, kırk bir odanın kapısını da üst üste kilitleyip hazineden çıkmış ama, yaptığı düzen anlaşılacak diye de ödü kopuyormuş. Hiç kimsenin, kutsal emaneti çaldığını anlamaması için, o zamana kadar yılda bir kutsal emanet üzerine ant içilirken, padişah bu andı yılda ikiye çıkarmış. Her yıl iki kez, alanlarda toplanırlar, padişah da, başkaları da, bütün ulus, atalardan kalan kutsal emaneti kanları ile canlan ile koruyacaklarına ant içerlermiş.
Sadrazam kurnaz bir kişiymiş. "Eskiden yılda bir kez emaneti korumak için ant içilirken, şimdi neden padişah bunu ikiye çıkardı?.." diye sadrazamın içine bir kuşku düşmüş. "Yıllardan beri koruduğumuz bu emanet ne ola?" diye o da bigün hazineye girmiş. Kırk bir odadan geçip, Kırk bir kutuyu açıp emaneti görmüş. Ne de olsa padişah, dalaveresi çakılmasın diye, çaldığı emanetin yerine en değerli taşlarla süslü koca bir altın koyduğundan, bu güzel şey karşısında sadrazam şaşkına dönmüş. "Ben bu emaneti alır, yerine üstü renkli, parlak taşlarla süslü bir altın koyarım. Nasıl olsa, hiç kimse, emanetin ne olduğunu bilmediğinden, günün birinde kutuyu açarlarsa, kutsal emanetin bu olduğunu sanırlar..." diye düşünmüş. Dediği gibi de yapmış. Ama içinde, yaptığı iş anlaşılacak diye bir korku olduğundan, padişahın yılda ikiye çıkardığı ant içme törenini, yaz, kış ve baharlarda olmak üzere yılda dörde çıkarmış.
Gelgelelim vezirlerden biri kurnaz bir kişiymiş. "Şimdi yedek, yılda iki ant içilirken neden dörde çıkarıldı?.." diye içine bir kuşku girmiş. O da, kimseye danışmadan hazineye girebildiğinden, bir gün, hazineye girmiş, kırk bir odadan geçmiş, kırk bir kutuyu açmış. Kırk birinci kutudan çıkan üstü parlak taşlarla süslü altını görünce, sevinçten gözleri parlamış. "Ben bunu alır yerine bir gümüş koyarım. Kim nerden bilecek?.." diye düşünmüş. Düşündüğü gibi de yapmış. Yapmış ama içinde öyle bir korku varmış ki, hırsızlığı belli olmasın diye, ulusa kutsal emaneti ne kadar iyi koruduğunu anlatmak için, yılda dört kez yapılan ant içme törenini her ay yaptırmaya başlamış. Ulus, her ay alanlarda toplanıp, son kişide son damla kan kalana kadar kutsal emaneti koruyacağına ant içermiş.
Saray nazırı kurnaz bir kişiymiş. Ant içmenin ayda bire çıkmasından işkillenmiş. "Bunda bir iş olacak, bir gidip şu emaneti göreyim..." demiş. Kırk bir odadan geçip, kırk bir kutuyu açıp emaneti görmüş. Atalardan kalan kutsal emanet o kadar hoşuna gitmiş ki, "Ben bunu alıp yerine bir bakır koysam, kim nereden anlayacak?.." diye düşünmüş. Düşündüğü gibi de yapmış. Yapmış ama, içinde hırsızlığı anlaşılacak diye bir korku olduğundan, emaneti ne kadar titizlikle koruduğunu halka göstermek için ayda bir yapılan ant içme törenini, haftada bire indirmiş.
Gelgelelim, hazineyi koruyan subaşı, kurnaz bir adammış. içinden, "Ne oluyor böyle? Haftada bir ant içiyoruz! Şu kutsal emaneti bir gidip görsem..." demiş. O da öbürleri gibi kırk bir odadan geçip, kırk bir kutuyu açmış. Parlak bakır görünce çok sevinmiş. "Ben bunu alır, yerine demir koyarım, kim nerden bilecek?" demiş. Dediği gibi de yapmış. Ama yaptığı iş, içine sinmediğinden, emaneti korumakta ne kadar canla başla çalıştığını herkese anlatmak için gösterişe başlamış. Her gün, atalardan kalan kutsal emaneti, ölümü bile göze alarak koruyacağına ant içermiş.
Gel zaman git zaman, ulusun içinden bir kişi çıkmış.
— Bütün ulus yıllardan beri atalardan kalan emaneti canımızla, kanımızla koruyacağımıza her gün ant içip duruyoruz. Doğrusu bu emaneti hazinede çok iyi saklıyor, koruyoruz. Peki, ama bu emanet nedir? Biz emanetçi değiliz ya... Şu odaları, kutuları açalım da, atalarımızdan kalan kutsal emanetin ne olduğunu, neyi koruduğumuzu bir öğrenelim! demiş.
Bu sözler bomba etkisi yaratmış. Başta padişah olmak üzere, emanete hıyanet edenlerin hepsi birden, hırsızlıkları anlaşılacak korkusuyla, bu dileği ortaya atan kişinin üstüne çullanmışlar. Gerçek emaneti aşırıp onun yerine sırasıyla sahtesini koyanlar, bu katakulliyi yalnız kendilerinin yaptığını sandıklarından ve birbirlerinin oyununu bilmediklerinden, hırsızlıkları ortaya çıkacak diye ödleri kopuyormuş. "Koruduğumuz emanetin ne olduğunu görelim!" diyen kişiyi,
- Vay hain!.. Atalarımızdan kalan öyle kutsal, öyle değerli bir emaneti, sen kim olasın da göresin diyerek, o kişiyi, kutsal emaneti küçümsemek, aşağılamakla suçlandırmışlar. Bütün ulusu da kandırdıklarından, bunu söyleyenin üstüne yürümüşler.
Zavallı az kalsın linç edilecekmiş. Sonra padişah,
- Biz bunu öldüreceksek yasaya uygun öldürelim!.. demiş.
Bu kişiyi öldürmek için önce bir yasa yazıp, sonra özel bir mahkeme yargısı ile öldürmüşler.
Gelgelelim, öldürmekle iş bitmemiş. Çünkü ölen kişinin sözleri ağızdan ağza yayılmış. O düşünce bir çığ gibi gittikçe büyümüş. Günün birinde halkın içinden biri, "Ölümü göze alarak koruduğumuz emanetin ne olduğunu, neden ölümü göze alarak gidip görmeyelim?" diye düşünmüş. Ama kendisinden öncekinin başına gelenleri bildiğinden bu düşüncesini hiç kimseye açmamış. Gizlice hazineye girip, kutsal emanete bakmayı kafasına koymuş. Ama padişah, sadrazam, vezirler, bütün emanet hırsızları, çaldıkları belli olmasın, kimse anlamasın diye, atalardan kalan kutsal emaneti, daha doğrusu onun yerine koydukları şeyi, eskisinden daha sıkı koruyorlarmış. İşte bu yüzden de hazineye gizlice girmeyi başaran kişi, kutsal emaneti alıp, bütün ulusa göstermek için dışarı çıkarken, hazineyi koruyanların eline düşmüş. Adamın elinde, emaneti en son çalanın, onun yerine koyduğu bir paslı teneke varmış. Subaşı, adamın elinde tenekeyi görünce,
-Kutsal emanet bu değil! diye bağırmış.
Saray Nazırı,
- Bu değil! demiş.
Vezir de,
-Bu değil! demiş.
Sonra sırasıyla padişaha kadar hepsi,
-Bu değil, bu değil demişler.
O zaman, elinde paslı tenekeyi tutan adam,
-Kutsal emanetin bu olmadığım siz nerden biliyorsunuz?
Atalardan kalan emanet, bir kişinin, iki kişinin değil, bütün ulusun olduğundan, herkes bu değerli emanetten kendine övünme payı çıkarırmış. Onun korunmasına canla, başla çalışırlarmış.
Bütün ulusun malı olan emaneti korumak için en uygun yer padişahın hazinesi olduğundan, bu emanet de hazinede saklı dururmuş. Hazineyi, gözlerini kırpmadan silahlı nöbetçiler beklermiş. Hazinenin olduğu yerde kuş bile uçurtmazlarmış.
Padişah, sadrazam, vezirler, sarayın bütün ileri gelenleri, her yılın bir günü, atalardan kalan kutsal emaneti koruyacaklarına namusları üzerine yemin ederlermiş.
Gel zaman git zaman, günlerden bir gün padişahın içine, ulusun canları, kanları yoluna korudukları bu emanetin ne olduğunu anlamak isteği düşmüş. Padişah, bu emanet kutusunun içindekini görmek için yanıp tutuşurmuş. Sonunda bu isteğini yenememiş, bir gün hazine dairesine girmiş. Nöbetçiler padişaha da yasak diyecek değiller ya... Sarayın hazinesine padişah, sadrazam, vezirler her zaman ellerini kollarını sallayarak özgürce girerler, emanetin yerinde durup durmadığına bakarlarmış. Padişah da böyle yapmış. Bu emanet, oda oda içinde, oda oda içinde kırk odadan geçtikten sonra kırk birinci odanın içinde dururmuş. 0 odanın içinde de kutu kutu içinde, kutu kutu içinde, kırk birinci kutunun içindeymiş.
Padişah kırk odanın kapısını açmış. Kırk birinci odaya girmiş. Sonra kırk kutu açmış. Kırk birinci kutuyu açarken heyecandan yüreği küt küt çarpıyormuş. "Bunca yıldır koruduğumuz emanet ne ola?" diye büyük bir merak içindeymiş.
Kırk birinci kutuyu açıp bir de, ne görsün: Yeryüzünde o zamana kadar görülmemiş bir mücevher. Bir alev gibi yanıp duruyor. Altın desen altın değil, platin desen platin değil, gümüş hiç değil... Padişah kendini tutamamış, içinden, "Atalardan kalan bu kutsal emaneti kendime alırım. Benim olur. Kim nereden bilecek?" diye geçirmiş.
Güneşten koparılmış bir parça gibi ışıl ışıl yanan kutsal emaneti kutusundan çıkarıp, cebine atmış. Atmış ama, "Ya benim çaldığım anlaşılırsa..." diye de içine bir korku düşmüş. O zaman, "Ben bu pınl pırıl yanan şeyi alır, onun yerine üstü yakut, sedef, zümrüt, inci, elmasla süslü bir platin koyarım, hiç kimse bu emaneti görmediğine göre, günün birinde kutuyu açarlarsa, kutsal emanetin çalındığını anlayamazlar..." diye düşünmüş. Dediği gibi de yapmış. Sonra kırk bir kutuyu içiçe, onun üstüne de, kırk bir odanın kapısını da üst üste kilitleyip hazineden çıkmış ama, yaptığı düzen anlaşılacak diye de ödü kopuyormuş. Hiç kimsenin, kutsal emaneti çaldığını anlamaması için, o zamana kadar yılda bir kutsal emanet üzerine ant içilirken, padişah bu andı yılda ikiye çıkarmış. Her yıl iki kez, alanlarda toplanırlar, padişah da, başkaları da, bütün ulus, atalardan kalan kutsal emaneti kanları ile canlan ile koruyacaklarına ant içerlermiş.
Sadrazam kurnaz bir kişiymiş. "Eskiden yılda bir kez emaneti korumak için ant içilirken, şimdi neden padişah bunu ikiye çıkardı?.." diye sadrazamın içine bir kuşku düşmüş. "Yıllardan beri koruduğumuz bu emanet ne ola?" diye o da bigün hazineye girmiş. Kırk bir odadan geçip, Kırk bir kutuyu açıp emaneti görmüş. Ne de olsa padişah, dalaveresi çakılmasın diye, çaldığı emanetin yerine en değerli taşlarla süslü koca bir altın koyduğundan, bu güzel şey karşısında sadrazam şaşkına dönmüş. "Ben bu emaneti alır, yerine üstü renkli, parlak taşlarla süslü bir altın koyarım. Nasıl olsa, hiç kimse, emanetin ne olduğunu bilmediğinden, günün birinde kutuyu açarlarsa, kutsal emanetin bu olduğunu sanırlar..." diye düşünmüş. Dediği gibi de yapmış. Ama içinde, yaptığı iş anlaşılacak diye bir korku olduğundan, padişahın yılda ikiye çıkardığı ant içme törenini, yaz, kış ve baharlarda olmak üzere yılda dörde çıkarmış.
Gelgelelim vezirlerden biri kurnaz bir kişiymiş. "Şimdi yedek, yılda iki ant içilirken neden dörde çıkarıldı?.." diye içine bir kuşku girmiş. O da, kimseye danışmadan hazineye girebildiğinden, bir gün, hazineye girmiş, kırk bir odadan geçmiş, kırk bir kutuyu açmış. Kırk birinci kutudan çıkan üstü parlak taşlarla süslü altını görünce, sevinçten gözleri parlamış. "Ben bunu alır yerine bir gümüş koyarım. Kim nerden bilecek?.." diye düşünmüş. Düşündüğü gibi de yapmış. Yapmış ama içinde öyle bir korku varmış ki, hırsızlığı belli olmasın diye, ulusa kutsal emaneti ne kadar iyi koruduğunu anlatmak için, yılda dört kez yapılan ant içme törenini her ay yaptırmaya başlamış. Ulus, her ay alanlarda toplanıp, son kişide son damla kan kalana kadar kutsal emaneti koruyacağına ant içermiş.
Saray nazırı kurnaz bir kişiymiş. Ant içmenin ayda bire çıkmasından işkillenmiş. "Bunda bir iş olacak, bir gidip şu emaneti göreyim..." demiş. Kırk bir odadan geçip, kırk bir kutuyu açıp emaneti görmüş. Atalardan kalan kutsal emanet o kadar hoşuna gitmiş ki, "Ben bunu alıp yerine bir bakır koysam, kim nereden anlayacak?.." diye düşünmüş. Düşündüğü gibi de yapmış. Yapmış ama, içinde hırsızlığı anlaşılacak diye bir korku olduğundan, emaneti ne kadar titizlikle koruduğunu halka göstermek için ayda bir yapılan ant içme törenini, haftada bire indirmiş.
Gelgelelim, hazineyi koruyan subaşı, kurnaz bir adammış. içinden, "Ne oluyor böyle? Haftada bir ant içiyoruz! Şu kutsal emaneti bir gidip görsem..." demiş. O da öbürleri gibi kırk bir odadan geçip, kırk bir kutuyu açmış. Parlak bakır görünce çok sevinmiş. "Ben bunu alır, yerine demir koyarım, kim nerden bilecek?" demiş. Dediği gibi de yapmış. Ama yaptığı iş, içine sinmediğinden, emaneti korumakta ne kadar canla başla çalıştığını herkese anlatmak için gösterişe başlamış. Her gün, atalardan kalan kutsal emaneti, ölümü bile göze alarak koruyacağına ant içermiş.
Gel zaman git zaman, ulusun içinden bir kişi çıkmış.
— Bütün ulus yıllardan beri atalardan kalan emaneti canımızla, kanımızla koruyacağımıza her gün ant içip duruyoruz. Doğrusu bu emaneti hazinede çok iyi saklıyor, koruyoruz. Peki, ama bu emanet nedir? Biz emanetçi değiliz ya... Şu odaları, kutuları açalım da, atalarımızdan kalan kutsal emanetin ne olduğunu, neyi koruduğumuzu bir öğrenelim! demiş.
Bu sözler bomba etkisi yaratmış. Başta padişah olmak üzere, emanete hıyanet edenlerin hepsi birden, hırsızlıkları anlaşılacak korkusuyla, bu dileği ortaya atan kişinin üstüne çullanmışlar. Gerçek emaneti aşırıp onun yerine sırasıyla sahtesini koyanlar, bu katakulliyi yalnız kendilerinin yaptığını sandıklarından ve birbirlerinin oyununu bilmediklerinden, hırsızlıkları ortaya çıkacak diye ödleri kopuyormuş. "Koruduğumuz emanetin ne olduğunu görelim!" diyen kişiyi,
- Vay hain!.. Atalarımızdan kalan öyle kutsal, öyle değerli bir emaneti, sen kim olasın da göresin diyerek, o kişiyi, kutsal emaneti küçümsemek, aşağılamakla suçlandırmışlar. Bütün ulusu da kandırdıklarından, bunu söyleyenin üstüne yürümüşler.
Zavallı az kalsın linç edilecekmiş. Sonra padişah,
- Biz bunu öldüreceksek yasaya uygun öldürelim!.. demiş.
Bu kişiyi öldürmek için önce bir yasa yazıp, sonra özel bir mahkeme yargısı ile öldürmüşler.
Gelgelelim, öldürmekle iş bitmemiş. Çünkü ölen kişinin sözleri ağızdan ağza yayılmış. O düşünce bir çığ gibi gittikçe büyümüş. Günün birinde halkın içinden biri, "Ölümü göze alarak koruduğumuz emanetin ne olduğunu, neden ölümü göze alarak gidip görmeyelim?" diye düşünmüş. Ama kendisinden öncekinin başına gelenleri bildiğinden bu düşüncesini hiç kimseye açmamış. Gizlice hazineye girip, kutsal emanete bakmayı kafasına koymuş. Ama padişah, sadrazam, vezirler, bütün emanet hırsızları, çaldıkları belli olmasın, kimse anlamasın diye, atalardan kalan kutsal emaneti, daha doğrusu onun yerine koydukları şeyi, eskisinden daha sıkı koruyorlarmış. İşte bu yüzden de hazineye gizlice girmeyi başaran kişi, kutsal emaneti alıp, bütün ulusa göstermek için dışarı çıkarken, hazineyi koruyanların eline düşmüş. Adamın elinde, emaneti en son çalanın, onun yerine koyduğu bir paslı teneke varmış. Subaşı, adamın elinde tenekeyi görünce,
-Kutsal emanet bu değil! diye bağırmış.
Saray Nazırı,
- Bu değil! demiş.
Vezir de,
-Bu değil! demiş.
Sonra sırasıyla padişaha kadar hepsi,
-Bu değil, bu değil demişler.
O zaman, elinde paslı tenekeyi tutan adam,
-Kutsal emanetin bu olmadığım siz nerden biliyorsunuz?
Bu değilse, ya hangisi? diye sormuş.
Bu soruyu oradakilerin hiçbiri yanıtlayamamış. Çünkü hepsi de emanetin yerine koydukları şeyin sonradan çalındığını anlamışlar. Yakalanan kişiyi hemen orada boğdurup işini bitirdikten sonra paslı tenekeyi kutuya koymuşlar. Kutu kutu içine kırk bir kutuya, onu da kırk bir oda içine gizlemişler. Ama içleri bir türlü rahat olmadığından, kutsal emaneti korumak için bir yasa çıkarmışlar. Bu yasaya göre, sabah, öğle, akşam, günde üç öğün, bütün ulus, atalardan kalan emaneti koruyacaklarına ant içmek zorundaymış. Bu andı içenlerin hiçbiri, korudukları kutsal emanetin çalına çalına, en sonunda bir paslı teneke olduğunu hiçbir zaman bilememiş.
Bu soruyu oradakilerin hiçbiri yanıtlayamamış. Çünkü hepsi de emanetin yerine koydukları şeyin sonradan çalındığını anlamışlar. Yakalanan kişiyi hemen orada boğdurup işini bitirdikten sonra paslı tenekeyi kutuya koymuşlar. Kutu kutu içine kırk bir kutuya, onu da kırk bir oda içine gizlemişler. Ama içleri bir türlü rahat olmadığından, kutsal emaneti korumak için bir yasa çıkarmışlar. Bu yasaya göre, sabah, öğle, akşam, günde üç öğün, bütün ulus, atalardan kalan emaneti koruyacaklarına ant içmek zorundaymış. Bu andı içenlerin hiçbiri, korudukları kutsal emanetin çalına çalına, en sonunda bir paslı teneke olduğunu hiçbir zaman bilememiş.
Aziz Nesin / Memleket Hikâyeleri
26 Aralık 2015 Cumartesi
İnsan kardeşlerim bu vasıflara dikkat edelim ve bu tipler den uzak duralım. .
Kalem, 10. Ayet: Şunların hiçbirine boyun eğme: Yemin edip duran aşağılık,
11. Ayet: Daima kusur arayıp kınayan, hep lâf götürüp getiren,
12. Ayet: Hayra engel olan, saldırgan, günahkâr,
13. Ayet: Kaba ve haşin, sonra da kötülükle damgalı,
14. Ayet: Mal ve oğulları var diye (böyle davranır).
11. Ayet: Daima kusur arayıp kınayan, hep lâf götürüp getiren,
12. Ayet: Hayra engel olan, saldırgan, günahkâr,
13. Ayet: Kaba ve haşin, sonra da kötülükle damgalı,
14. Ayet: Mal ve oğulları var diye (böyle davranır).
24 Aralık 2015 Perşembe
Modern İsrail'den bir görüntü...
İşgal altındaki Kudüs ' Talmud Ortodoks Yahudi kadınlara " frumka " " Burka "...
MÜSLÜMAN HANIMLARI İÇİNDE BARINDIRDIĞI NEFRETLE KINAYAN YAHUDİ
HAYRANLARI'NA
TIK
Düşen RUS
uçağının kara kutusundan RUSLAR bir şey çıkaramadı.
Ama bizde Çok
şeyi ortaya çıkardı.
23 Aralık 2015 Çarşamba
Onlar niçin böyle diyorlar, Düşündün mü? Sen ne diyorsun?
Münâfikûn, 1. Ayet: Münafıklar sana geldiklerinde: Şahitlik ederiz ki sen Allah'ın Peygamberisin, derler. Allah da bilir ki sen elbette, O'nun Peygamberisin. Allah, münafıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir.
22 Aralık 2015 Salı
Amin....
Rabbim bu normal günde, Tüm müslüman
Alemine AKIL, ŞUUR ve İDRAK nasip eyle.
(Ceyhan kardeşime selam olsun)
Alemine AKIL, ŞUUR ve İDRAK nasip eyle.
(Ceyhan kardeşime selam olsun)
21 Aralık 2015 Pazartesi
20 Aralık 2015 Pazar
Kartal Süzülürken. ...
Son derece güzel bir İkinci Dünya Savaşı romanı.
Yazar burada kitabın içine kendisini de katmış.
Kartal Kondu romanının sonunda yakalanan Alman Paraşüt komutanı Kurt Steiner'in esir düşmesi üzerine Himmler, Walter Schellenberg'e onu kurtarma görevi verir ve yolları İRA militanı olan Liam Devlin ile kesişir.
Sonrasında heyecan dozu yüksek bir şekilde olaylar gelişir.
Yakın tarihe ilgi duyan ve polisiye roman sevenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap.
Kitabın Bitiş Tarihi Aralık 2015
İstanbul 2015/33
Yazar burada kitabın içine kendisini de katmış.
Kartal Kondu romanının sonunda yakalanan Alman Paraşüt komutanı Kurt Steiner'in esir düşmesi üzerine Himmler, Walter Schellenberg'e onu kurtarma görevi verir ve yolları İRA militanı olan Liam Devlin ile kesişir.
Sonrasında heyecan dozu yüksek bir şekilde olaylar gelişir.
Yakın tarihe ilgi duyan ve polisiye roman sevenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap.
Kitabın Bitiş Tarihi Aralık 2015
İstanbul 2015/33
17 Aralık 2015 Perşembe
"Modern insan gözleriyle düşünür.” Röportajı
Nazife Şişman’ın Hüsamettin
Arslan ile: “Modern insan gözleriyle düşünür.” Röportajı
İnsan her dönemde insan ama modern
dönemde ibret bahsine sağır, tecrübe bakımından nasipsiz olmamızın bu çağa özgü
bir sebebi olsa gerek. Yaşadıklarımızdan neden ibret alamıyoruz? Geçmiş
hayatlardan neden tecrübe aktarımı yapamıyoruz? Bu soruları felsefe kökenli bir
sosyologla, Prof. Dr. Hüsamettin Arslan’la konuştuk.
Jacques Ellul’dan tercüme ettiği
Sözün Düşüşü kitabının izleğinde, ‘göz’ün hâkimiyeti altındaki modern insanın,
geçmişten, gelecekten ve hakikatten koparak ‘an’a hapsoluşuna dair karamsar
denilebilecek analizler yaptı. Ancak bütün bu baskıcı atmosfere ‘söz’e itibar
kazandırarak karşı koyabileceğimizi müjdeleyen ümit var bir mesajla bitirdik
sohbeti. Buyurun…
Modern zamanlarda
yaşadıklarımızdan neden ibret alamıyoruz?
Geçmişten ibret alamamak modern
insanın problemidir. Tipik ‘modern’ bakış açısına göre geçmiş ‘kötü’dür; çünkü
Newtoncu mekanik, ‘doğrusal’ zaman skalasında, yani saat zamanı skalasında
geçmiş ‘geri’yi temsil eder, ‘ileri’yi
değil. Modern insan gözleriyle düşünür, kulaklarıyla değil. Göz dışarıyı görür,
içeriyi değil. Tefekkürse, mütefekkirin içeriye dönme hamlesidir. Halbuki
modern uygarlık insanı hedonizme mahkûm etmiştir. Carl Schmitt eğlence kültürünün
‘homo politikusmus’u / politik insanı öldürdüğünü iddia eder.
Bu sebeple mi tefekkür
imkânını elimizden kaçırıyoruz?
Modern uygarlık bize hayatımızın
bütün veçhelerinde hedonist ‘mutluluk’ vaadinde bulunuyor. Neredeyse her şey
ölmekteyken ‘eğlence’ kültürü sürekli kendi rekorunu kırıyor. Pop, disko, seks,
uyuşturucu ve kitle sporları, tv ve internet… Eğlence apolitiktir; insanı
başkalarının sorunlarına kapatır. Stadyumda ve diskoda Somali’de, Suriye’de ve
Myammar’da açlıktan kırılan insanlar aklınızın köşesinden bile geçmez, geçemez.
Modern insan sadece eğlenmek ister. Eğlence kolektif hedonizm, hedonizm ise
egoizmdir. Yani hedonist egoisttir.
Bunun “modern insan
gözleriyle düşünür” tespitinizle alakasını nasıl kurmalıyız peki?
Alakası şu: göz derinin altındaki
‘maneviyat’a, ‘anlam’a kapalıdır. Göz sekülerdir, büyüden yoksundur, mahremi,
büyülü olanı, derinin altındakini göremez. Kaldı ki ‘Göz âmâdır’ (Bachelard); kendisinden
başka her şeyi görür. Kendisine yönelemez, dolayısıyla tefekküre kapalıdır.
Teleskop, mikroskop, fotoğraf makinası, dijital kamera ve uydu… Hepsi kördür.
Modern uygarlık ‘ışık’ uygarlığıdır, elektrifikasyona boğulan modern kent
‘ışığın’, Ellul’ün terimleriyle göz’ün zaferidir.
Bu kadar aydınlık bir çağda
her şeyi görebilen insan neden geçmişten geleceğe ‘anlamlı’ bir yol çizemiyor
peki?
Çünkü göz geçmişe kapalıdır; geçmişi
göremez. Bizim için ‘geçmiş’ dediğimiz şeyi var eden, işitme duyumuzdur,
yani kulağımızdır. Göz ise şimdinin organıdır, şimdi ‘göz’de zirve yapar; göz
‘şimdi’yi tescil eder, onaylar ve geçmişten ve elbette gelecekten nefret eder.
Göz geleceği de göremez.
O zaman “carpe diem” (anı
yaşa) felsefesi, tamamen gözün hâkimiyetine dayanıyor diyebilir miyiz?
‘Yaşam koçu’nun ve ‘psikiyatr’ın,
muhatabı olan seküler mümine yegâne talimatı şu değil mi? Anı yaşa, şimdiyi
yaşa ve gerisini (geçmişi ve geleceği) boş ver! Geçmişi dillendiren ve var eden
organımız kulağımızdır; kulak, gözün göremediği şeylerin sesini duyar;
geçmişin, insan cetlerimizin, meleklerin ve Tanrı’nın sesini işitir. “En
ontolojik organımız kulağımızdır.” der Heidegger. Zamanın sesini de yalnızca
kulağımız duyabilir. Evvel ve ahir yalnızca kulakla kavranabilir. Tahayyül
yetimizin kaynağı kulaktır, göz değil. Muhayyilemiz kulakla geçmişe ve geleceğe
doğru kanatlanır. Kulak Ortaçağ, göz modern çağdır. Kulak geçmişin sesini
duyduğu için ‘hafıza’dır, hatırlama ve unutma yeteneğidir.
Kulak sadece metafiziğe
değil, tarihe de açılan kapıdır, diyorsunuz. Tarihe, yani tefekküre ve ibrete…
Evet bu manada kulak muhafazakârdır.
Alır ve saklar. Buradaki mantığı bir derece ileriye ve geriye doğru kaydırarak,
diyebiliriz ki, hafıza dildir. Anlamı tutan ve muhafaza eden dildir. Modern
insan ise işitmez, duymaz, sadece görür; onun için görmek yaşamaktır.
Kulak muhafazakârdır,
dediniz ama göz daha tutucu değil mi? Göz değil mi bizi şimdide tutan,
geçmişten ibret almamızı ve geleceğe dair tahayyülümüzü imkânsız kılan?
Kulak muhafazakârdır. Neden?
Geçmişin, insan cetlerimizin, meleklerin ve Tanrı’nın sesini işitmemizi
sağladığı için. Hâlbuki göz muhafazakâr değil, tutucudur. Geçmişi ve geleceği,
bir süreç olarak zamanı göremez ve hayatı ‘şimdi’de dondurur. Bu yüzden mesela
televizyonun karşısında hareketsiz kalırız, donarız. Ekran hareket halindedir,
biz hareketsiz. Fakat bunun ağır bedelleri vardır. Bunlardan biri obezitedir.
Gözün dondurduğu, yerine mıhladığı, hareketsizliğe mahkûm ettiği insan kilo
almaktan başka ne yapabilir! Ve obezler düşünemezler, tahayyül edemezler,
geçmişin sesini duyamazlar ve geçmişin tecrübesinden yoksun kalırlar. TV ve cep
telefonu ekranının önü, modern insanın mabedidir.
Seküler bir eyleme dinî bir
anlam yüklemiş olmuyor musunuz?
Evet, modern insan için TV ve cep
telefonunun önü seküler bir mabettir. Modern insan görüntünün (imajın, suretin)
önünde sürekli secde halinde olan varlıktır. Tanrı’nın sureti olan insan,
dünyevi suretler önünde secde ediyor. Geçmiş (ezel) ve gelecek (ebet) sürgün
edilmiş. Halbuki yaşadıklarından yalnızca geçmişin sesini işitebilenler ders
çıkarabilir. İnsan Heidegger gibi düşünmeden edemiyor: “Gelecek hızla geliyor,
gelecek geliyor.” “İnsanlığı artık yalnızca bir tanrı kurtarabilir.” Bu
apokaliptik bir ifadedir. Ölüm geliyor, kıyamet hızla geliyor. Hem burnumuzun
dibinde hem de uzakta.
Sosyalist Guy Debord
burnumuzun dibindeki bu kıyameti “gösteri toplumu” olarak tanımlamıştı…
Hayır, ‘seyir toplumu.’ Bu terim
dilimize, bence hatalı bir şekilde ‘gösteri toplumu’ diye çevrilmiştir.
Ellul’ün terimleriyle modern toplum ‘hakikat’i (truth) ‘gerçeklik’ (reality)
ile eşitlemiştir. Oysa ‘hakikat’ işitilebilen, ‘gerçeklik’ görülebilen şeydir.
‘I understand,’ ‘I see’ ile eşitlenmiştir. Modern insan artık yaşamıyor,
yalnızca seyrediyor. İnsanın ve toplumun kendisi dâhil her şey imaja, pazar
seyir mekânına dönüşmüştür. Süpermarket çağdaş tiyatrodur. İnsan artık hayatın
her noktasında bir seyircidir. Seyirci tüketici, tüketici seyircidir.
‘Seyir toplumu’nda, yani
gözün hâkimiyeti altındaki toplumda teknolojinin rolü nedir peki?
Sorunuza teknolojinin kendisi
hakkında bir düşünceden yola çıkarak cevap verebilirim. Modern teknoloji,
modernite öncesi teknolojilerden farklıdır. Modernite öncesi teknoloji, hayatın
sadece bir unsuruydu. Modern uygarlığımız, yani teknolojik uygarlık onu hayatın
merkezine yerleştirdi. Bunu da ‘göz’le ilişkilendirebiliriz. ‘Göz ve görme’
hayatın merkezine yerleşmeseydi teknik uygarlık, imkânsız o. Heidegger’in
deyişiyle “Batı metafiziği,” Jeremy Bentham ile Foucault’nun “Panoptikon”u
(pan+optik; görme’nin totalleşmesi, gözetim toplumu), Neil Postman’ın
“Teknopoli”si (Teknik+polis/şehir/toplum), Virilio’nun “Dramology”si (hız
mantığı, hipermodernite, teknoloji toplumunun mantığı anlamına gelir) ve
dijital/sanal toplum veya elektronik toplum… Hiç biri gerçekleşemezdi.
Sizce içinde yaşadığımız
dönemde gündelik hayatın akışını, değer yargılarını değiştiren teknolojik alet
hangisidir?
Marshall McLuhan için matbaa, en
önemli teknolojik icattı. Çünkü ona göre matbaa kendi galaksisini/toplumunu
yaratmıştır. Gütenberg Galaksisi. Matbaanın icadı çığır açıcı bir devrimdir
(Marx yanılıyor olabilir).
Peki, bu çağın çığır açan
teknolojisi nedir?
İçinde yaşadığımız hiper-modernite
çağına fizyonomisini armağan eden şey dijital teknolojidir. Fakat her ne denmiş
olursa olsun, bütün bunların temelinde aynı şey vardır: göz. Göz merkezli, göz merkezci
(ocularsentric/okülersentrik) bir çağda, okülersentrizm çağında yaşıyoruz. Virilio’nun ‘hız toplumu’ çağında. Hız ve
adrenalin çağında bir şeyin hızı onun temel doğasını değiştirir; hızla birlikte
‘hızlı,’ ‘yavaş olana’ egemen olur. Çağdaş savaşlarda artık lojistik sadece,
tank, personel, yakıt değildir; imajların/suretlerin cephedeki, cepheden
cepheye, cepheden topluma akışıdır (algı lojistiği veya siber savaş). “Tarih
silah sistemlerinin hızında ilerler” diyor Virilio. “Işığın hızı dünyayı sadece
dönüştürmekle kalmaz, dünyanın kendisi haline gelir.” Hız-mani en büyük değere
dönüşmüştür. Demek oluyor ki, dünya artık kocaman bir göz’dür,
elektronik/dijital göz.
Ben sözü yine tecrübeye ve
ibrete getirmek istiyorum. Geleneksel toplumda tecrübe aktarımı bir önceki
kuşaktan olurdu. Nitekim “kız anadan öğrenir bohça düzmeyi, oğlan babadan
öğrenir koyun yüzmeyi” diye bir atasözümüz var. Şimdi ise dede torundan
öğreniyor internet kullanmayı. Bu yeni durum tecrübe aktarımı konusunda nasıl
bir hiyerarşi ortaya çıkarıyor sizce?
Dijital teknolojiyle birlikte, öteden
beri var olduğumuz topluma ikinci bir toplum eklendi: dijital toplum veya sanal
toplum. Sanal toplum, toplum diye bildiğimiz gerçekliğe yamanmış bir ilave, bir
ek, bir zeyl’dir. Çocuklarımız artık dünya ölçekli bir dijital cumhuriyetin
yurttaşları. Doğru, artık ebeveynler torunlarından öğreniyor. Öyle görünüyor.
Tecrübe aktarımının yönü değişti! Fakat gerçekten öyle mi? Çünkü en tecrübeli
insanlar, interneti en fazla kullananlar değil. Torunların tecrübesi “gerçek,”
daha doğrusu “hakiki” tecrübe değil, “sanal” tecrübe. Kaldı ki, tecrübe eşittir
bilgi değil. Hakiki bilgiye sahip olmak için “yaşamak” gerekir, tecrübe
yaşanılan şeydir, öğrenilen değil; torunlar yaşamıyorlar, seyrediyorlar, sadece
seyrediyorlar. Fakat bu, ima ettiğiniz gibi, öteden beri varolageldiğimiz
toplumda yeni bir hiyerarşi doğruyor. Ben buna sanal hiyerarşi diyorum.
Nedir sanal hiyerarşi?
Bildik anlamda sosyal hiyerarşi
değil, sanal hiyerarşi. Sanal toplumun hiyerarşisi… Dijital teknolojiye sahip
olanlar ile sahip olmayanlar arasındaki hiyerarşi; dijital teknolojiyi en
fazla, en iyi kullananlar ile en az, en kötü kullananlar arasında bir
hiyerarşi. Torunlar ile dedeler arasında, dijital teknik kapitale sahip olma
derecelerine göre sıralanan bir hiyerarşi. Foucault gibi anladığımızda sanal
toplum gözetim toplumudur ve burada en fazla gözetleyenler sanal toplumun
egemenleridir; sanal toplum hiyerarşisinin aşağısında, milyonlarca torundan oluşan bir dijital
proleterya ikamet eder. Dijital proletarya en fazla gözetlenenlerden oluşur.
Onlar özgür olduklarını zannederler, fakat aslında dijital bir hapishanede,
yani panoptikonda yaşarlar. Büyük göz, büyük elektronik göz Amerika’dadır.
“Mutlak Göz,” yani dijital Tanrı Amerika’da yaşar.
Modern öncesi çağlarda
insanların olgunlaşmak için içe dönmeleri tavsiye edilirdi. Bu sebeple pek çok
kültürde inzivanın bir türü mevcuttur diyebiliriz. Bugünse bizi kuşatan
imajların büyüsüne kapılmış dışa yönelimli insanlar olduk. Ellul’un modern
dünyada kurtulmak için ‘söz’ü kurtarma vurgusu ile insanın içine dönmesi
arasında bir bağlantı kurmak mümkün müdür? Söz bizi nereye davet eder?
Düşünme, tefekkür etme organımız
kulağımızdır. Göz kendisini göremez, dolayısıyla sorgulayamaz. Oysa kulak bunu
yapabilir; insan kendi sesini duyabilir; dil kendisini işitebilir. Refleksiyon,
tefekkür, kendini sorgulama organımız kulağımızdır. Dil kendisini de
sorgulayabilir. Kulak içimize açılan hoparlördür. Hakikat görülemez, sadece işitilebilir.
Klasik metinlerimiz “İşit ey oğul” diye başlar. Kur’an ve diğer monoteist
dinlerin kutsal kitapları “Onlara de ki” ifadesiyle doludur. Kur’an daima
tebliğ vasıtaları sıralamasında kulağı gözden önceye yerleştirir. İlk vahyin
tercümesi “Oku” ne yazık ki bir yanlış tercümedir. Aslı “İktibas et, tekrarla,
zikret”tir. Yani zikir ve şükür, tesbih ve imame. Göz kılavuza, rehbere ihtiyaç
duymaz. Jacques Ellul gözün gördüğü şey “gerçeklik/olgu”dur, kulağın işittiği
şey “hakikat/yalan”dır diyor. Bu ayırım fevkalade önemlidir. Diyanet’in anlı
şanlı ilahiyat profesörlerine yaptırdığı Kur’an mealinde ‘hakikat’ kelimesinin
‘gerçek’ diye tercüme edilmesi entelektüel zilletimizdir. Modern dönemde
hâkimiyetini ilan eden göz, insanı seyirci konumuna düşürmüştür. Çünkü göz
pasiftir, görüntünün önünde pasiftir, âdeta secde eder.
O zaman modern insan için
çıkış yolu yok mudur?
Her zaman bir çıkış yolu vardır.
Yapmamız gereken şey kulağa, yani söz’e, kelama, yani dile itibarını iade
etmektir. Özgürlüğümüz buna bağlıdır. Çünkü bize ‘hayır’ deme imkânını yalnızca
söz, kelam ya da dil verebilir. Gözümüz vasıtasıyla dış dünya ile kurduğumuz
ilişki despotiktir; çünkü imaj bize kendisini dikte eder ve ona ‘hayır’ deme
imkânımızı elimizden alır. Bizi yalnızca söz ya da kelam yahut dil
özgürleştirebilir. Çünkü özgür olmak ‘hayır’ diyebilmektir.
16 Aralık 2015 Çarşamba
Müslüman en çok kimi anmalı? Anmaz ise ne olur?
Zuhruf, 36. Ayet: Kim Rahmân'ı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.
37. Ayet: Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.
38. Ayet: O şeytan dostu kimse, en sonunda bize gelince arkadaşına: Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı, ne kötü arkadaşmışsın! der
39. Ayet: Zulmettiğiniz için bugün (nedâmet) size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz, azapta ortaksınız.
37. Ayet: Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar, kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.
38. Ayet: O şeytan dostu kimse, en sonunda bize gelince arkadaşına: Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı, ne kötü arkadaşmışsın! der
39. Ayet: Zulmettiğiniz için bugün (nedâmet) size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz, azapta ortaksınız.
15 Aralık 2015 Salı
14 Aralık 2015 Pazartesi
10 Aralık 2015 Perşembe
9 Aralık 2015 Çarşamba
8 Aralık 2015 Salı
Bugün Hükümranlık kimin? diye sorulacak ya! Hepinizi şikayet edeceğim.
Mü'min, 16. Ayet: O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah'ındır.
Mü'min, 17. Ayet: Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çarçabuk görendir.
Mü'min, 18. Ayet: Yaklaşan gün hususunda onları uyar! Çünkü o onda dehşet içinde yutkunurken yürekleri ağızlarına gelmiştir. Zalimlerin ne dostu ne de sözü dinlenir şefaatçısı vardır.
Mü'min, 19. Ayet: Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.
Mü'min, 20. Ayet: Allah, adaletle hükmeder. O'nu bırakıp taptıkları ise, hiçbir şeye hükmedemezler. Şüphesiz Allah, hakkıyla işiten ve görendir.
Mü'min, 17. Ayet: Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çarçabuk görendir.
Mü'min, 18. Ayet: Yaklaşan gün hususunda onları uyar! Çünkü o onda dehşet içinde yutkunurken yürekleri ağızlarına gelmiştir. Zalimlerin ne dostu ne de sözü dinlenir şefaatçısı vardır.
Mü'min, 19. Ayet: Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.
Mü'min, 20. Ayet: Allah, adaletle hükmeder. O'nu bırakıp taptıkları ise, hiçbir şeye hükmedemezler. Şüphesiz Allah, hakkıyla işiten ve görendir.
7 Aralık 2015 Pazartesi
Sol invictus....
Virgülden önce
"Artık nefesim durmuştu, tüm
vücudum titriyordu, bu kocaman
oda hatta sanki dünya küçülüyor
ve kemiklerim birbirine girecek
kadar beni sıkıp bırakıyordu.
Şehzadem’in son cümlesi beynimde
patlıyordu. Papa’yı Müslüman
yapmak! Belki benden onu
öldürmemi istese anında yapardım
ama Müslüman yapmak...
Kitabın Bitiş Tarihi 7 Aralık 2015
İstanbul 2015/32
Ey oğul! Oğlumun oğlu ve O'nun oğlu ve dahi O'nun oğlu, Bunu okuyan sen...
Her kimsen bilesin ki, bunu okuduktan sonra sen, artık "O" değilsin."Artık nefesim durmuştu, tüm
vücudum titriyordu, bu kocaman
oda hatta sanki dünya küçülüyor
ve kemiklerim birbirine girecek
kadar beni sıkıp bırakıyordu.
Şehzadem’in son cümlesi beynimde
patlıyordu. Papa’yı Müslüman
yapmak! Belki benden onu
öldürmemi istese anında yapardım
ama Müslüman yapmak...
Kitabın Bitiş Tarihi 7 Aralık 2015
İstanbul 2015/32
4 Aralık 2015 Cuma
Müjdeleyici ve uyarıcıdan mesaj var...
Zümer, 53. Ayet: De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
Mü'min, 13. Ayet: Size âyetlerini gösteren, sizin için gökten rızık indiren O'dur. Allah'a yönelenden başkası ibret almaz.
14. Ayet: Haydi, kâfirlerin hoşuna gitmese de Allah'a, Allah için dindar ve ihlâslı olarak dua edin!
Mü'min, 13. Ayet: Size âyetlerini gösteren, sizin için gökten rızık indiren O'dur. Allah'a yönelenden başkası ibret almaz.
14. Ayet: Haydi, kâfirlerin hoşuna gitmese de Allah'a, Allah için dindar ve ihlâslı olarak dua edin!
3 Aralık 2015 Perşembe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)